19 Nisan 2017 Çarşamba

kimi protesto etmeyelim şimdi?

duyduk ki yaşar holding evet demeyen bölgenin takımına sponsorluğunu gözden geçirecekmiş. iyi geçirsin. zamanında da goldaş Midas'ın Kulakları sahnelenirken "sponsorum ben, bu altınlar goldaş altınları diye bağırcaksınız" dediğinde hepimiz goldaştan altın almayı bırakmıştık (hadi itiraf edin altın günlerine çeyrek yetiştiremeyen kitlenin çocuklarıyız). şimdi de pınar ve benzeri yaşar holding ürünlerini tüketmeyi bırakıyormuşuz. iyi de... bu gidişle kimi protesto etmeyeceğiz? bir deyiverin bakem:


1 - önceleri şu marka tu kaka, bu marka piii rezil dendiği her an, hadi katılalım şu boykota dedim ve aslında o markadan toptan soğuyup terk ettim.
(ben sanatçının davranışından soğuyunca eserini izlemeyi bırakan biriyim. uzun yıllardır sezen aksu dinlemiyor, yılmaz erdoğan izlemiyorum misal.)

bir süre önce Torku yeryüzüne merhaba dediğinde, hatta tadının daha güzel olduğunu fark ettiğimde (e zararı da az, hemi de bir kooperatifmiş), oradan yürüdümdü öylece. ama sonra biriniz çıktı, torkuda da şu var bu var dedi. bütün hayallerim yıkıldı. bir kıytırık bisküvi paketi için hangi markayla kavgalı değilizi hatırlamak adına reyonda dakikalarımı harcıyordum arkadaşlar! this is not reva to me!

2 - bazı ürünleri başka markada bulsam da e iyi ama dadından yenmiyor bacımlar bayımlar! napayım? üstelik tadı daha iyi veya kullanımı daha güzel vb diyerekten eski bütçemde 5 lira olan şeyi boykot sayesinde 12 liraya almak zorunda kaldığım zamanlar oluyor. aradaki farkı nereden çıkarayım, maaşıma zam mı yapayım?

ama mesela daha kökten. daha bilindik ve daha az acılı, şunlar da var:
3 - mesela siz daha ülkeri tiksinç saymazken teee yıllar öncesinde, (yani 70li yılların ikinci yarısına başlanırken), bakkaaal eddikdikdikdak demiş bir bebeyim ben (bakkal eti bisküvisi getir sloganı- yıllar sonraki onyüzbinbaloncuk kadar etkiliydi o zamanlar) benim için tüm bunlar Eti'dir. diğer her marka üstüne gelmiştir. Eti petit beurre denen püsküütün yanından geçemez hiçbirisiler! haa süt mü yoğurt mu su mu?

4- mesela bizim eve markasız köylüden süt geliyor. o sütten markasız yoğurdumuzu kendimiz tutuyoruz. henüz peynir yapmayı denemediğimiz için peynirimizi de markasız köylüden alıyoruz. köylü markasız olduğundan maraz çıkmıyor. suyu da musluktan içiyoruz afedersin. yani annem ısrarla yine de hazır su alıyor ama o kadar yerel bir marka ki teknik sorun olmadıkça sürer gider böyle. boykot çıkmaz oradan. zaten iyi ki büyük kentten kaçmışım. oradayken çok zor oluyordu markasız kaynağa ulaşmak (hadi len!)

5 - en iyisi, hazır satın almayı bırakın. onu bunu şunu değil. genel olarak "hazır satın almayı". o zaman "şimdi hanki markayı protesto edeceğiz?" diye etrafa bakınmanız, o grupta başka marka kalmadığından kötülerin en az kötüsünü satın almak zorunda kalmanız gerekmeyecek. daha da önemlisi, temel tüketim malzemelerinde hazır üründen veya büyük markalardan cayabiliyorsanız, kendiniz kendi göbek bağınızı kesebiliyorsanız, o oranda bağımsızlaşıyor, sonra gerekirse gerçekten büyük tüketimlerde gerçekten büyük üreticiyi boykot edebiliyorsunuz ve işe yarayabiliyor (almanyayı protesto ederkene mercedesini yakanı görmedik atar inserted here)

