19 Ekim 2018 Cuma

2019’da Diziseverlere Çok Kazandıracak Meslekler

Yazı ilk olarak BİRDİZİHABER sitesindeki sayfada yayınlanmıştır.
Dünyanın birbiriyle duman-telgraf-kablolu telefonla haberleştiği yıllar boyunca, başkalarının hayatlarını izlemenin karşılığı olan medya, görece daha elle tutulur, gözle görülür bir şeydi. Sevdiğimiz bir dizi oyuncusu ile ilgili haberi defalarca okur, onlara mektupla ya da dizinin çekildiği mekâna giderek uzaktan da olsa seslenip ulaşabilirdik. Diziseverlik bambaşka bir şeydi. Derken internet geldi…
Gerçi internet geleli çok oldu da sosyal medya patlaması yaşanana kadar neye bulaştığımızı fark etmemiştik. Sosyal medya, ünlüyü ünsüzü birbirine eşitledi. Başkalarının hayatını izlemekten o hayatlara müdahale eder, yönetir hale hızla geçtik. Şimdi hangi dizi oyuncusu hangi pazardan alışveriş yapar, biliyoruz. Ne yazık ki “ben de X’in aldığı portakallardan seçtim” diyerek mutlu olmuyoruz. Hangi portakalı alacağını bize sorsun istiyoruz.
İzlemek sizi starlaştırmaz. Oradan para da kazanılmaz. Ama örneğin, Twitter’da bir dizi oyuncusuna laf çakmanın ya da “beni dinle….” diye başlayan yoruma oyuncudan gelen “size mi sorcam” yanıtının tadını başka hiçbir şeyden alamazsınız. Şu yaşınıza kadar keşfedilip bir diziye başrol olamadınızsa da aşağıdaki tipoloji formatlarından oluşan liste yardımıyla Dizisever Genel Başkan Yardımcılığına aday olabilirsiniz. Biraz çalışırsanız yeni yılda bu işte iyi para var diyorlar. Bakınız, sosyal medyada video çekerek primetime dizisine başrolümsü rol kapan bu kaçıncı fenomen!

Manevi Menajer

Dizi oyuncusunun planlanmış her etkinliği sosyal medyasında ve web sayfasında yer alır. Henüz onun bile aklına gelmemiş, “olsa ne güzel olur” türü etkinliklerden, dün gece görmüş olabileceği rüyaya kadar gizem barındıran her detayına ulaşırsınız. Ünlünün genetik dizilimine sahip tek takipçi tipidir. Şu cümle kalıplarını ezberleyin: “Gülsena bu yıl çok yoruldu, sonbahardan önce başka filmde oynamayı düşünmüyor”, “Bitemnaz dizideki rolüne çalışmak için kısa bir inzivaya çekilecek”, “Hulkican eski sevgilisi Neşetuzu’nun sevdiği renk olduğu için kırmızıyı gardrobundan kaldırdı.” Sonra da birkaç dizi oyuncusunun sosyal medyasına abone olup tüm hayat hikayesini DNA’sına kadar inceleyin.
Açacağınız sosyal medya hesabının adının ünlüadıFAN ya da ünlüadııı (son hafi çoğaltarak) olmasına dikkat edin. Arada o ünlü diye size beğeni atacak takipçiler için oyuncunun binbir açıdan çekilmiş dizi ve katalog pozlarını bilgisayarınızda yedekleyin. Bir süre takipçi kastıktan sonra hesabınızda reklamlı içerik, üçüncü kalite ayakkabı/makyaj malzemesi çekiliş ve satışı paylaşmaya başlayabilirsiniz. En favori paylaşım formatı “Sena’nın son bölümdeki tulumunu almak için tıklayın”dır. Sırf manevi menajeri oldunuz diye dizi oyuncusu size iş verecek değildi ya, neden açtınız sanıyorsunuz bu hesabı? Genel Başkan Yardımcılığı öyle kolay değil anacım, kaç ayın emeği var bu hesapta!

