30 Nisan 2015 Perşembe

bir simit bir çayla, hoşgeldin proleterya... (Ağustos 2006-II)

II.

Geçen hafta yazımızın başında şöyle demiştik: “Türkiye bütün sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır, Amerikanlaşmıştır ve ama buna rağmen hâlâ kapı gibi işçi sınıfımızın varlığı, metropollerde, kentlerde ve kasabalarda bu her türden dönüşüme direnen yüzüyle -ve yalnız bırakılmadan- hak ettiği arındırmaya kavuşmalıdır.”

Bir siyasi değişim sürecini toplum üstünden okuyarak yorumlayabilirsiniz. Hiçbir siyasi terim, kavram ya da kaynak kullanmadan da başımıza gelenleri anlayabilirsiniz. Etrafınıza şöyle bir bakın. Eminönü’nde bir saat geçirin, Anadolu’da bir kasabaya gidin ya da Esenler Otogarı’nda kafe ve lokantaların olduğu yerde bir süre gezinin. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ben toplumdaki çözülüşü, diğer bir tanımla çürümeyi ve dağılışı belirli kavramlar ve örnekler üzerinden incelememi sürdürüyorum. Bu hafta sizinle kahvaltılık bir şeyler arıyoruz.

Aklıma gelen en eğlenceli, en eski, en güncel, en ucuz, en sevdalı ve doğayla en çok iletişim kurduğumuz kahvaltı türüdür susamlı simit ve çay. Siz hiç vapurdan kuşlara simit attınız ve selamlaşıp onların “afiyet olsun” çığlıklarını dinlediniz mi? (Bu cümlenin, “İstanbul Vapurunu Seçiyor” kampanyasında da kullanılmadığını umarak yazıyorum kontrol etmeye vaktim olmadı, belki de o rezilliği görmeye isteğim yoktu, bilemiyorum). Bazılarımız için hem kurtarıcı hem de “tek yol simit!” türünden zorunlu bir beslenme türü olduğunu bilirsiniz. Çoğu zaman, karbonhidrata –sıkça hamur işi olan türüne- dayalı gıdalarla beslenme mecburu sınıfım çok iyi bilir. 

Güzelim simitle bir sorunumun var oluşu, işte tam da geçen hafta bahsettiğim projelerden birine denk düşüyor. İstanbul’un “küçük burjuva”laştırılmasıdır sorunumun açık adı. Sınıfı reddetmekle, unutmakla, hiçe saymakla kalmayıp bir de ondan başkalaşmış başka başka katmanlar yaratarak bölmeye çalışan bu kirli ideolojinin bir küçük burjuva kanalından bir başka ve daha kirli burjuva kanalına aktardığı ve rantlaştırdığı simit dünyası üzerinden isyan etmek istiyorum dönüşüme ve dönüşümün nezdinde reddediyorum bu susamlı küçük kabadayıyı!

Dönüşümün bir başka türünde, Taksim’e yolu düşenlerin gördüğü ilk değişim, zamanında “simitcıeeee” diye bağırarak ve zabıtadan tüyerek simit satan temiz yüzlü Anadolu insanımızın yerini alan, yüzündeki bakış ve çizgiler yıllara inat değişmese de üstlerindeki kılık kıyafet kırmızı/bordo üzerine altın sarısı bantlı halde tekdüzeleştirilmiş, birbirinin kopyası satıcılar oldu. Yanlış anlaşılmasın, değişen simitçilerimizin kendisi değil, yaftası. 
Bu renk seçiminin ve değişimin ardındaki “akıl”, birkaç yıl önce bütün tabelaları kahve üzeri pirinç versiyonuyla değiştirerek İstiklal’e o tarihi görünümünü vermeye çalışmıştı. Aynı akıl, yolları granit kaplıyor ve sanırım gelecek yıla da bu granitleri yıkatarak “İstiklal’de bal dök yala yarışması” düzenleyecektir. Turizme katkı anlamında daha ne yapılabilir diye sormaya gerek yok. Malum belediyenin sitesine girin, bakın! Ya da olmadı doğru büyükşehire!

