30 Nisan 2015 Perşembe

bir simit bir çayla, hoşgeldin proleterya... (Ağustos 2006-II)

II.

Geçen hafta yazımızın başında şöyle demiştik: “Türkiye bütün sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır, Amerikanlaşmıştır ve ama buna rağmen hâlâ kapı gibi işçi sınıfımızın varlığı, metropollerde, kentlerde ve kasabalarda bu her türden dönüşüme direnen yüzüyle -ve yalnız bırakılmadan- hak ettiği arındırmaya kavuşmalıdır.”

Bir siyasi değişim sürecini toplum üstünden okuyarak yorumlayabilirsiniz. Hiçbir siyasi terim, kavram ya da kaynak kullanmadan da başımıza gelenleri anlayabilirsiniz. Etrafınıza şöyle bir bakın. Eminönü’nde bir saat geçirin, Anadolu’da bir kasabaya gidin ya da Esenler Otogarı’nda kafe ve lokantaların olduğu yerde bir süre gezinin. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ben toplumdaki çözülüşü, diğer bir tanımla çürümeyi ve dağılışı belirli kavramlar ve örnekler üzerinden incelememi sürdürüyorum. Bu hafta sizinle kahvaltılık bir şeyler arıyoruz.

Aklıma gelen en eğlenceli, en eski, en güncel, en ucuz, en sevdalı ve doğayla en çok iletişim kurduğumuz kahvaltı türüdür susamlı simit ve çay. Siz hiç vapurdan kuşlara simit attınız ve selamlaşıp onların “afiyet olsun” çığlıklarını dinlediniz mi? (Bu cümlenin, “İstanbul Vapurunu Seçiyor” kampanyasında da kullanılmadığını umarak yazıyorum kontrol etmeye vaktim olmadı, belki de o rezilliği görmeye isteğim yoktu, bilemiyorum). Bazılarımız için hem kurtarıcı hem de “tek yol simit!” türünden zorunlu bir beslenme türü olduğunu bilirsiniz. Çoğu zaman, karbonhidrata –sıkça hamur işi olan türüne- dayalı gıdalarla beslenme mecburu sınıfım çok iyi bilir. 

Güzelim simitle bir sorunumun var oluşu, işte tam da geçen hafta bahsettiğim projelerden birine denk düşüyor. İstanbul’un “küçük burjuva”laştırılmasıdır sorunumun açık adı. Sınıfı reddetmekle, unutmakla, hiçe saymakla kalmayıp bir de ondan başkalaşmış başka başka katmanlar yaratarak bölmeye çalışan bu kirli ideolojinin bir küçük burjuva kanalından bir başka ve daha kirli burjuva kanalına aktardığı ve rantlaştırdığı simit dünyası üzerinden isyan etmek istiyorum dönüşüme ve dönüşümün nezdinde reddediyorum bu susamlı küçük kabadayıyı!

Dönüşümün bir başka türünde, Taksim’e yolu düşenlerin gördüğü ilk değişim, zamanında “simitcıeeee” diye bağırarak ve zabıtadan tüyerek simit satan temiz yüzlü Anadolu insanımızın yerini alan, yüzündeki bakış ve çizgiler yıllara inat değişmese de üstlerindeki kılık kıyafet kırmızı/bordo üzerine altın sarısı bantlı halde tekdüzeleştirilmiş, birbirinin kopyası satıcılar oldu. Yanlış anlaşılmasın, değişen simitçilerimizin kendisi değil, yaftası. 
Bu renk seçiminin ve değişimin ardındaki “akıl”, birkaç yıl önce bütün tabelaları kahve üzeri pirinç versiyonuyla değiştirerek İstiklal’e o tarihi görünümünü vermeye çalışmıştı. Aynı akıl, yolları granit kaplıyor ve sanırım gelecek yıla da bu granitleri yıkatarak “İstiklal’de bal dök yala yarışması” düzenleyecektir. Turizme katkı anlamında daha ne yapılabilir diye sormaya gerek yok. Malum belediyenin sitesine girin, bakın! Ya da olmadı doğru büyükşehire!

Bu yeni format simitçiler, izinle çalıştıklarından artık zabıtadan da kaçmıyorlar. Sadece boyacılar ve mendil satan çocuklar belki... Geçenlerde gözüme bir manzara takıldı. İki zabıta bu simitçilerden birinin yanına geldi ve biraz konuştuktan sonra simitçi tablanın altından bir paket çıkarıp onlara uzattı. Sonra zabıtalar kenarda oturan ve ekmek parası için fırça sallayan boyacı amcama “uğradılar”. Amcam pek oralı olmayınca da kovaladılar. Zavallı adam iteleme kakalama arasında caminin arka sokağına kaçtı. 

Nerede kalmıştık? Simit? Toplum mühendislerinin dönüşüm projelerinde bir madde haline gelmiş ve benim de dönüşümü üzerinden okuduğum simit. Dönüşüm sadece simitçilerin tektipleştirilmesinde yaşanmadı. Yalnızca İngiliz veya Amerikan kahve evlerinin İstiklal’i basmasında da değil değişim... Birkaç yıl önce İstanbul’da sokakta simitçiden veya hiç olmadı pastaneden alınan simit, “kurumsallaştı!”. Simitin halkası kurumsallaşırken şekli değişti ve içine yalnızca evlerimizde yapılmakla kaldığını sandığımız modelde türlü eklentiler sokuşturuldu ve simitin orijinal tadı bulanıklaştı! Emek, ülkemin her santimetrekaresinde sömürülürken simitin üzerindeki emek de giderek burjuvalaştı! Sattığı simitten aldığı paraya emeğin karşılığı diyenlerin yerine de emek eşittir rant denklemini kuran bir sınıf geldi.

İstanbul’un her yerini kızamık tanesi gibi basan “simit ev”ler, tabelalarına bir simit resmi yerleştirip biraz da peynir ve domates dilimiyle kendi simit dünyalarını yarattılar. Simit Dünyası, Simit-Ev, Simit-çi, SimiT, gibi türlü versiyonları bulunan bu evlerin “Simit-World” veya Simit-Port olanının çıkmasına ramak kaldı. 

Bu simit evler, sabah öğlen tek alternatifi simit olan insanların “sınıf atlamış” versiyonunu temsilen, “eğer biraz daha paran varsa gel, yanında peynir ve domates ve hatta bal ve çay da var” mesajını iletiyorlar şehre her gün. Dahası, eskiden bir simiti meydandaki heykelin gölgesinde paylaşan sevgililerin yerini artık dişinden tırnağından arttırıp masa başında çay-peynir-simit üçgenine hapsolmuş aşklar aldı. Popüler müzik denilen cıstak cıstakların çalındığı, gençlerin dershane-okul-parttaym iş molasında buluştuğu bu mekanlar, eğer biraz kafa yorulursa ve hesabı yapılırsa, kendi yağıyla kavrulan üretken bir simitçinin, mikro kredi alarak kısa zamanda “simitbey” veya “simitağa” olmasını sağlayacak kadar kârlı. İşte bu simit dünyalarından Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nde de adım başı açıldı. Önce meydana 5 katlı, sonra İstiklal’e her elli metrede bir, iki veya üç katlı bir tane konuşlanıverdi. Şimdi İstanbul’da küçük bir tur atma fırsatımız olsaydı, inanıyorum ki otobüs duraklarımızın sayısı kadar simit “mekanı” olduğunu görebilecektik.

