II.
Geçen hafta yazımızın başında şöyle demiştik: “Türkiye bütün
sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır, Amerikanlaşmıştır ve ama buna rağmen hâlâ
kapı gibi işçi sınıfımızın varlığı, metropollerde, kentlerde ve kasabalarda bu
her türden dönüşüme direnen yüzüyle -ve yalnız bırakılmadan- hak ettiği
arındırmaya kavuşmalıdır.”
Bir siyasi değişim sürecini toplum üstünden okuyarak
yorumlayabilirsiniz. Hiçbir siyasi terim, kavram ya da kaynak kullanmadan da
başımıza gelenleri anlayabilirsiniz. Etrafınıza şöyle bir bakın. Eminönü’nde
bir saat geçirin, Anadolu’da bir kasabaya gidin ya da Esenler Otogarı’nda kafe
ve lokantaların olduğu yerde bir süre gezinin. Ne demek istediğimi
anlayacaksınız. Ben toplumdaki çözülüşü, diğer bir tanımla çürümeyi ve dağılışı
belirli kavramlar ve örnekler üzerinden incelememi sürdürüyorum. Bu hafta
sizinle kahvaltılık bir şeyler arıyoruz.
Aklıma gelen en eğlenceli, en eski, en güncel, en ucuz, en sevdalı
ve doğayla en çok iletişim kurduğumuz kahvaltı türüdür susamlı simit ve çay.
Siz hiç vapurdan kuşlara simit attınız ve selamlaşıp onların “afiyet olsun”
çığlıklarını dinlediniz mi? (Bu cümlenin, “İstanbul Vapurunu Seçiyor”
kampanyasında da kullanılmadığını umarak yazıyorum kontrol etmeye vaktim
olmadı, belki de o rezilliği görmeye isteğim yoktu, bilemiyorum). Bazılarımız
için hem kurtarıcı hem de “tek yol simit!” türünden zorunlu bir beslenme türü
olduğunu bilirsiniz. Çoğu zaman, karbonhidrata –sıkça hamur işi olan türüne-
dayalı gıdalarla beslenme mecburu sınıfım çok iyi bilir.
Güzelim simitle bir sorunumun var oluşu, işte tam da geçen hafta
bahsettiğim projelerden birine denk düşüyor. İstanbul’un “küçük
burjuva”laştırılmasıdır sorunumun açık adı. Sınıfı reddetmekle, unutmakla, hiçe
saymakla kalmayıp bir de ondan başkalaşmış başka başka katmanlar yaratarak
bölmeye çalışan bu kirli ideolojinin bir küçük burjuva kanalından bir başka ve
daha kirli burjuva kanalına aktardığı ve rantlaştırdığı simit dünyası üzerinden
isyan etmek istiyorum dönüşüme ve dönüşümün nezdinde reddediyorum bu susamlı
küçük kabadayıyı!
Dönüşümün bir başka türünde, Taksim’e yolu düşenlerin gördüğü ilk
değişim, zamanında “simitcıeeee” diye bağırarak ve zabıtadan tüyerek simit
satan temiz yüzlü Anadolu insanımızın yerini alan, yüzündeki bakış ve çizgiler
yıllara inat değişmese de üstlerindeki kılık kıyafet kırmızı/bordo üzerine
altın sarısı bantlı halde tekdüzeleştirilmiş, birbirinin kopyası satıcılar
oldu. Yanlış anlaşılmasın, değişen simitçilerimizin kendisi değil,
yaftası.
Bu renk seçiminin ve değişimin ardındaki “akıl”, birkaç yıl önce
bütün tabelaları kahve üzeri pirinç versiyonuyla değiştirerek İstiklal’e o
tarihi görünümünü vermeye çalışmıştı. Aynı akıl, yolları granit kaplıyor ve
sanırım gelecek yıla da bu granitleri yıkatarak “İstiklal’de bal dök yala
yarışması” düzenleyecektir. Turizme katkı anlamında daha ne yapılabilir diye
sormaya gerek yok. Malum belediyenin sitesine girin, bakın! Ya da olmadı doğru
büyükşehire!