Kraldan Çok Kralcı

Öğrenmeniz gereken cümle kalıpları şöyle: “Çok biliyordunuz da siz çıkıp oynayaydınız”, “avzını topla, Dinlennaz gerçek sarışındır, hem gerçek sarışınnık ne kadar zor biliyonuzmu siz?”, “O Tukur’un Bülo’su, yıkılamaz, hem kızı Hunnap için ayakta durmak zorunda. Güneşin baltıkla sıvançlanmadığını yakında görceksiniz” türünden atarlı cümleler bu tipolojinin mottosudur. Sabah uyanır ünlü savunuculuğu, gece yatağa uzanır ünlü pohpohçuluğu. Kimse onun oyuncusuna avzını açamaz! Yırtar valla… Eğer cazgırlık en sevdiğinizse buradan yürüyün. Kraldan çok kralcı olup sosyal medyadan meslek edinen birkaç kişi gördü bu bünye. Size de revadır.
Bu yolda, dizi oyuncusuna laf atmaktansa size sataşacak birçok kendini bilmez çıkacak karşınıza. Dikkatli olun, bir kralcının en önemli silahı atarlarıdır. Bodurculuk yapın, internette ne kadar anonim(!) söz varsa indirin belleğe. Güneşin balçıkla sıvanmadığını herkes bilir de “eleştirmenlerin sözlerine aldırmayın, şimdiye kadar hiçbirinin heykeli dikilmemiştir” lafının size ait olmadığını bilecek entelektüellik seviyesine henüz ulaşılmadı. Hem “eleştirenleri ne takıcam, hiçbirinin heykeli dikilmedi kaarşim” derseniz teliften de yırtarsınız. Beni dinleyin…

Doğrucu Davud

Ağbi bakıyorum sportifsin de o baklavalar biraz fazla olmamış mı, bünyeye zarar??“, “siz gönlümüzün sultanısınız, keşke dudağınıza botoks yaptırmasaydınız” gibisinden nazik nazik kaktırmak bu tipin sloganı gibidir, zaman geçtikçe bunların âlâsını bulacağınızdan emin olun. Şunu unutmayın; O dizi oyuncusunu ve performansını en fazla siz takdir ediyorsunuzdur, o da kendini ve haddini bilmelidir.
Bu tipin ebeveyn modelleri, “beni dinleyin, emzik vermeyin, sırtını da az kalın giydirin, mart kapıdan baktırır, demedi demeyin” gibi önerilerle ünlü annelere nöbetçi hemşirelik yaparlar. Dizisever Genel Başkan Yardımcılığı olmazsa Nöbetçi Ebeveyncilik Anabilim Dalı Başkanlığına da oynayabilirsiniz. Bu arada bu “beni dinle” ile başlayan cümleler karşı tarafa dediğini yaptırıyormuş, öyle duydum. Atın belleğe…

Doğuştan Yıldız

Tanıdığı dizi oyuncuları olmasıyla övünür. Eğer ünlüyse yönetmen veya senarist de olabilir. Arada bir tanıdığından gala bileti koparırsa, birkaç oyuncuyu çekiştirerek çektiği selfielerle arkadaşlarına fark atar. Eğer çevrenizde sanat ekibinden, rejiden, kostümden, görüntü yönetmeni üçüncü asistanının asistanlığından gelme birileri varsa hemen eteğine yabışın. Bu tip genelde dizi oyuncusuyla aynı yerden(!) alışveriş yapar, aynı makyaj malzemelerini veya spor ürünlerini kullanır. Tabii bunları ünlü Instagram’ındaki web adreslerinden indirimde aldığını söylemez. Aralarında sanki cosplayyapıyormuş gibi dizideki karakterin tıpkısının aynısı giyinenleri de vardır.
Tüm dizi çekim setlerini ezbere bilir, gördüğü sahneden çekimin kaç tekrarlı olabileceğini tahmin edebilme yeteneğine sahiptir. Birkaç odişına (audition=seçme) da katılmıştır ha! Olur da bir dizide birkaç saniyelik figüran rolü kapmışsa, çekim günü setten 128 fotoğraf paylaşarak varlığını yedi düvele ilan eder. Hele mahallesinde, apartmanında, gittiği okulda falan dizi çekiliyorsa, onu kimse tutamaz. Eğer pudra, concealer ve IGfilter ile Kıvanç Tatlıtuğ veya Burcu Biricik’e benzetildiğiniz oluyorsa hiç durmayın, böyle bir tipoloji işinizi pek âlâ görür.