Simit, simit olalı, benim bildiğim en lüksünden, biraz peynirle ve çayla yenirken (çocukken annem sokaktan geçen simitçiden simit alırdı ve arasına peynir koyup fırında biraz ısıtırdı, aman da ne güzel yenirdi!!!), şimdi sucuklu, kaşarlı, tulum peynirli, sosisli, zeytinli, sadeli gibi modelleri ile çay, kahve, meyva suyu veya ayran ile “gidiyor”. Pek tabiî bir sürü kurabiye, pasta ve börek cinsiyle aynı vitrinde.

Bir simit bir çayla...
Biraz da lafı dolandırmadan asıl söylemek istediklerimizle bitirelim yazımızı ve kahvaltımızı da biz yine bildiğimiz yöntemle yapalım. Geçen hafta bitirirken, “halk bunu istiyor” şiarına olan yaslanmadan bahsetmiş ve burjuva ideolojisinin bu yolla kendi kirini nasıl bulaştırmaya ve bu sırada haklı çıkmaya çalıştığını söylemiştik. Devam edelim.

Halk bunu istemiyor. Halk, Taksim Meydanı’nın keyfini sürerken, bir Cumartesi öğleden sonrasında, kuşlarla birlikte simit yemek istiyor. Halk, kahvesini ister köpüklü Türk usulü; ister çekilmiş isterse de demli çayını ince belli bardaktan içmek istiyor. Halk kurabiye de yemek istiyor, sandviç de. Sağlıklı ev yemekleri de. Ama bunlar için dayatılan anlamsız içerikli menüleri ve sunulan hesap ekstrelerini reddediyor! Halk, iki katı fiyat üstünden yüzde yirmi indirimli süper taksitli giysileri sürekli borçlandırılarak almayı reddediyor, her ne kadar yıl sonu tüketim miktarları tersini gösteriyorsa da, ya bu verilerin halkı bizim bildiğimiz halk değil özel bir “sınıf”tır ya da isterseniz konumuzda geçen halk kelimesini işçi sınıfı ile değiştirerek tekrar okuyun. O zaman tırnak içindeki sınıfın sömürücü sınıfın ta kendisi olduğunu ve toplum mühendisliğinin dönüşüm programında bu sınıfa katmanlar halinde, alt gruplar ekleme yarışında maalesef biraz galip gelindiğini göreceksiniz. 

İstanbul küçük burjuvalaştı. Amerikanlaştı ve o kişiliksiz sınıfın etrafında, kendi sınıfsal kimliğini bilmeyen bir sınıf katmanı oluşuverdi. Hala bu sınıfsal yapının işçi sınıfından uzak olduğunu, daha doğrusu işçi sınıfının bu ideolojiyle kirlenmek dışında o halkaya eklemlenmediğini hatırda tutmak lazım. Geçen hafta kapanışta söylediğimiz lafın da arkasında durmak lazım. Tarih ve mücadele bize, İstanbul’un hangi şartlarda gerçek bir kültür başkenti olabileceğini göstermektedir. Neler yapılması gerektiğini söylemek o kadar da zor değil. Dönüşümü üzerinden okuduğumuz susamlı küçük burjuvamız bize yol göstermektedir. Toplum mühendisliği Türkiye’yi Amerikanlaştırma projelerinde başarılı oladursun, hala elimizde olanın da farkına varmamız gerektiğini bağıra bağıra söylüyor bize. Yanı başımızda hala “kapı gibi” işçi sınıfı var. Kirli burjuva ideolojisini her soluğunda biraz daha içine çeken ama tamamen dönüştürülmesi o kadar kolay olmayan (ve olmayacak olan) işçi sınıfının bu dönüşüm mühendislerine ve projelere yenik düşmemesi için ne yapılması gerektiği ise ortadadır. Mücadele sadece bir kulvarda verilmeyecektir ama kulvarlardan biri de burasıdır. Tam da kentin göbeği. Sınıf da tam karşınızdadır. İşte onurlu, arınmış ve gayet sınıfsal bir kahvaltı; Bir simit bir çayla, saygıyla selamlarım: “Hoşgeldin proleterya!” 

Küçük Amerika'nın Sandwichleri (Ağustos 2006-I)

(yayın tarihi Ağustos 2006'dır. 2 bölümden oluşur.)
I.

Türkiye'nin 80 sonrası sosyo-ekonomik yapısı üzerine yazılabilecek her metin, genel olarak belirgin bir tezi savunmaya, bir şekilde bir yerinden bu teze tutunmaya çalışacaktır. Gerçeklerden kaçamayız çünkü... Bu tez, Türkiye'nin yapısal olarak gittikçe Batı kültürünü içselleştirdiği mesajını taşır. "Türkiye, Küçük Amerika",  bu tezin terimleştirilmiş hallerinden biridir. İşte size, bu çok genel geçer ve çeşitli şekillerde dillendirilen tezin bir başka terimi; "Amerikanlaşma"

"Türkiye, iç ve dış yapısı, ekonomisi ve sosyal sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır."

Türkiye bütün sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır, Amerikanlaşmıştır ve ama buna rağmen hala "kapı gibi" işçi sınıfımızın varlığı, metropollerde, kentlerde ve kasabalarda bu "her türden dönüşüme" direnen yüzüyle -ve yalnız bırakılmadan- hakettiği arındırmaya kavuşmalıdır.

Burjuva ideolojisi hangi kanattan saldırırsa saldırsın, bahsi geçen dönüşüm işçi sınıfı için bir "dönüşüm" değil, bir "çamur sıçratma" kıvamında kalmıştır, kalacaktır ve kalmalıdır. Değişen; kentler, insanlar ve belki bazı sınıfsal yapılar olsa da işçi sınıfı bu dönüşüme ayak diremeli ve uygun adım marşta "ritm bozmalıdır".