Bu yeni format simitçiler, izinle çalıştıklarından artık zabıtadan
da kaçmıyorlar. Sadece boyacılar ve mendil satan çocuklar belki... Geçenlerde
gözüme bir manzara takıldı. İki zabıta bu simitçilerden birinin yanına geldi ve
biraz konuştuktan sonra simitçi tablanın altından bir paket çıkarıp onlara
uzattı. Sonra zabıtalar kenarda oturan ve ekmek parası için fırça sallayan
boyacı amcama “uğradılar”. Amcam pek oralı olmayınca da kovaladılar. Zavallı
adam iteleme kakalama arasında caminin arka sokağına kaçtı.
Nerede kalmıştık? Simit? Toplum mühendislerinin dönüşüm
projelerinde bir madde haline gelmiş ve benim de dönüşümü üzerinden okuduğum
simit. Dönüşüm sadece simitçilerin tektipleştirilmesinde yaşanmadı. Yalnızca
İngiliz veya Amerikan kahve evlerinin İstiklal’i basmasında da değil değişim...
Birkaç yıl önce İstanbul’da sokakta simitçiden veya hiç olmadı pastaneden
alınan simit, “kurumsallaştı!”. Simitin halkası kurumsallaşırken şekli değişti
ve içine yalnızca evlerimizde yapılmakla kaldığını sandığımız modelde türlü
eklentiler sokuşturuldu ve simitin orijinal tadı bulanıklaştı! Emek, ülkemin
her santimetrekaresinde sömürülürken simitin üzerindeki emek de giderek
burjuvalaştı! Sattığı simitten aldığı paraya emeğin karşılığı diyenlerin yerine
de emek eşittir rant denklemini kuran bir sınıf geldi.
İstanbul’un her yerini kızamık tanesi gibi basan “simit ev”ler,
tabelalarına bir simit resmi yerleştirip biraz da peynir ve domates dilimiyle
kendi simit dünyalarını yarattılar. Simit Dünyası, Simit-Ev, Simit-çi, SimiT,
gibi türlü versiyonları bulunan bu evlerin “Simit-World” veya Simit-Port
olanının çıkmasına ramak kaldı.
Bu simit evler, sabah öğlen tek alternatifi simit olan insanların
“sınıf atlamış” versiyonunu temsilen, “eğer biraz daha paran varsa gel, yanında
peynir ve domates ve hatta bal ve çay da var” mesajını iletiyorlar şehre her
gün. Dahası, eskiden bir simiti meydandaki heykelin gölgesinde paylaşan
sevgililerin yerini artık dişinden tırnağından arttırıp masa başında
çay-peynir-simit üçgenine hapsolmuş aşklar aldı. Popüler müzik denilen cıstak
cıstakların çalındığı, gençlerin dershane-okul-parttaym iş molasında buluştuğu
bu mekanlar, eğer biraz kafa yorulursa ve hesabı yapılırsa, kendi yağıyla
kavrulan üretken bir simitçinin, mikro kredi alarak kısa zamanda “simitbey”
veya “simitağa” olmasını sağlayacak kadar kârlı. İşte bu simit dünyalarından
Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nde de adım başı açıldı. Önce meydana 5
katlı, sonra İstiklal’e her elli metrede bir, iki veya üç katlı bir tane
konuşlanıverdi. Şimdi İstanbul’da küçük bir tur atma fırsatımız olsaydı,
inanıyorum ki otobüs duraklarımızın sayısı kadar simit “mekanı” olduğunu
görebilecektik.
Simit, simit olalı, benim bildiğim en lüksünden, biraz peynirle ve
çayla yenirken (çocukken annem sokaktan geçen simitçiden simit alırdı ve
arasına peynir koyup fırında biraz ısıtırdı, aman da ne güzel yenirdi!!!),
şimdi sucuklu, kaşarlı, tulum peynirli, sosisli, zeytinli, sadeli gibi
modelleri ile çay, kahve, meyva suyu veya ayran ile “gidiyor”. Pek tabiî bir
sürü kurabiye, pasta ve börek cinsiyle aynı vitrinde.