Başkanlık Herkese Nasip Olmaz

Dizisever Genel Başkan Yardımcılığı (GBY) yeni ve zor bir meslektir. Eskiden, üniversite sınavına girecek gençlere “bu yıl genetik mühendisliği moda, yok yok işletme değil psikoloji okuyun” gibi taktikler verilirdi. Hatta avukat olmak isteyene “ama bak üst üste koysan tavan yüksekliği kadar kitap okuyacaksın, emin misin?” diye göz korkuturlardı. Ben de biraz öyle yapıyor gibi oluyor olabilirim. Ne yapayım, söylemeyeyim de zorlanın mı?
Bakınız iş bunlara kadar varacak, emin misiniz?Önce okumanız, pardon izlemeniz gereken tonla dizi var. Haftada beş- altı desen, her biri 200 dakika kadar sürüyor. Sonra verilen emek (eski dizilerin tekrarları, ünlünün hayatıyla ilgili yapılacak GBT ve diğer istihbarat çalışmaları, DNA analizi, mekanlar arası gezintiler ve şu şan şöhretten pay kapma uğruna dökülen terler) az buz değil. İşi veya okulu bırakmanız gerekebilir. Ancak buradaki çabanız karşılığında çevrenin takdirini gören bir fenomene dönüşmeniz mümkün. Kimse Orkun Işıtmak’ın ve Danla Biliç’in mesleğini merak etmiyor mesela.

Oscarlık Dizisever Performansı Mümkün mü?

Tabii eğer başkanlığa oynayacaksanız en başta yapmanız gereken bir ayrım da söz konusu. Eğer yerli dizilerle yetinecekseniz, başkanlık yolu biraz zor, alabileceğiniz en yüksek ünvan influencer ve onun da çilesi çok, ne yalan söyleyeyim. Örneklerinden görebilirsiniz, bu çocuklarınkisi hayat değil vallahi. Baksana bir sosyal medya influencer’i en fazla Altın Kelebek’e aday olabiliyor. Bir influencer’ın da dediği gibi “Oscar değil yani!” Yine de Dizisever GBY için yorulmaya değer, dedim ya sosyal medyada video çekerek primetime dizisine başrolümsü rol kapan bu kaçıncı fenomen! Size de ekmek çıkar merak etmeyin.
Ama Dizisever Genel Başkanlığının yolu taşlıdır. Öncelikle yerliden uzak durun. Yani uzak dediysem, bilin ama izlemeyin. İlk aşamanız yabancı dil ve insomnia pratiği olacak. GBY’den başkanlığa geçecekseniz altyazısız dizi izleyebilmeniz ve günde 3 saat veya 20 dakikalık Einstein kestirmeleriyle gün geçirebilmeniz gerekir. Yoksa yabancı medyayı nasıl takip edeceksiniz? Ayrıca, Türkiye’deki bir ödül törenine, galaya gitmek, ünlü oyuncu peşinden set set gezmek hesaplı da işin ucunda MET Gala’ya katılabilmek ve sayısız ünlüyü bir defada yakın markaja alabilmek var, işte o sıkı bütçe gerektiriyor.
Dizisever Genel Başkanlığı kıdem ve liyakate de dayanır, hem ünvanları da çeşit çeşittir. Öyle iki adım attım zirveye oturdumculuk veya hamili sosyal medya hesağbı yakînîmdir olayı yoktur. Genel Başkanlıktan ve yardımcılığından önce Bilimkurgu Bilgisi Genel SekreterliğiTorrent Bilişim Hizmetleri KoordinatörlüğüCosplay Dekanlığı, hele bir de Columbia Pictures Set Ziyaret Amirliğivar ki aklın durur. Bu aşamaya gelebilen Dizisever Genel Başkan adayı yabancı dizi izleyicisi, zaten başkanlık için gün sayıyordur.
BAŞKANLIK GEÇER NOTU: Aranızda bunları ciddiye alıp Genel Başkanlığa oynayacak ve seçim sonuçlarını kurul merdivenlerinde sabahlamak suretiyle (kimse oy sandıklarını terk etmiycek ama!) hilesiz hurdasız alabilecek babayiğit varsa iki ricam olucekti. Artık başkansınız her yerde sözünüz geçer.
  1. Batı seviyesinde dizi istiyoruz, öyle Tango&Cash gibi geçen yüzyılın uyarlamaları kurtarmaz. Breaking Bad veya The Handmaid’s Tale’i uyarlasınlar novlur!
  2. Tabiykisi de yerli dizi yersiz uzun, bari 60 dakika olsun.
Hadi başkanım, şunca gaz verdim, ilk icraatınızdır ellerinizden öper!