70'lerin dirençli çıkışlarının yerini 80'lerin sakin ve olduğu yerde devingen içine kapanık yapısı aldı. Düşünce suç oldu, ama aslında sadece bazı düşünceler suçtu. ‘80 darbesinin bir daha yeşermemek üzere yerle bir ettiği gelecek umutları bir yana, 90ların ortalarına kadar serbest piyasa ekonomisi ile "globalleşme"nin getirdiği sosyo-kültürel değişim, bize kapitalizmin aslında "iyi huylu bir çocuk" olabileceği yalanını yutturmaya çalışıyordu. Öyle ki umutlarımız topraktan her uç verdiğinde, eskiyi hatırlatacak bir proje ortaya atılıveriyor, canımız yandığı oranda da sadece bize sunulan "yeni" sisteme ayak uydurmanın daha iyi bir yol olduğuna inanmak zorunda bırakılıyorduk. 80'li yılların ortalarında işaret parmağını sallayan sistem, 2000'li yıllara gelindiğinde elma şekeri vaad ediyordu. Toplum mühendisliği fakültesinin yeni mezunları da var güçleriyle bize bu şekerlerden satmanın yollarını aradılar. En tatlı şekeri bulmak zor olmadı. "Made in USA"
"Gelişiyoruz, öğreniyoruz, teknolojiyi kölemiz ettik Allah seni inandırsın, bak işçisinden ustasına herkeste bir cep telefonu, işte medeniyet! Üstelik ben engellilere mutluluk saçıyorum," şeklinde tanımlanıyor bu yeni durum. Üstelik bir de şiarları var bu sıfatı üstümüze sıçratanların; "Halk bunu istiyor"

Halk derken... Sınıf kavramının unutturulmaya çalışıldığı bir durumda halk kelimesi, nereye koysan gider türünden bir kurtarıcı işlevi görmekte ve toplumun tamamını bir anda kenetleyivermektedir.

Verilen mesaj açıktır; İşçi de olsan, burjuva da deseler sana, aynısın. Gelişiyorsun, büyüyorsun. Daha ne istiyorsun? İstanbul'da bir zamanlar, "inşaat işçisi Marlboro içiyor ama" diyen zihniyet, şimdi "İşçide bile cep telefonu var" diyebiliyor ve haklı görünüyor. Peki, haklı mıdır?

Toplum mühendisliği fakültesi yeni mezunlarını veriyor
Dur durak demeden çalışıyorlar... Özellikle İstanbul'un hali üzüyor beni bu projeler içerisinde. En büyük dönüşüm burada gerçekleşti. İstanbul'un taşı toprağı altındırdan bir türlü vazgeçirilmeyen halk da bu dönüşümün renkli konuğu olarak esprilerine malzeme oldu program sunucusunun.

Son 18 yıldır İstanbul'da yaşıyorum, dolayısıyla size bu Amerikanlaşmanın en gerçek örneklerini, kendi gözlemlerimle İstanbul'dan verebilirim. Elbette bütün yaşanmış gelişmişlik ibarelerini bir kalemde silerek "eski günler geri gelsin, çamurlu yollarda gezelim, şehrin ortasında şehirlerarası otobüslerin altında kalalım üstgeçitsizlikten, kıvranalım eğitimsizlikten" zırvalığına da bulaşmaya niyetim yok. Yapılanların bir kısmı yararlı olmuştur elbette. Benim derdim Amerikanlaşan yüzüyle İstanbul'la. Bir de içi boşaltılan eğitim sisteminden dertliyim bir öğretmen olarak ama onu bir başka yazıda deşmek lazım. Sizlere bu hafta, Amerikanlaştırılan İstanbul'dan görüntüler aktarmak istiyorum. Gelecek hafta ise bir haftasonu klasiği olan kahvaltıya değineceğim. Sınıfın susamlı küçük burjuva ile olan kahvaltısına...

Biraz kül biraz duman; yanında ne alırdınız?
Dönüşümü incelerken veri alınabilecek öznelerden biri de simit. "Susamlı küçük burjuva" sanırım ona bugünlerde takılabilecek en kült isim! Ama gelin önce, "simitimizden önce" nerelere kadar uzanan elleri görelim. Böylece, "yahu kimin aklına geldi şuncacık simitten bir cafe-ev projesi yaratmak?" şeklinde dillenen ve yakında fikrin sahibine pazarlama nobeli vermeye kalkabilecek liberal şaşkınlığı anlayabiliriz hep beraber...

Yabancı bir sandviç evi Türkiye'deki ilk şubesini açtığında, ki internet sitesi Ocak 2006 dese de, yıllardan 2002 idi. Mecidiyeköy'deki şubesinden sabahları kahvaltı niyetine aldığım tost ekmeği arası beyaz peynir ve süslemeler (biz marul-domates-salatalık deriz genelde) ile en azından poğaça-çay menüme haftanın birkaç gününde renk kattığımı düşünüyordum. Bu mütevazı görünümlü markanın (çalışanlarının komik kıyafetlere büründürülse de özünden bir şey kaybetmemiş insanımız oluşudur beni markaya karşı bu tanımı kullanmaya iten) yurtdışındaki statüsünü ise 2005 yılında gittiğim New York'ta, her öğlenini o markanın sandviçleriyle geçiren ofis arkadaşımdan öğrenecektim. Ve yine öğrenecektim ki obeziteyi sütte veya peynirde bulunan iki masum bakteride arayan Amerikalılar için öğle yemeklerinde değişik tatlar denemek şöyle dursun, takıntısı olan pizza, sandviç veya salatadan bir günlüğüne dahi caymak en büyük günahtır.

Kimisi yiyecek başka bir şey bulamadığından, kimisi ölüm derecesindeki zayıflığını korumak adına, kimisi de tek tip yiyecek diyetinin obezliğini azaltacağını duyduğundan mıdır nedir, salata New York'ta en çok tercih edilen öğle yemeğidir (ama bu salata, üzerinde tuhaf binbir çeşit yağlı ve baharatlı sosları ve içine katılan et, türlü sebzeler ve yanında yenen cipsi ile karmakarışık bir salata). Aklıma, yıllar önce bazı ses sanatçısı ünlülerimizin başlattığı, "güzelliğimi ve kilomu sadece makarna yeme diyetine borçluyum... Bütün gün maydonoz suyu ile yaşıyorum... Her yemekten sonra kusuyorum (bu söylenmeyen türüdür)" şeklindeki kampanyalar geldi. Bu sayede Amerikalı güzellere benzemeye çalışan bir sürü genç ve güzel (hafif balıketi) kızımız obeziteyi aratacak düzeyde anorexia ve blumia sınırında yaşadı uzun yıllar. Hala yaşayanları ve ısrarla özendirenleri var.

Nerede kalmıştık? Burjuvalaşan... Evet, Taksim başta olmak üzere bütün merkezleri parselleyen bilindik Amerikan ve İngiliz kahve evleri gibi bu sandviç markası da Türkiye'yi parsellemeye karar vermişti. Yıl 2002 idi ve markanın planları "tutmadı". Suya düşen planı, "kapitalistin kâr marjı, global hedefine yetmedi" diyerek yeniden tanımlamak boynumuzun borcu olsun. Önce Mecidiyeköy'deki şube kapatıldı. Sonra Taksim ve diğer şubeler. Sonra da markanın esamesi yine bilmemkaçbin şubesiyle mesken tuttuğu diğer ülkelerde okunmaya devam etti. Derken... Zaman içinde sönen yanardağ birgün patlamaya karar verdi. Diğer bütün dönüşüm aktörlerine yakın zamanlama ile.