6 - ben sanatçısının davranışından soğuyunca eserini izlemeyi bırakan biriyim. uzun yıllardır sezen aksu dinlemiyor, yılmaz erdoğan izlemiyorum misal. ama yerine birini koymaya da çalışmıyorum. çünkü yerine birini koymaya çalışırsam iki gün sonra onda da bir şey görür/bulur/duyarsam nereye kaçayım a dostlar? bence her birinin yeri ayrı. öyle bakmak lazım biraz da.

daha özet bir deyişle (ve başka bir yazıda açılmak üzere) şunu şuraya bırakayım; oysa ben, sınıfsal bir tercih yapmanızı söylüyorum.

yani demem o ki benim sezen dinlemeyi bırakmam gibi minimal protestolar yerine, sırtınızı dönünce yerdeki taşı oynatan boykotun anlamı var. pınar sütü bırakıp X süt almaya devam ederseniz, iki gün sonra X'in de rengi dönerse siz kötünün en az kötüsünü seçmek zorunda kalacaksınız. sütü diyorum, yapamasanız da köylüden almanın yoluna bakın, yoğurdu mu? tutarsın be bacım, kimler neleri öğrenmiyor ki? (psst, onun da makinesi var sus sus!)

16 Nisan 2017 Pazar

olay-süreç / yol/yolculuk ilişkisi ve gidenin ardından...

"Belki de son kez bize bir şey soracaklar ağğbi!"

Evet, doğru. Gerçi biz, "tabii bana soracaksınız, saksı değilim ben!" neslinin çocuklarıyız, yalan mı?
Bir pazar sabahının 8.45'inde, bana verilen yetkiye dayanarak referandumdaki oyumu kullandım. Artık son kez midir, yoksa daha birçok kez birçok şeye oy verecek miyimdir, bilmiyorum. Ama Gülse Birsel'in yazısında söylediği gibi, sonuç ne olursa olsun bir şeyden eminiz; referandum tantanası bitti bayramı başlasın.

Öncelikle, pazar sabahı 8.45 gibi bir saatte, yola revan olabiliyorsam bu, kendi hayat felsefemin yıkılışı bakımından da önemli bir gün. Mutsuz muyum? Evet. Ama felsefemin darmaduman oluşuna değil (yine de şu akşamüstü saatinde, oy verme işlemleri bitmek üzereyken ben hâlâ uykusuzluk gerginliğimi ve sabah 8.45 travmamı 5 saatlik ek uykuya rağmen atamamışken), kenti öğle saatlerinde basan ağır sis yüzünden. Sis farlarını da açsak, apartmanımızın önü dışında bir yeri göremiyoruz. Nisan ayının orta yerinde, bence bu bize reva değil, eyyy meteoroloji!

Bir olay düşünün; hayatınızı oldukça etkileyecek "hayat memat meselesi" dedikleri şeylerden birini. Bu olayda iki şey çok önemlidir. Birincisi, olayın kendi (örneğin referandum), ikincisi de olayın süreci (tüm bu kampanya sürecinden, sabahtan akşama kapımızın önünden geçen bangır bangır isimli seçim araçlarından, yerli TV kanallarının neredeyse tamamında bitmek bilmeyen miting ve konuşmalardan bahsediyorum). Bir olayın kendi, sürecinden daha önemli ise, acısızdır. Örneğin benim için dişçiye gitmek böyledir. Ama bir olayın kendi, sürecinden daha az önemliyse, yani süreç başı çekiyorsa...

Size böyle bir günde ve anda, referandumdan yukarıdakinden daha fazla bahsedecek değilim. Bitti de ne olduluk bir başka olaydan, hayatta sürecin kendinin olaydan çok daha önemli olduğu mezuniyet kavramından bahsetmek istiyorum. Mezuniyetin kendi, yaşanan tüm o süreçten daha az önemli. Ya da tam tersi. Bakınız, yaşadım oradan biliyorum...

Sabah oyu verip saati de öyle ya da böyle 16.48 yaptıktan sonra, işbu yazıyı yazmama neden olan bir his kapladı içimi.