15 Ekim 2018 Pazartesi

Güncelledim kendimi.

Madem her konuya hakimim bari okulunu okuyayım dedim. (Adalet okuyorum, evet.)

İkinci roman ne zaman diye soranlara selam olsun. Kurgu bitti. Yazma çalışmaları başladı. Ama her adımda Fazilet Hanım ve Kızları'na benzemesin diye uğraşıyorum. Nasıl yani? NY polisiyesinden Reşitpaşa Konakları'nda kabusa hemencik nasıl geçtin? sorun sorun. Ben de soruyorum ama kafam deli kızın çeyizi gibi. Yanıtı bulmak kolay olmuyor o çıfıt çarşısının içinde.

Beni oku : www.sanahaber.blogspot.com ve www.birdizihaber.com

YAD (Bakkallarda marketlerde demek isterdim ama sanırım en kolay/hızlı internet ortamından bulunuyor)

Tasmalı Ucube (YAD Albümü II)

Henüz yeni binyıla girmemiştik, hatta daha 90ların başındaydık. Taksim Meydanı üniversite birinci sınıf öğrencisinin üç boyutlu mimari çizim programındaki deneme dosyasına benzemiyordu, İstiklal Caddesi’nde bütün tabelalar aynı pirinç renk değildi ve Sütiş’te yemek niyetine pilav üstü tavuktan başka birşey bulabilmek bir lükstü. Cumartesi pazar günleri İstiklal hıncahınç dolu olur, hele festival zamanlarında adım atacak yer bulunmazdı lafı gerçeğe dönüşürdü. Borsa Lokantası’nda bir gökdelen inşaatına benzeyen salata tabağı efsanesi duyulalı çok olmamış, A Kiss Before Dying filminin vizyona girişi üstünden çok geçmemişti. Bir arkadaşımla bu filmi izlemeye gitmiştik, İstiklal’i ilk görüşüm o zamandı. Hey gidinin gidisi, İstiklal’de yürürken tramvayın geldiğini anlamamış, ezilmekten son anda arkadaşım tarafından kurtarılmıştım. Borsa Lokantası’ndaki salata efsanesini yerinde gözlemlerken kendimi uzaylı gibi hissetmiştim. Sinema, festival, kitabevleri falan tamamdı da bu nedensizce gezinme haline çok uzak bir insandım. Çok.

Bundan 10 yıl sonra, kuzenimle bir cumartesi sinemaya gitmeye karar verdiğimizde, sonbaharın sabah sıcağı ile öğleden sonrasının hafif serinliği arasında, binlerce insanla sırt sırta yürümeye çalışmaktan bıkıp bir kafeye oturduk ve etrafı incelemeye başladık. Benim ilk İstiklal deneyimime göre kalabalıkların ruhu değişmişti. Başka başka yüzler, mekanlar, sebepler, olaylar vardı etrafımızda. “Taksim bitti galiba” demiştik. Sanırım o laf ilk kez o zaman kullanıldı. Belki birkaç kişi daha, bizden önce ya da sonra, ama çok önce değil. Henüz başımıza geleceklerden habersizdik. Henüz kendi yolumuza gitmemiş, ülkeyi terk etmemiş, bir heves geri dönmemiş ve ağzımızın payını almamıştık.