Bir Türk firması, bu markayı yeniden "keşfetti" ve içinde bulunduğumuz yılın Ocak ayında marka tekrar piyasamıza giriş yaptı. Hem de nerede dersiniz? "Cadde"de. Sizler de çok iyi bilirsiniz ki bir markayı halkın kanına sokmanın ve kült haline getirmenin en iyi yolu, en azından ilk şubeyi İstanbul'da Etiler, Bağdat Caddesi, Akmerkez ve şimdilerde Metrocity, Canyon ve adlarını ezberleyemediğim mantar gibi türeyen alışveriş merkezlerinden birinde konuşlandırmaktır. Sonra da kültürel ve maddi düzeylerine göre diğer semtlere ve nihayetinde "Anadolu'ya" serpiştiriverirsiniz. Böylece kendisine yıllar boyu ezik olması ve durması öğretilen "halk" da "kıvanır, gönenir" ve "gelişir." Yabancı sermayeyi kapımızın dibinde görünce heveslenmemiz ve sanki bir üst sınıfa atlayıvermişiz gibi sinir uçlarımızın ukalalaşması beklenir. Halbuki biz hep ezik geldik ezik gideceğiz, bu da asla unutturulmaz. Evet, sınıfım asla unutmaz!

O caddedeki sandwich dükkanından beslenen kişi elbette ki şu marka blue jean giymeli ve bu marka telefonla konuşup bilmemkimin konserlerine koşmalıdır. Ama dikkat edilmesi gereken, bu mekanların önceleri (en azından marka hastalığı bütün kente sardırılmadan) tek bir lokasyonda türetilmesidir. Marjinaller ilgi çeker, arzı talebinden büyük olan ticari malın... Teorisinden uzaklaşarak ve oldukça yalın haliyle, kaçan kovalanır ve insanımızın kanına tepeden itibaren sokulacak olan bu yeni trendlerin ince bir planlama ile sınıf sınıf tüketilmesi sağlanır. Sınıf sınıf tüketilen bir "şey" giderek "ama herkeste var, herkes gidiyor"a mı dönüşüyor yoksa bazıları buna özenti mi diyor ne dersiniz? Başlığımızdaki sınıf olan işçi sınıfıdır ve bu özentilere gerek maddi gerek sınıfsal nedenlerle fazla bulaşamamaktadır, bulaşmamaktadır. Metrocity'de işçi sınıfından, gerçek işçi sınıfı kesitinden birilerini bulma olasılığınız, Pisa Kulesi'nin düzelme olasılığı kadardır. Ama yine de bu dönüşümler işçi sınıfının tek akşam eğlencesi olan televizyon ekranından ya da tek haber kaynağı burjuva ideolojisi üreten basınından öğrendikleridir ve yaşamın bundan ibaret olduğu sandırılmaktadır.

Marjinal olacaksın... Hatta öyle ki önceleri sadece Etiler'de açılan ve başka şubesi ancak ve ancak Bebek'te çok sonraları görülen bir İngiliz patissiere (pastane canım, ne kasıyoruz ki) de ününü böyle tutturmuştu. Not edelim, bahsi geçen sandviç evinde sandviç fiyatları yeni lokasyonuna bakılarak nerelere tırmandırılmıştır bilemeyiz ama yukarıda örneklenen kahve evlerinde bir fincan kahve 5-7 YTL, pastanede ise bir kurabiye 5 YTL'dir. (Not: Güzelim simit bütün bu dirençlere rağmen hala 50 kuruştur. O da dışarıdaki gezici simit araçlarında. Yazımıza konu Susamlı Küçük Burjuva'nın en ucuzu 1 YTL'dir ve sapsadelidir)  Halbuki kahvaltımızın misafiri işçi sınıfının, hafta içi fabrikasında yemek yese de bir haftasonu gezisinde ailece öğle yemeğinde alabileceği, bahsi geçen fiyatlarla, birer kurabiye belki birer çaydır. Daha olmadı sapsadelisinden bir simit ve bir bardak demsiz çay. Sizce hak ettiği bu mudur?

Bir başka örnek, bazı yerel markalarda görüldü. Bu anlamda kendini en azından tadında ve dış görünüşünde bozmayan tek mekan Taksim'deki İnci Pastanesi olsa gerek. (Marka adı kullanmaktan kaçındığım bu yazıda sadece bu ismin geçmesindeki tek niyet, Taksim'de bozulmadan nelerimizin kaldığına işaret edebilmektir ve üzücüdür ki eldeki tek mekan sanırım burasıdır). Bu markalar, önceleri sade tasarımlı mekanlarında örneğin sadece süt ve süt ürünlerinden mamul pasta ve tatlılar sunarken, artık tavuk dönerden tosta, su böreğinden kahve yanında verilen cookie (kurabiye)lere kadar kendilerini yeni düzen(lemey)e uydurdular. Tarihler ikibinlerin başını, saatler öğle tatilini gösterdiğinde aslında bu mekanlarda öğle tatili müşterisine ayıracak masa ve emek kalmamıştı. Devir, ders çıkışı hava atma ve piyasa tutma sevdalısı, eğitiminde bilimsizlikle malul öğrenci kesiminin devriydi. En azından dayatılan buydu. Dayatılan bir diğer şey de her küçük değişikliğin menüye yansıyan "fiyatlarıydı".

Tamam, değişimin her türlüsüne bahane bulmayalım, bunlar arasında çok şık duranlar da oldu ama lütfen, kahvemin yanında misket büyüklüğündeki bir (1) kurabiye, fiyata en az 1 YTL olarak yansıtılıyorsa ben öyle değişimi istemiyorum!

Satıcı gittikçe kapitalistleşirken, halka sınırsız kredi kartı kullanımı ve taksit olanakları ile tam da Amerikan stili bir tüketme sıfatı yapıştı. Yapıştı diyorum çünkü en çok sığınılan "halk böyle istiyor" şiarının da bunu diline dolayan sıfatsızların maskesinin de bu yafta gibi artık "düşmesi gerekiyor!" Cem-i cümle tekmili birden hem de!