Ben 1991 yılında girdim üniversiteye. İlk yıllar çook övünmesem de baktım millet sırf bu övüntülerle yaşıyor, sonraları gerine gerine söylemeye başladım. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünden mezunum ben bacımlar bayımlar. Ama herkes gibi değilim, bunu da biliyorsunuz. 91'de üniversiteye başlayınca aynı aylarda çalışma hayatına da adım attım. Önceleri yarı zamanlı giden bu işler, üstün becerilerim ve öğrenme açlığıma bir de "bir türlü standart beyaz yakalı olamayan" birinci sınıf çalışma anlayışım eklenince (bunlar benim ifadelerim değildi), 3.sınıfa geldiğimde bir şirketin neredeyse tüm bölümlerini yönetecek kıvama gelmiştim.

E ama bu kadar işin gücün arasında benden sınavlarda da yüz üzerinden doksansekiz çekmemi bekleyemezsiniz değil mi? Öyle de oldu. İlk yıllar ortalamanın biraz üstü bir ortalamam varken, mezuniyet zamanı yaklaştığında derslerimin hepsinden "geçmiş" olsam da mezun olma barajının 0,02 puan altında kaldığımı görünce aydım. Daha doğrusu, o zaman bile, "ne var canım, iki dersten ek sınav talep edince bu iş tamam" diye düşünüyordum ve düşünüyorduk (arkadaşlarım ve çevrem). Ancak, kazın ayağı öyle değildi. Tam bu noktada, Boğaziçi'nin ortalama kavramına değinmek lazım. Mezun olmak için her bir dersin en az 70 ve üstü olması gerekir ama 60 da geçer. Ayrıca çan eğrisi denen kabus neredeyse tüm derslerin amentüsüdür. Hal böyleyken, bir dersten 70 ve üstü almak nedir ki diyebilirsiniz. Ancak bir örnek vereyim; A ve B derslerinden ikisi de çan eğrisiyle hesap yaptığından, siz A dersinden 85 ve B dersinden 72 ile CC (yani 70 barajı) alabilirsiniz. Bu ikisi bir ve aynı şeydir. Bir ve aynı şey midir allasen? Yani mezuniyet karnende notların CC, CB gibi harflerle görünür ya, sen bu aynı harfler için ayrı terler dökersin. Kolay sandığın sınavlar herkese kolaydır. Senin 87 aldığın derste 70'in altında alan olmadığından anca geçmiş gibi görünürsün. Bazen de en zor derste 72 ile zirveyi zorlarsın. Bunu bilelim de öyle devam edelim.

Bir şirkette üst düzey olmasa da ortanın üstü seviyede yöneticiydim, ekibimde çalışan çeşitli kademelerden insanlar ve sürekli geçmem gereken kotalar arasında, hocalarım ve okul yönetimi benim ek sınavlarla ortalama yükseltme hakkımın olmaması gerektiğine yürekten inanıyordu. Bunlar olduğunda yıl 1997'ydi.

Sonraki yıllar (evet yıllar, 4 yıl sürdü), gerek hocalarımı gerek yönetimi, mezun olmak için not yükseltme sınavlarına girmemin ne kadar geçerli ve yasal bir hak olduğuna, dilekçemin reddedilmesinin mantıksızlığına, sürekli işimden izin alarak ve sekreterliğe haftada birkaç ziyaretle, ikna etmeye çalıştım. Dilekçe hakkıma izin veriyorlar ama hangi dersten sınav istiyorsam onun yeni dönemdeki hocasını ikna etmem gerektiğini söylüyorlardı. Yani önce hocayı buluyorsun, ondan izin alıyorsun. O onaylarsa kurula gidiyorsun. Kurul izin verirse tekrar hocaya gidip sınav günü belirliyorsun. Ama sana ayıracak vakti olmadığından ve final dönemini beklemen gerektiğinden genelde yılın 12 ayı debeleniyor ancak sadece 2 ayında sınav olabilme şansı yakalıyorsun. Sonra "Arzu bu iş bu kadar sürer mi bık bık bık..." sen dur daha...