Bu yeni format simitçiler, izinle çalıştıklarından artık zabıtadan da kaçmıyorlar. Sadece boyacılar ve mendil satan çocuklar belki... Geçenlerde gözüme bir manzara takıldı. İki zabıta bu simitçilerden birinin yanına geldi ve biraz konuştuktan sonra simitçi tablanın altından bir paket çıkarıp onlara uzattı. Sonra zabıtalar kenarda oturan ve ekmek parası için fırça sallayan boyacı amcama “uğradılar”. Amcam pek oralı olmayınca da kovaladılar. Zavallı adam iteleme kakalama arasında caminin arka sokağına kaçtı. 

Nerede kalmıştık? Simit? Toplum mühendislerinin dönüşüm projelerinde bir madde haline gelmiş ve benim de dönüşümü üzerinden okuduğum simit. Dönüşüm sadece simitçilerin tektipleştirilmesinde yaşanmadı. Yalnızca İngiliz veya Amerikan kahve evlerinin İstiklal’i basmasında da değil değişim... Birkaç yıl önce İstanbul’da sokakta simitçiden veya hiç olmadı pastaneden alınan simit, “kurumsallaştı!”. Simitin halkası kurumsallaşırken şekli değişti ve içine yalnızca evlerimizde yapılmakla kaldığını sandığımız modelde türlü eklentiler sokuşturuldu ve simitin orijinal tadı bulanıklaştı! Emek, ülkemin her santimetrekaresinde sömürülürken simitin üzerindeki emek de giderek burjuvalaştı! Sattığı simitten aldığı paraya emeğin karşılığı diyenlerin yerine de emek eşittir rant denklemini kuran bir sınıf geldi.

İstanbul’un her yerini kızamık tanesi gibi basan “simit ev”ler, tabelalarına bir simit resmi yerleştirip biraz da peynir ve domates dilimiyle kendi simit dünyalarını yarattılar. Simit Dünyası, Simit-Ev, Simit-çi, SimiT, gibi türlü versiyonları bulunan bu evlerin “Simit-World” veya Simit-Port olanının çıkmasına ramak kaldı. 

Bu simit evler, sabah öğlen tek alternatifi simit olan insanların “sınıf atlamış” versiyonunu temsilen, “eğer biraz daha paran varsa gel, yanında peynir ve domates ve hatta bal ve çay da var” mesajını iletiyorlar şehre her gün. Dahası, eskiden bir simiti meydandaki heykelin gölgesinde paylaşan sevgililerin yerini artık dişinden tırnağından arttırıp masa başında çay-peynir-simit üçgenine hapsolmuş aşklar aldı. Popüler müzik denilen cıstak cıstakların çalındığı, gençlerin dershane-okul-parttaym iş molasında buluştuğu bu mekanlar, eğer biraz kafa yorulursa ve hesabı yapılırsa, kendi yağıyla kavrulan üretken bir simitçinin, mikro kredi alarak kısa zamanda “simitbey” veya “simitağa” olmasını sağlayacak kadar kârlı. İşte bu simit dünyalarından Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nde de adım başı açıldı. Önce meydana 5 katlı, sonra İstiklal’e her elli metrede bir, iki veya üç katlı bir tane konuşlanıverdi. Şimdi İstanbul’da küçük bir tur atma fırsatımız olsaydı, inanıyorum ki otobüs duraklarımızın sayısı kadar simit “mekanı” olduğunu görebilecektik.