Küçük burjuvalaştırılan susamlı simitimiz üzerinden okumaya çalıştığımız ve girişini bu hafta yaptığımız dönüşüm projesi, Türkiye'de özellikle ‘80 sonrası uygulanan politikalarla bir çürüme ve çözülme projesidir. Görsel kanıtlar bir yana, tarihsel ve kavramsal olarak da kapitalizmin ve onun iç çürümüşlüğünün bir göstergesidir. Başkalarının, Türkiye gelişiyor, İstanbul kültür başkenti ve benzeri söylemlerini geçelim. İstanbul, bu haliyle bir kültürün değil, çözülmekte, dağılmakta olan ve açılan delikleri kapamak için uzanan elleri bir bir düşen burjuvazinin örnek kenti olarak biz soldan bakanlara umut vaadediyor. Güzel bir gelecek için ama. Yepyeni bir anlayışla.

yazı kalır...

yıllar önce, Taksim'deki meşhur kitabevine girerken görüp de o gün bugün irkildiğim mottodur, slogandır, irkiltici cümledir. beni yerimden eder. yazı kalır, evet. ama hangi yazı?

bak mesela ben uzun yıllardır (18 yıl olmuş) yazıyorum. uzun kısa ama yazıyorum. bunların kaçı kaldı? ne yazmışım mesela 1994 yılı mart ayının son haftasında? sahi ya, eski yazılarımı (internetten ve bu dijital arşivleme manyaklığından öncekileri) bilen gören bulan varsa nutella aşkına bana göndertsin. kendi yazın tarihimin taş devrinden kalma cümlelerimi hep merak ediyorum. başkaları gibi, yazdıklarını ezberinden hatırlayan biri olmadım hiç. hatırladıklarımın çoğu blogda duruyor. bir de burada olmayan, dijital arşivimde duranlar var ama gizli. asla paylaşmıcam (ya insan bazı şeyleri kendine saklamak istiyor. misal az önce de tam 5 A4 boyutunda bir yazı yazdım ama yayınlamak yürek ister. hehehe)

ama bir tanesi var ki... o yazımı hiç unutmadım. hep komikli yazarım biliyorsun artık kitle. ama bu yazım hiç komikli değil. eski bazı yazılar da değil, ama bu hiç değil. az önce sana arşiv yazılarını bulamıyorum diye ağladım ya, hah. Sen Google'da ne arıyorsun bilmiyorum ama ben bulmak istediğimi arıyorum. ve buluyorum iyi mi? soL gazetesi arşivine binlerce teşekkürlerimle, 2006 yılında yayınlanan gözyaşartıcı yazımı buldum. buldumcuk oldum tabii. çok uzun cümleli, bol kinayeli, tadelle tatlılığında ama biberiye gibi genzi yakan böyle bişey işte. okursun. yayınladım az önce.

niye özellikle bunu arıyorum? çinkiiiii gayet siyasetim geldi tutmayın beni. o zaman simitle bozmuştum kafayı (yazıyı oku anlarsın), şimdi de nikleerle. bazı bazı yeğenim geliyor aklıma. uykumdan uyanıyorum. yeğenimi korkutan zihniyet, seni fredi kovalasın rüyandan uyanama emi.

memleketime nikleer santral yapçaklar. (sinopluyum ben). aylardır hatta yıllardır tepiniyorlar üstünde. bir o kadar da eskidir Karadeniz'de uranyum var aga diye fısıldaşıp dururlar. yalan değil, vaaar. naapçan? daha gencim o zamanlar, Sinop'tan ABD üssü gitti (1993) Amerikalılar kenti terk etti. Sonra biz ölü kent olduk. Böyle milyon nüfuslu sanfransiskodan arizonanın arka sokaklarına dönmüş gibiydik. avuç kadar insan kaldıydık. amerikalılar gitti ya, iş yok, mağazalar kapanıyor, fabrika zaten yok. işsizlik diz boyu. anaaaam! bu ülkede amerikalılar elini çekince kanı gitmiş enik gibi kalakalan bir şehrin evlatları olarak biz "amerikaaağ gel bizi kurtar eskisi gibiiin" demediysek bu ülke amerikanlaşmaz ümidim hala tazedir. derken, anaam bi baktık şehrin dışında çadırkent kurmuşlar. kim la bunlar dedik. uranyum arayan bir yabancı ekipmiş. petrol de arıyorlarmışmış. günler geldi geçti, şimdi doğal olarak bulduklarından emin olduğum uranyuma en yakın havzaya nikleer santral yapçaklar. haa du bakali, o iş öyle kolay deeel.

bi baksana bu gözlere sen? biz yıllarını hamsi yiyerek geçirmiş, gözleri iyot iyot bakan bir kitlenin evladıyız, şehir nüfusunun dörtte sekizi amerikalıyken dönüşmedik de şimdi yedirir miyiz Sinop'u sana? (bizim orada çok az kere eylem olur. ama nikleer karşıtı eylem tam olur. sokağa çıkamazsın öyle yani).

Laz damarımız yok ama Karadenizliyiz biz. hem bikere Sinop'ta dünyada yalnızca Norveç'te olan fiyord denen kıyı harikasından var. bir tanedir bir tane! hem de utanmadan santrali oraya kurcamışınız. bababababa! ay sinirim geldi! yedirir miyiz lan biz o fiyordu sana? daha kaç yazlar kuzenlerim fiyordun içinden ortadaki adaya yüzcek de ben de tepenin üstünden el sallicam onlara (ilk defa sudan korkan birini görmüş gibisin bebeyim?) hem kaç defa daha söylicem? bana coğrafyayı sevdiren Süheyla hocam hatırına vallahi evire çevire döverim sizi. yapanı da yaptıranı da. orası toprağımız. orası insanımızın yaşadığı yer. orası benim değil hepimizin memleketi. insanız biz. insan gibi yaşamak istiyoruz. ayrıyetten Akkuyu da bizim toprağımız. hiç gitmedim görmedim ama çok sevdiğim bir yer. üstünde insan yaşıyor çünkü. hem bakma, konuya dahil değil gibi görünse de Abant, Yüksekova, Ilıca, Hopa, Mut, adını bilmediğim binlercesi. hepsi bizim!

alternatif enerji kaynağı bulamayan senin beynin. çok da fifi! biz olsak neler neler yapabiliriz haberin var mı? yapabiliriz kitle bunu biliyor muydun? bu da onlara kapak olsun mu? olsun.

bu gece çok sinirliyim gene. en iyisi ben birkaç bölüm siesay (olay yeri incelemeli, forensic saaaynslı, efbiaylı ve siaeyli dizi) izleyerek rahatlayayım. sen de git şu 2006 tarihli kült yazımı oku. sözlü yapacağım sonra bak! ha bir de unutmadan;

yazı kalır... İstiklal'deki meşhur kitabevinde beni irkilten ikinci şey de merdiveni çıkarken duvara koydukları o yakılmış kitaplar görselidir. yakarlar monşer. okumak güzeldir oysa, kitaplar candır. demek istedim...

25 Nisan 2015 Cumartesi

dip boyası geçmiş bir saçın yenik öyküsü

Aslında size anlatacak tek bir kelimem bile yok. Kalmadı. Anlatacak şeyim yok derken, konuşmamaktan bahsediyorum. Yazmaktan caymış değilim korkma!