Hocayı ikna etsem, derslere girme, yoklama imzası, vizelere de girme zorunluluğu gibi engeller koşuyor, ya da en önemlisi ister dersi aldığım zamanki hocam olsun ister bir başkası, zamanında 75 aldığım bir dersten bu kez 90 alacağıma nasıl inandığımı sorguluyordu. Aslında kendini sorguluyordu. Daha doğrusu benim şahsının öğreticiliğine bakış açımı soguluyordu. Zamanında o öğretememiş miydi de ben şimdi gelmiş öğrendim demiş ve bunu ispat için sınav hakkı talep etmiştim? Şöyle demeye getiriyordu "ben zor hocayım, o notu benden alamazsın!" Gerçekten de sınav hakkı tanıdıklarında verilen sorularla ancak eski notumu ya da biraz üstünü alabiliyor, bir kerede 90-100 arası notu yakalayamadığımdan 2,00 barajına çıkamıyordum.

Yahu hepiniz matematik biliyorsunuz. 1.98'den 2.00'a ulaşmak için insanın kaç dersten sınava girmesi ya da eski notunu kaç yapması gerekir ki? Nasıl bu kadar zor olabilir? Tahmin edemeyeceğin kadar zor... Çünkü o 2.00'ı oluşturan ders sayısı çok. Yani sen bir dersten eskiden 68 olan notunu 83 yapınca ortalaman 1.98'den 1.9875'e çıkıyor. Yeminle bak! O yüzden de ya sekiz-on derste ufak performanslar yapacaksın ya da üç dört derste 2 saniyede 100'e çıkan otomobil gibi depar atacaksın... ki yaptığına değecek. İyi de adamlar buna izin vermemek için teşkilatı sıkı kurmuş zaten... Tamam, benim de iktisat tarihi, Türk ekonomisi, ekonomi ve toplumsal cinsiyet gibi konularla aram iyi ama notunu 100'e yaklaştırmam gereken dersler bunlar değil ki gözünün yağını yidiğim? Sen hiç üç yıl aradan sonra ekonometri çalıştın ve zamanında 65 olan notu 90a çekmeyi denedin mi? Bence deneme! (Ya da bu konudaki fikrimi, istatistik ve ekonometriyi de tartıştığım eski blog yazımdan okuyabilirsin. - "Hangi istatistik: 38 kiloyum lan ben")

Rahmetli anneannem, bana hayatımın mottolarını kazandırmış insandır. Örneğin "amaan kökü sende değil mi boşver" mottosuyla saçlarımı istediğim gibi kestirme/boyatma ve sonra İşte Benim Stilim'deki Bahar Candan gibi ağlama krizlerine girmeme becerimi kazandırdı bana (yahu damardan özel karışım ilaç verseler Bahar kadar olamam ya neyse) Bir de "ölüm yok ya ucunda" var. O başka bir tartışmanın konusu. Böyle diye diye nelere cesaret ettimdi ben. Ey gidi Naile!

İşte ben de mezuniyet dönemimde, önüme çıkarılan tüm engellere karşı, kendime "hayatta önemli olan bunlar değil, çok daha ciddi meseleler var, bu iş olacak, bu engeli aşacağım" diyerek, anneannemin "sen uğraş, ben yaptım de, olmasın boşver" mottosuyla uğraştım. Ama çok uğraştım sayın straz taşlı kitle...

Derken, bölümümde verdiğim dilekçe-sınav-not mücadelesinin ortasında, biri bana "neden seçmeli derslerden de aynı şeyi yapmayasın ki" diye akıl verdi. Ben de psikoloji bölümüne gittim. birinci sınıfta aldığım ve çok sevdiğim PSY 101 dersinin sınavına tekrar girecek ve o zaman 70-80 arası olan notumu yükseltecektim. Sınavı yapacak hocam sağolsun, öyle anlayışlıydı, durumu öyle benden daha kavramıştı ki sadece bölüm başkanından dilekçe onayı almamı ve iki hafta sonraki vize sınav günü gelip sınav olmamı söyledi. Öyle aylarca niye bekleyecektim hem (diyordu). İşi sündürmeyi sevmeyen bir hocamdı. Bana özel soru seti vereceklerdi, bitip gidecekti. "Bak hayatta neleri başarmışsın, halledersin sen bunu, güncel kitabı al, çalış, zaten iş hayatından birçoğu tanıdık gelecek kavramların" demişti bana. Farkı gördün mü?