Taksim biz o gün öyle dedik diye bitmedi, kalabalıklar sonraki yıllarda bir şekilde bir nedenle akın akın gelmeye, Taksim olmasa başka yerlerde toplanmaya devam etti. Benim de yazarlık deneyimi için bazı alanlara seyirttiğim, sabahlara kadar kitap okuyup ilk mahlasımla birkaç yazıyı bazı dergilerde yayınlattığım günlerdi. Bildiğim mekanları, kentleri ve sokakları geziyor, kalabalığın değişen yüzüne alışmaya çalışıyordum.

Binyılın ilk yarısına yaklaşırken bir arkadaşım bana, aşağıdaki şarkıyı, grubu da öğreneyim hem de müzik neymiş, klip ne demekmiş göreyim diye gönderdi (siz iç geçirmeden ben yazayım; genelde bir gruptan/şarkıcıdan sadece bir-iki şarkı biliyorsanız kesin onu bir arkadaşınızdan/sevgilinizden öğrenmişsinizdir, kendi kendinize keşfedeceğiniz ve yalnız bir şarkısını seveceğiniz grup yoktur. Öyle diyolla valla ben diyenin yalancısıyım. Klibinin şarkısından daha etkileyici olduğunu düşündüğüm yegane şarkıdır ve klip/şarkı ikileminde Sepultura-Rattamahatta ile yarışır).

Aradan birkaç yıl daha geçti. Bu kez NY’ta, bir Şükran Günü ertesi, tüm kent sabah ezanında (Müslüman olmayan bir kentten bahsederken nasıl da sakil duruyor bu ifade değil mi? Ama yazarın zihninde o saatler hep sabah ezanının okunduğu saatlere denk geliyordu, ne yaparsın), metroları doldurup Time Square civarında inerek birazdan kapılarını bu delisaçması bir olaya açacak olan mağazalara doluşacaktı. Birkaç gün öncesine kadar haftada bir gözlem yapmak için sıkça dolaştığım orta kalabalık sokaklarda, köşebaşlarında bu kez belki milyonca insan vardı. Bazılarının ellerinde notlar (hangi mağazada hangi ürün süper indirimde, evde olsun olmasın sırf fiyatı düştü ve bir gün lazım olur diye almam gereken ürünler neler, Macy’s’de hangi ürün hangi katta listesi), bazıları birbirine bağırıp önce hangi mağazaya dalmaları gerektiği tartışması yapıyordu. Arkadaşlarımla birkaç mağazaya girip gerçekten şaşırtan indirimlerle sunulan o ürünleri inceledik, birkaçını almayı başardık. Başardık diyorum, kasaya kadar gelip o etabı hasarsız atlattığımız için çok şanslıydık. Kara Cuma çılgınlığına birlikte daldığım arkadaşlarımın anılarında, yediğimiz yengeç burger ve pretzel (çakma yaban simidi) ile 4 dolara aldığımız Donna Karan etek kalmış olabilir. Benim anılarımda bu görüntü kaldı; yıllar öncesinde Taksim’de bıraktığım “bura bitmiş aga” duygusunun milenyumdaki dışavurumu. Ama bana yine gelmişler, zihnim bulanmış, akşamına eve ulaşınca iki gün kadar yalnızlık terapisi yapmak zorunda kalmıştım.

Arkadaşımın, ben NY’a gitmeden önce dinlettiği bu Korn şarkısı orada kurtarıcılarımdan biri oldu. Ne zaman kendimi hıncahınç dolu metroda, bitmek bilmeyen kasa kuyruklarında, dakikalarca kıyafet denemek zorunda kalabileceğim havasız bir kabinde ya da birbirini ezerek o 50 dolardan 3 dolara indirilen “şeyi” almaya odaklanmış Walking Dead insanlarının ayakları altında bir kabus öznesi olarak buldum, müzikçalarımı açıp bu şarkıyı dinledim. Ne zaman bu şarkıyı dinledim, kalabalıklardan bunaldım ve kâh kitap okuyarak kâh yazarak kendime kaçtım.

Bazen akşamüstü, bazen geceyarısı veya sabahın ilk ışıklarıyla birkaç satır yazmayı başarabildiğim zamanların başında, zihnimi rahatlatmak için, bütün bu hengamenin bittiğini kendime göstermek için dinledim. Kelimelerime ulaşıp kendimi kurgumun içinde kaybetmenin ilk adımı olarak. Bir başka ifadeyle siz hepiniz ben tek kalışımın açılış müziği olarak.