Konuşmaktan yoruldum. Millet anlatıyor. Alolarda, molalarda, bir durakta, bir kuyrukta ya da yırtık bir afişte. Sonra bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte, belki de bir direnişte. Hepiniz oralarda bir yerlerde bitmeyen dertlerinizi anlatıp duruyorsunuz birbirinize. Oysa ben hiç hoşlanmam dert anlatmaktan. Birine derdini anlatmanın mutlak sonuçları olduğu kesin. Hangi sonucun olacağının muğlak olduğu da. Bu yüzden, ben hoşlanmam dert anlatmaktan.

Bugüne kadar dertleşme denen şeyin ne kadar rahatlatıcı ve faydalı bir şey olduğu yanılgısına kapıldığım oldu. Değil miydi ki bir arkadaşın, sen anlat o dinlesin, sana bir şey desin! Bir şey! Bir cümle, bir öneri, bir yol için neler vermezsin o dakka? Ama yok.
Günlerdir yazamıyorum. Aslında, yazmıyorum. Çünkü ne zaman şu meretin başına otursam, iş güç arasında hazırladığım yarı-A5 kağıtlara kurşun kalemle (be original!) aldığım notlara baksam, sıtkım sıyrılarak “bu da gol değil küçük enişte” diyor, kendime ezmeli kahve yapmaya mutfağa kaçıyorum. Evet, bak ne güzel dedim? Kaçıyorum. Bu duruma ayınca ve kendime gelince, bari dedim dürüst ol, herkeşnen paylaş.
Ne kadar sabırlıymışım. Ne kadar dipsiz kuyuymuşum. Süper bir dinleyiciymişim ben! Der dururlar. Öyleyim. Ama bir kez de durup düşünün anacım ya! Ben sizin arkadaşınız olabilirim, siz benim arkadaşım mısınız? (oha! Lafa bak!)

Ergen bebeler gibi “sevmek sevmekse eğer, sevmek sevmemektir” felsefeli tamlamasında olduğu gibi çok içerikli (!) bir “arkadaşım mısınız” değil bu. Ya da “sen beni ekledin de bi sor bakalım ben seni layklicak mıyım” türünden ego zortlatması da değil. Hafife alma, zilyon tane arkadaşım var benim. Bugüne bugün, çoğunuzun daha doğmadığı veya bebek taytıyla gezdiği, ilkokulda fiş toplayıp kırmızı kurdağle taktığı günlerde, mirc, icq ve adını bile duymadığınız sayısız internet sohbet siteleri ve programlarını ilk elden kullanmış, analizini yapmış, defterini dürüp onlar modada tavan yaparken üstlerini çizip atmış bikimseyim. Olsun artık o kadar arkadaşım... Şakası bir yana, aranızda bu ortamlar sayesinde arkadaş olduğum ve yaklaşık 15 yıldır tanıdığım insanlar da var. Tanımak derken, “I know where you checked-in last weeeeekend hııııııh!” klişesinden daha fazlasını kastediyorum.

Bugüne kadar bir şekilde arkadaşım olmuş yüzondörtbinsekizyüzseksenaltı isim sayabilirim. Biz bunlara kısaca sayısal arkadaşım diyelim. Sonra uzun vakittir arkadaşım kalmayı başarabilmişlere sitem gibi olmasın :) yüzküsürbin arkadaş sayarım da dostum olabilmiş beş-on kişi zor çıkar. Arkadaşlarıma dert anlatmaktan hoşlanmadığımı söylediğimde, “ay inanolsun ben de öyle!” der ve ardından dertlerini anlatmaya devam eder (tanıdın kendini de mi köftehor!) Oysa dostum, dert anlatmaktan hoşlanmadığımı söylesem, durur, “çay koyiim mi? Yanında püsküüt de var” der.

Arkadaşım, derdimi dinleyince bazen hiçbir şey olmaz. Anlatmakla kalırım. Sıra ona gelir, ama o anlatınca akan sular durur. Çünkü bilir ki ben terapi konusunda ordinaryüsüm. (bu kadar arkadaşı profil fotom sayesinde yapmadım yani!) Dostumsa başkadır. Kendi derdini sona saklamaz, başa alır. Bak der bende şu var ama boşver geçinip gidiyoruz. Sen anlat bakalım...

Sayısal arkadaşlarımı idare etmekte hiç zorlanmıyorum. Ve onları ciddi ciddi çok seviyorum. Çünkü çok iyiler. İyi değiller, çok iyiler. Çünkü bazen, ve benim gibiyseniz çoğu zaman, derdinizi anlatacağınız varken de sizi anlatmaktan alıkoydukları için ilaç gibi geliyorlar. Yani benim gibiyseniz. Sohbetin bir yerinde “derdim var” diye çıkış yapıp tepkisine bakıyorum. Eğer, bütün bir hararetle ve hayatını buna vakfetmişcesine derdimi dinleme ısrarındaysa her zaman elimin altındaki sıradan dertlerimden birini sunuyorum, çünkü böylesi arkadaşlar bir sohbet malzemesi olarak severler dert olgusunu. Kötü niyetli olmayabilirler ancak dertlerim onları gerçekten zerre ilgilendirmiyor. Onlar, bir parça benim de böyle sıradan dertlere sahip olabilmemden mütevellit kendilerini azcık iyi hissetme duygusuna sığınaraktan (ne kadar incelttim değil mi?) Kısacası, en hafifinden bir derdimi ortaya atınca, sahne arkasında asıl derdimi gözümde yeterince küçülterek “lan boşver, bu da o kadar büyük değilmiş” falan deyip kendi yarama merhemi sürüveriyorum. Farkında olmadan iyi geliyor olabilirler. E olsunlar o kadar!

Eğer, bir karşılama ve plase türü olarak derdini anlatmaya başlarsa da aklımdan Şirinler müziğini (trallallaaa trallallaaaa hadi sen de söyle bak çok iyi geliyor) söylemeye başlıyorum. O sırada duyduğum kadarıyla bana yeter. Dinledim mi dinledim. Birine anlatacak kadar detay duydum mu hayır. Dedikodusunu da yapamam, bir yerden birinden duysam aa bak gördün mü bana da demişti falan diyemem. Bu bir iyi geliyor ki anlatamam. İşte bu yüzden iyi değiller, çok iyiler.