İzni aldım, geçerli dönem kitabını aldım. Çalışmaya başladım. O kadar eğlenerek çalışıyordum ki. Psikolojiye giriş dersi yahu! En sevdiğim! Sınav günü geldi çattı. Ben çoktan seçmeli herşeyden nefret ederim kitle. Sırf bu yüzden. Üniversiteye gelene kadar geçiş sınavları haricinde bizim devre test görmedi, ancak üniversitede ekonomi tarihi dersini test almışlığımız var. Düşün ki sana Kürk Mantolu Madonna'yı veriyorum, okuyorsun ve sana ilhamı veren hangi Madonna diye soruyorum. Şıklar da şöyle: A) Şarkıcı Madonna B) Madonna delle Arpie C) Maradona D) Maria Puder
Ayy bi dakika yaaaa... Ben şimdi bilcam bunu. Şey di mi Madonna'nın 1996 konserindeki kürklü yelekli gibi şeyi vardı hani, o mu? Ay bildim mi kıız?

Güldük mü yeterince? O zaman devam edelim. Sınava girdim ve çıkar çıkmaz bölüm başkanına gidip notumu öğrenip öğrenemeyeceğimi sordum. Bu arada bir bilgi vereyim, Eski notum 70-80 arasında ve ortalamam o seviyede ki 86 alsam tamamdır bu iş. Ama sonuç 82. Yahu hocam! Aradan geçmiş tam 10 yıl. 1000 sayfaya yakın bir kitabın var. Ben yılmamışım çalışmışım, ama test insanı değilim ve sen bana sırf ezber sormuşsun. İhtiyacım olan şey 4 puandı ve essay (yazılı sınav) olaydı bunları yaşamayabilirdim. Üstelik be hocam, senin bölümünden değilim, yani psikolojiye giriş dersinden ne kadar iyi olduğumu sorgulamana gerek yok zira psikolog olmayacağım... İşte bu ahval ve şerait içinde başkan bana ı-ıh dedi. Bir saniye. Tek bir saniye sürdü, anneannemin mottosunu hatırlamam. "Kökü sende ya boşver". Yok bu değildi, şuydu: Can çıkmamışsa ümit var kızım.

Derin bir nefes aldım ve şöyle dedim: Hocam, benim mezun olmamdan bahsediyoruz ve ben o dört puanı alacağıma inanıyorum. Şimdi tekrar sınav olmak için dilekçe vereceğim.

Yüzüme baktı, baktı. Sonra hınzır mı gıcık mı sinirli mi artık niye ve nasıl olduğunu kestiremediğim bir bakışla, "o zaman git hocandan izin al, tamamsa yarın sabah 9.00'da burada ol, başka bir sınav olacaksın, ama ondan ne alırsan aynen yansıtırım, bak kalabilirsin ona göre" dedi. Sonra bana, bu hayatla nasıl mücadele ettiğimi, neden bu kadar sabırlı ve sakin, yeri geldiğinde de feci cazgır olabildiğimi soruyorsunuz. Tehdit yemeye çok küçükten başlamışım, sadece farkına varmam zaman almış. İçimden dedim ki seeen beniiii tehdit mi ediyorsun, seeen? Hayır böyle demedim tabii. Lan resmen sıçtık, dedim açık açık. Hemen dersin canım hocasının odasına gittim. Durumu anlattım. O da hemen "elbette, tabii gel hemen gir sınava" dedi. Ona göre bu durumun kendi başından beri yanlıştı da müdahale şansı yoktu. Dilekçemi başkanlığa bıraktım ve eve döndüm. O yol bitmek bilmedi. Otobüste hep ağladım. Hep.

Eve geldim. Annem ve anneannem oturuyorlar. Sinirimden ağlıyorum. Ama ağlamıyorum da. Öyle Bahar Candan ağlaması değil, silin onu kafanızdan, yabancı dizilerdeki çok sinirlenmiş dedektif/ajan ağlaması. Öfkem dışarı taşarken boğazım acıyor. Anneannem baktı bana, işte o efsanevi konuşmayı o zaman yaptı, mottoyu da tekrarladı: "Şimdi sen bu işleri boşversen, diplomayı almasan noolur? Yani mesela canına tak mı etti bunlar? Bunca yıldır emek verdin, ama hocaların bunu anlamıyor mu? Çok da tırt! Sen son bir gece daha otur, oku bakalım notlarını. Yarın girersin o sınava, eğer istediğin notu alamadın mı o zaman bu meseleyi siler atarsın kafandan. Ha notu alırsan da şimdi üzüldüğüne değmez. Can çıkmadıkça ümit kesilmez."