Bugün bile, aradan geçen onküsür yıla rağmen, bu şarkının zihnimdeki karşılığı; aşırı nefes alamamalı, herkesten kaçıp ev ortamına sığınarak birkaç satır yazıp bu histeriden kurtulmalı bir andır. Diğer bir deyişle, yazarın “yazmasam çıldıracaktım”ıdır.




YAD'ın bir Albümü Var!

Durunuz! Yok öyle bir şey! Olacak ama.

Yani hayır, albüm çıkarmadım. Aslında sesim güzeldir, alimallah piyasadaki benim diyen popçudan daha güzel türkü söylerim (daha iyi pop söylediğim kesin de şartları biraz zorlayayım dedim.)

Hayır onu demiyorum. İlk ve henüz bebek adımlarıyla ilerleyen romanım YAD’ın bir albümü var. Şunu demek istiyorum. Romanı yazarken ne hissettiğimi, nasıl aklıma geldiğini, konuyu nasıl seçtiğimi ve daha birçok soruyu sorup duran okurlar, eş dost ve tanıdığa verebileceğim en iyi cevabın, YAD’ı yazarken dinlediğim, ama kesintisiz dinlediğim, müzikler olduğunu fark ettim. Diğer bir deyişle, neyi neden yazdığımı anlatamam ama nasıl yazdığımı duyabilirsiniz. Oluşturacağım listeden de zaman zaman o havaya girebilirsiniz. Hatta biraz ileri gidip romanı okurken dinlenebilecek türden bir liste bile oluşturabilirim (söz vermeyeyim ama siz heyecan yapın tabii).

İlk adımı atıp buradan şimdi hemen, YAD’ı yazmaya başlamadan önceki ruh halimi kabak gibi anlatan, her sabah 7’de uyanıp bir kahve bir donat (gerçekten!) eşliğinde metroya koşarken dinlediğim “aşırı yalnızlığın ruhsal çöküntü eşliğindeki isyanı” adlı şarkıyla başlayayım:

Kapa gözlerini, yoldasın, insanlar, arabalar, bulutlar, ağaçlar, kuşlar geçiyor. Sonra metronun merdivenlerinden aşağı iniyorsun, bir başka dünyaya giriyorsun. Kahveni dökmemeye çalışarak ilerliyorsun, belki şansa bir yer bulup oturursun, yoksa da can sağolsun. şöyle bir etrafa bakıyorsun hareket ederken. Dev metal kutular bir ileri bir geri vızır vızır geçerken insanlar duruyor. Sanki zaman duruyor o an. Göz göze gelmemeye çalışan duran-insan zindanına hapsoluyorsun. Hiçbir şey hareket etmeden, senin de öyle orada durmanı bekliyor. Zamansızlığa, hiçliğe eşlik etmen isteniyor. Bir an önce yine o koşturan, yürüyen, dağılan, bir açılıp bir kapanan, esen gürleyen, sıradan ama sıcak dünyaya dönmek için bir adım atasın geliyor.

Hareket edemiyorsun. Olağanüstü bir Ridley Scott filminde sıkışmış gibisin. Neden bir türlü elini kolunu sallaya sallaya binemiyorsun şu metroya, karışamıyorsun kalabalığa? Yabancısın işte. Neyse ki kulağında bu şarkı var. Üstelik gönülsüz yer aldığın bu film de olağanüstü. Ne yani, olmasın mı? Hayatta sıradan olan ne var ki? Ve her sabah tam köprüden geçerken yeryüzüne çıkan metronun çizile çizile bulanıklaşmış penceresinden aynı şeyi görüyorsun: Bir taraf sen, öteki taraf cesur ve özgür dünya!

Bağrına oturan taşı elinin tersiyle itip çenen hafif yukarıda, tam bir Newyorker havasıyla çıkışa doğru ilerliyorsun. Keşke insanoğlu bu kıtayı hiç bulmasaydı diyorsun.



Sentenced - Mourn

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...