Ya bi dur size başka bir şey anlatıcam. Benim dostlarım hep başkalı yerlerde. Vakit bulup bir araya zor geliyoruz (valla benim yüzümden). Mesela kızsal bir rutin olarak Cuma sabahı kahveleri yapamıyoruz. Ya da kışın her Çarşamba sabah matinesine sinemaya falan gidemiyoruz. Ama şimdi gecenin bu yarısında bir tanesini arasam, lan desem çok dertliyim... Bana bak hatun, gün torbaya mı girdi? Yarın ara teallam! der. Der yani. Desin. Dürüstlük en sevdiğim sütoğlandır. Başka kentlerde olanlarla arada sırada telefonlaşıyorum. Ama o kadar kıymetli ki zaman, sadece güpgüzel şeyler konuşulsun istiyorum. Hani türk filmlerinde kız kan kusar da ahan da şerbet diye acı acı gülümser ya, işte bu cenahı aradığımda ben de öyle “he ya işler yolunda, valla havalar bildiğin gibi, hala evlenmedim yok bacım benden adam olmaz” falan deyip görsel hafızalarındaki beni bozmuyorum. Çünkü o bozulursa dostluk acır. Dostum acı çeker yani. Aklına düşürmeye, uykusunu kaçırmaya gerek yok.

İşte böyle böyle, hayatıma ayar çeke çeke, derdini anlatmayan ve geleneksel olarak derman bulamayan bikimse haline gelişimin kaçıncı yıldönümündeyiz. Yazının ilk paragrafını yazarken o kadar moralsiz ve mutsuzdum ki kalktım banyodaki aynaya bakmaya gittim, kim bu gecenin bir yarısı suratsız bir şekilde bilgisayarın tuşlarını katleden diye. O da ne? Bu saçlar değirmende ağarmadı dostum! (dip boyam gelmiş). Aha dedim, yazıya başlık bulduk iyi mi. Evet seyirci, bu saçlar değirmende ağarmadı. Derdimi anlatmayı değil, arada çıldırarak kırkbirparetopatışı patlamalı yazıları seviyorum. Neyse sonuçta bu noktaya kolay gelinmiyor, bir isyankar kolay yetişmiyor monşer.

Aslında size anlatacak kutsal kitap kalınlığında dertlerim var. Herkes gibi. Aslında herkesin bize anlatacak Çin Seddi uzunluğunda dertleri var. Benim gibi. Saçlarını boyayanlar iyi bilirler. Dip boyan gecikirse ve boya rengin asıl renginden çok farklı ise, düzgün boyalı bir saç elde etmenin tek yolu o saçı oksidasyon kremi ile tamamen açıp istediğin renge tekrar boyamaktır. Öteki türlü dipten uca İtalya senin Tunus benim oradan Basra Körfezi gezinen, fabrika atığı yemiş dere suyu gibi bir saçınız olur. Zamanında dertleşilmemiş her dert, böyle makinede yapılmış peyniri topaklı hamuru bir üst kata yapışmış aşırı yağlı suböreği gibi döner. Döner kardeşim.

Bu kadar uzun yazdıktan sonra anafikrin kapatıcı fondötenden fırlayan koca dayağı izi gibi pörtlemesi lazım değil mi? İyi de konu ne? Bazınız alışkın, yeni başlayanlar için “bu daha başlangıç, sen kiminle dans ettiğini bilmiyorsun bebeyim!”

Benim gibi yazanlar için (konunun kendi kendini yazdırtması, günün zottirik saatinde beyninde şimşek çaktırtması ve yeter ulanla başlayan tuş basmaların sonunda anaaam bir iç rahatlaması olarak zuhur eden durum), “bugünkü amacım şu konuya değinmek olsun hadi bakalım, bık bık bık” diye bir sosyal-toplumsal görev edinmişlik hali külliyen hayal. Demem o ki, istediğim kadar “oylar kime” konusunda yazmak isteyeyim, eğer beynimin kıvrımlarında “UNICEF adına çalışan gönüllülerin de aralarında bulunduğu yüzlerce insanın katledilmesi” duruyorsa başlarım senin oyuna huyuna suyuna diyen bir içses parmaklarımı gasp ediyor. Sakın aranızdan biri “oralarda olanları değiştiremeyebiliriz ama buralarda olanı değiştirmek için oylar şuraya” gibisinden bir cümleyle... O’lum bak git!

Sanahaber’in amacı belli, sizin buruşturup attığınız, acıcık ucundan baktığınız ve gülüp geçtiğiniz herhangi bir haberi alıp kırkotuz süzgeçten geçirerek siz süper okurlarına zaman kazandırmak. İşbu algısal enstitü vallaki billaki sizin için çalışiyi. Ve bugünkü yazımda amacım, binlerce haberle kulağınızda çınlayan bir sesi reitare etmek (hep siz mi layk ediceksiniz? biraz da biz dislayk edelim!)

Bunu çok uzun zamandır yapıyorum. Dedim ya internet devriminin de öncesinden beri. Sosyale ve medyaya ve bugünlerde sosyal medyaya bakıyorum. Gördüğüm manzara o kadar içler acısı ki. Sefalet apartmanında yıllardır bir arada yaşayan Melahat, Gülümser, Rukiye, Sitare ve onların eşleri Murteza, Ahmet, Celal ve Hüsnü. Her haftanın bir günü yaptıkları gibi hatunlar gündüzleyin pastalı börekli dedikodu kazanı kaynatıyor, aynı günün akşamı adamlar da toplaşıyor hep birlikte hasbıhal ediyorlar. Gece geç vakit “haydi artık sabaha iş var” dediğinde kocalar, kapı önünde de bir on dakika sohbetlenip öyle ayrılıyorlar.

Melahat’in evinde ilk gelen Gülümser ve Rukiye, kâh Sitare’yi çekiştiriyor, kâh Melahat çay doldurmaya mutfağa seyirttiğinde yeni aldığı misafir odası takımının rüküşlüğünden dem vuruyorlar. Melahat salona gelince “ay şekerim bakar mısın kısırın güzelliğine, ellerine sağlık. Kıııız sen duydun mu Sitare istediği perdeleri sonra alırız deyince Murteza’ya ne demiş, vuuuuu!” Gülümser içtiği çaylardan olsa gerek biyol işemeye gittiğinde de Melahat başlıyor bunun bileziklerini Rukiye’ye çekiştirmeye. “Kııız aldığı mutfak paralarından çırpa çırpa na böyle (bilek dirsek arası) dizdi bilezikleri, sorsan altın günü yapalım mı diye, boş kollarını açar ay benim durumum yok, yalaaaan! Kışları tarhana torbasında yazları baca deliğinde saklar bu korkulur bundan”

Bu işin günahsızı Sitare sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Güne en son gelir, hakkında ağız dolusu yaptıkları tüm dedikoduya rağmen “ay kıııız sormayın bir pahallanmış ki her yer” diye dertlenir kapıdan girince. Köşedeki ucuzlukçudan yeni bir şeyler toplamıştır, onları seriverir koltuğun sırtına hemen. Olsundur. Apartman dirliği daha önemlidir. Ama Sitare bugünlerde değişti, günden önce dönüyor dolanıyor, üst mahalledeki süslü eski komşu ve yeni edindiği ittifak arkadaşlarının yanına uğrayıp elini sağlama alacak enformasyonu topladıktan sonra geliyor Melahat’in evine. Üstünde ucuzlukçudan aldığı bir yelek ya da eşarp vardır. Ama bu kez üst mahalledeki yeni açılan butik gibi yerden de bişeyler alınmıştır. Açılıverır torba. “A-aa sormayın kızlar, ina-na-madım. Fiyatlar aynı, kalite süper! Daha da gitmem köşedekineeeeğ! Resmen paçavralarla kandırıyormuş bizi...”