Simit, simit olalı, benim bildiğim en lüksünden, biraz peynirle ve çayla yenirken (çocukken annem sokaktan geçen simitçiden simit alırdı ve arasına peynir koyup fırında biraz ısıtırdı, aman da ne güzel yenirdi!!!), şimdi sucuklu, kaşarlı, tulum peynirli, sosisli, zeytinli, sadeli gibi modelleri ile çay, kahve, meyva suyu veya ayran ile “gidiyor”. Pek tabiî bir sürü kurabiye, pasta ve börek cinsiyle aynı vitrinde.

Bir simit bir çayla...
Biraz da lafı dolandırmadan asıl söylemek istediklerimizle bitirelim yazımızı ve kahvaltımızı da biz yine bildiğimiz yöntemle yapalım. Geçen hafta bitirirken, “halk bunu istiyor” şiarına olan yaslanmadan bahsetmiş ve burjuva ideolojisinin bu yolla kendi kirini nasıl bulaştırmaya ve bu sırada haklı çıkmaya çalıştığını söylemiştik. Devam edelim.

Halk bunu istemiyor. Halk, Taksim Meydanı’nın keyfini sürerken, bir Cumartesi öğleden sonrasında, kuşlarla birlikte simit yemek istiyor. Halk, kahvesini ister köpüklü Türk usulü; ister çekilmiş isterse de demli çayını ince belli bardaktan içmek istiyor. Halk kurabiye de yemek istiyor, sandviç de. Sağlıklı ev yemekleri de. Ama bunlar için dayatılan anlamsız içerikli menüleri ve sunulan hesap ekstrelerini reddediyor! Halk, iki katı fiyat üstünden yüzde yirmi indirimli süper taksitli giysileri sürekli borçlandırılarak almayı reddediyor, her ne kadar yıl sonu tüketim miktarları tersini gösteriyorsa da, ya bu verilerin halkı bizim bildiğimiz halk değil özel bir “sınıf”tır ya da isterseniz konumuzda geçen halk kelimesini işçi sınıfı ile değiştirerek tekrar okuyun. O zaman tırnak içindeki sınıfın sömürücü sınıfın ta kendisi olduğunu ve toplum mühendisliğinin dönüşüm programında bu sınıfa katmanlar halinde, alt gruplar ekleme yarışında maalesef biraz galip gelindiğini göreceksiniz. 

İstanbul küçük burjuvalaştı. Amerikanlaştı ve o kişiliksiz sınıfın etrafında, kendi sınıfsal kimliğini bilmeyen bir sınıf katmanı oluşuverdi. Hala bu sınıfsal yapının işçi sınıfından uzak olduğunu, daha doğrusu işçi sınıfının bu ideolojiyle kirlenmek dışında o halkaya eklemlenmediğini hatırda tutmak lazım. Geçen hafta kapanışta söylediğimiz lafın da arkasında durmak lazım. Tarih ve mücadele bize, İstanbul’un hangi şartlarda gerçek bir kültür başkenti olabileceğini göstermektedir. Neler yapılması gerektiğini söylemek o kadar da zor değil. Dönüşümü üzerinden okuduğumuz susamlı küçük burjuvamız bize yol göstermektedir. Toplum mühendisliği Türkiye’yi Amerikanlaştırma projelerinde başarılı oladursun, hala elimizde olanın da farkına varmamız gerektiğini bağıra bağıra söylüyor bize. Yanı başımızda hala “kapı gibi” işçi sınıfı var. Kirli burjuva ideolojisini her soluğunda biraz daha içine çeken ama tamamen dönüştürülmesi o kadar kolay olmayan (ve olmayacak olan) işçi sınıfının bu dönüşüm mühendislerine ve projelere yenik düşmemesi için ne yapılması gerektiği ise ortadadır. Mücadele sadece bir kulvarda verilmeyecektir ama kulvarlardan biri de burasıdır. Tam da kentin göbeği. Sınıf da tam karşınızdadır. İşte onurlu, arınmış ve gayet sınıfsal bir kahvaltı; Bir simit bir çayla, saygıyla selamlarım: “Hoşgeldin proleterya!” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...