Bir simit bir çayla...
Biraz da lafı dolandırmadan asıl söylemek istediklerimizle bitirelim yazımızı ve kahvaltımızı da biz yine bildiğimiz yöntemle yapalım. Geçen hafta bitirirken, “halk bunu istiyor” şiarına olan yaslanmadan bahsetmiş ve burjuva ideolojisinin bu yolla kendi kirini nasıl bulaştırmaya ve bu sırada haklı çıkmaya çalıştığını söylemiştik. Devam edelim.
Biraz da lafı dolandırmadan asıl söylemek istediklerimizle bitirelim yazımızı ve kahvaltımızı da biz yine bildiğimiz yöntemle yapalım. Geçen hafta bitirirken, “halk bunu istiyor” şiarına olan yaslanmadan bahsetmiş ve burjuva ideolojisinin bu yolla kendi kirini nasıl bulaştırmaya ve bu sırada haklı çıkmaya çalıştığını söylemiştik. Devam edelim.
Halk bunu istemiyor. Halk, Taksim Meydanı’nın keyfini sürerken,
bir Cumartesi öğleden sonrasında, kuşlarla birlikte simit yemek istiyor. Halk,
kahvesini ister köpüklü Türk usulü; ister çekilmiş isterse de demli çayını ince
belli bardaktan içmek istiyor. Halk kurabiye de yemek istiyor, sandviç de.
Sağlıklı ev yemekleri de. Ama bunlar için dayatılan anlamsız içerikli menüleri
ve sunulan hesap ekstrelerini reddediyor! Halk, iki katı fiyat üstünden yüzde
yirmi indirimli süper taksitli giysileri sürekli borçlandırılarak almayı
reddediyor, her ne kadar yıl sonu tüketim miktarları tersini gösteriyorsa da,
ya bu verilerin halkı bizim bildiğimiz halk değil özel bir “sınıf”tır ya da
isterseniz konumuzda geçen halk kelimesini işçi sınıfı ile değiştirerek tekrar
okuyun. O zaman tırnak içindeki sınıfın sömürücü sınıfın ta kendisi olduğunu ve
toplum mühendisliğinin dönüşüm programında bu sınıfa katmanlar halinde, alt
gruplar ekleme yarışında maalesef biraz galip gelindiğini göreceksiniz.
İstanbul küçük burjuvalaştı. Amerikanlaştı ve o kişiliksiz sınıfın etrafında,
kendi sınıfsal kimliğini bilmeyen bir sınıf katmanı oluşuverdi. Hala bu
sınıfsal yapının işçi sınıfından uzak olduğunu, daha doğrusu işçi sınıfının bu
ideolojiyle kirlenmek dışında o halkaya eklemlenmediğini hatırda tutmak lazım.
Geçen hafta kapanışta söylediğimiz lafın da arkasında durmak lazım. Tarih ve
mücadele bize, İstanbul’un hangi şartlarda gerçek bir kültür başkenti
olabileceğini göstermektedir. Neler yapılması gerektiğini söylemek o kadar da
zor değil. Dönüşümü üzerinden okuduğumuz susamlı küçük burjuvamız bize yol
göstermektedir. Toplum mühendisliği Türkiye’yi Amerikanlaştırma projelerinde
başarılı oladursun, hala elimizde olanın da farkına varmamız gerektiğini bağıra
bağıra söylüyor bize. Yanı başımızda hala “kapı gibi” işçi sınıfı var. Kirli
burjuva ideolojisini her soluğunda biraz daha içine çeken ama tamamen
dönüştürülmesi o kadar kolay olmayan (ve olmayacak olan) işçi sınıfının bu
dönüşüm mühendislerine ve projelere yenik düşmemesi için ne yapılması gerektiği
ise ortadadır. Mücadele sadece bir kulvarda verilmeyecektir ama kulvarlardan
biri de burasıdır. Tam da kentin göbeği. Sınıf da tam karşınızdadır. İşte
onurlu, arınmış ve gayet sınıfsal bir kahvaltı; Bir simit bir çayla, saygıyla
selamlarım: “Hoşgeldin proleterya!”