Gece boyunca ders çalışır gibi değil, bir roman okur gibi okudum 1000 sayfaya varan psikolojiye giriş kitabını. Sabaha karşıydı. Kalktım giyindim, erken erken okula gittim. Tam 9'da bu kez bölüm başkanına gittim. Sınav ondaydı. Aldım, yaptım. Kağıtları teslim edip mümkünse sonucu hemen almam gerektiğini söyledim. Kağıdı değerlendirdi (şimdi ben de "alt tarafı optik okuyucuyla karşılaştırdı yani iş mi bu da" diyerek bana onca zaman bu meselede takınılan tavrın intikamını alayım mı?) Daha iyisini yaptım. Geriye tek şey kalmıştı: Sınav sonucu belgesini hemen kayıt işlerine götürüp mezuniyet işlemlerini başlatmak. "Yetişmem gereken bir şirket toplantısı vardı ve kaybedecek zamanı olmayan tek kişi ben değildim, o nedenle hemen sınav sonuç belgesini almalıydım, hemen şimdi hatta!" Ovv baby, nasıl bir cesaret geldiyse artık bana! Eh 92 almışım. Olsun o kadar...

O kapıdan çıkıp kayıt işlerine evrakları teslim edip resmen mezun olduktan birkaç dakika sonra, Boğaziçi Üniversitesi'nin büyülü güney-kuzey yolunu yürümeye başladım. Size anlatırken hatırlamaya çalışıyorum da sadece yürümeye başladığım kısım aklımda. Bir de ayaklarımın zemini hissetmediği. O gün orada, yıllarca hem keyfini sürüp hem cefasını çektiğim yerden ayrılırken, hayatımı esir alan bir anlayışı da geride bıraktım. Bir daha ne zaman bir şey/durum/kişi beni zihnen esir alıyor olsa aklıma anneannemin mottosu ve bu olay gelir. Hayatımda mezuniyet krizinin ne kadar büyük bir etkisi olduğunu göstermek için, sonraki 1 yıl boyunca her gece, istisnasız her gece, rüyamda mezun olamayışımı ve bana engel çıkaran hocalarımı gördüğümü belirtmem yeterli olacaktır. Psikoloji alanıyla biraz ilgisi olan bunun açıklamasını kendi kendine yapabilir. Ancak bu durumdan çıkmak için ille de psikologlara gitmek gerekmeyebiliyor; anneannem, kızım dedi, yeter artık her sabah aynı şey, sıçrayarak ve bağırarak uyanıyorsun. Şu diplomanı çerçeveletip as duvara. Sabah uyanınca bak ona. Göreceksin bitecek bu stres." Öyle de oldu. Ey gidi Naile.

Uzuun bir aradan sonra yine klasik uzunlukta bir yazıyla döndüm. Efendim çoğunuz biliyorsunuz ki artık bu yazıların iki özelliği var; birincisi, sonunda size bir şey "söylemem" lazım. Birincisi; hayatta hiçbir şeyin sizi durdurmasına izin vermeyin, unutmayın can çıkmadıkça ümit kesilmez. Hayatınızda bir olayın ve sürecinin hangisinin daha baskın olacağından çok, hem olayın hem de sürecinin size iyisiyle kötüsüyle neler kattığını anlamanız ve yolunuza buna göre devam etmeniz gerektiğidir. Referandumun ya da mezuniyetin kendi mi yoksa onca hafta/ay/yıl boyunca yaşadıklarınız mı daha etkili/önemli/değerli... Bence ikisi de. Çıkaracağınız derslere bağlı.

İkincisi de...

"Belki de son kez bize bir şey soracaklar ağğbi!" Evet, doğru. Gerçi biz, "tabii bana soracaksınız, saksı değilim ben!" neslinin çocuklarıyız, yalan mı? Arada duyuyorum "ay Arzu, sen ne kadar iyi bir dinleyicisin, psikolog gibisin vallahi" diyen sesinizi. Psikolojiyi de bana soracaksınız straz taşlı kitle. Biliyoz da konuşuyoz! Hadi kalın mutlu mesut.

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...