Şimdi kadın kısmı dedikoduyu yapar eder, küser barışır, nifak tohumu da eker, ittifak da yapar, evet yapar. Lakin eskiden hiç olmazsa akşam adamlar gelince ortam eski sulhuna kavuşuverir, bunların hepsi bir köşeye atılıverir, ne bileyim bir çay daha demlenir yemekten sonra, işten güçten bahsedilirdi falan... Hah işte biz buna dertleşme diyorduk. Aramızda yoğurup yoğurup dertleri, ertesi güne sırtımızdan acıcık yük kalkmış gibi doğrularak başlıyorduk. Yaptığımız tüm dedikodular dedikodu olarak deniyordu ve konuyordu. Konduğu yerde de duruyordu.

Şimdi dertleşmek yerini bırakmış dert-eşmeye. Artık kocalar akşam eve gelip de gündüzden kalanlarla çay eşliğinde atıştırırken bir bakıyorsun hoop masa kurulmuş yeşil örtü serilmiş, sanırsın King’te Rıfkı’yı yedirecek bir kurban arıyorlar. Artık Rıfkı’yı Sitare mi yer, Celal mi Hüsnü mü bilemem. Benim tek bildiğim son ikide elin bizde kalacağı. Varın burdan siz tümeçıkarın... En acısı da, uzun yıllardır Sefalet Apartmanı'nda komşu olan bu sakinler, o "L"nin kendi diyarlarında alabildiğine özgür bir "R" olduğundan o kadar eminler ki...


Kapanışta, derlemesem olmaz. Zamanında dertleşilmemiş her dert, böyle makinede yapılmış peyniri topaklı hamuru bir üst kata yapışmış aşırı yağlı suböreği gibi döner. Döner kardeşim. Ben suböreğinin evde yapılanını seviyorum. Bir de dostumla konuşmadan dertleşmeyi. Sahi dostum, bi’çay koysana, püsküütler benden...

17 Nisan 2015 Cuma

güzelliğini damarlarından akan yeşil kana borçlusun Natalya!

Bana bunca cümleyi yazdırabilen, çoklukla başbelası ya da içler acısı, yürek burkan veya görmezden gelinmesine sinir olduğum bir olaydır. Ama ben başlarda bilmem bunu. Öylesine başlarım yazmaya. Bolca saçmalarım. Anılarımdan, çocukluğumdan, ne kadar harika biri olduğumdan bahsedip ruhumu doyurduktan sonra, o acımasız gerçek satır aralarından bir yerden fırlayabilir. Kendimi bu konuda kontrol edemiyorum (henüz). Nasıl bir şey bu? Hayal et şimdi.

Bir sabah uyanmışsın, yüzünü yıkarken aynada kendinle bir karşılaşıyorsun anaaaaam! Bu kim lan? Yüzünde sanki üç yaşındaki bebeeen sen uyurken gelmiş masada unutulan kalemle suratını çiziktirmiş gibi garip şekiller var. Dokunmak istiyorsun kolunu zor hareket ettiriyorsun. Bileklerinde ufak delikler var, böyle dirseğe kadar uzanan kalınlaşmış bir de damar. Ahan da! Nikleer ne zaman bizim sahile geldi babam yaaa diye sesli düşünürken, geceden birikmiş olabilecek radyasyonu kovalamak arzusuyla giiit git dercesine kolunu bir sallıyorsun (radyasyonu paspasla süpüreceğine inanan bir neslin çocukları değil miyiz?), aynaya doğru beyaz bir şey fırlayıp yapışıveriyor. Ya seyirci, irimcek adam oldun haberin yok!

Polanski filminde konuk seyirci değilsin, acabağı gerçek mi diye hala şüpheyle baktığınız o radyasyondan şaftı kaymış çocuk fotolarından birindeki yazık yavruuum da değilsin. Hem son günlerde televizyada bir bardak çayı mideye indirerek “bak yavrum, ben içiyorum bişey olmuyor, demek ki çayda radyasyon yok” diyen Nuri Alço kıvamında bir bakan makan da çıkmadı. Demek ki hala güvendeyiz. Hem olaya bir miktar yakın bölgelerde birkaçtan daha fazla kanser vakasının çıkması ve konunun da bu konuya bağlanması neresinden baksan bi’beş yılı alır. E sen o zamana kadar zaten yırtacaksın, kimbilir belkim de o mithiş beşyıldızlı şirketin seni ekspat olarak yurtdışına gönderir, o da olmadı sen alır başını gidersin. Noolcak!

Kısacası, bütün bunlar tepemize bir karabulut olup çöktüğünde, sen buralarda muhtemelen olmayacaksın. O yüzden, düşünmeye gerek yok. Üzme tatlı canını sen. Biz kalanlar, ya da gitse de yüreği burada kalanlar, biz düşünürüz. Çok mu acı geldi? Baştan alalım o zaman.

Bu akşam televizyada Nikolai Mikhalkov’un 12 adlı filmini izledim. İçim buruldu. Film çok güzel taam mı, ona lafım yok. İçimi burkan, bir cinayet zanlısının suçlu mu suçsuz mu olduğuna karar verirken “bi dakka bi dakka, öyle el kaldırıp indirmek kadar kolay mı bir insanın geleceğine karar vermek?” diyerek jüri üyelerini özen göstermeye, dikkat etmeye, delilleri gözden geçirmeye, kısacası konuyu tartmaya davet eden adamın durumu ve bu sahnede gözümün önünde beliren bir yüz. Yıllar önce, çalıştığım ofiste müdürlerden birinin “atın bunu işten” demesine rağmen, patronun görev yerini değiştirmesi ve “ben kendi gözlerimle görmek istiyorum gerçekten atılası biri miymiş” ısrarı ile işten atmadığı bir insanı, benim görev yerime geldiği için tanıma fırsatı bulmuştum. Eski bölümünde istenmeyen (zarar verdiği iddia edilen) sessiz sakin, daha çok pek bize bulaşmayan ama gıcık bir tipti. Gıcıktı. Çünkü birçok iddiaya maruz kalmıştı ama kılını kıpırdatmıyor, inkar falan da etmiyor öyle takılıyordu. İnat ettik. Seni tanıyacağız uleyyn, arkadaş olacağız senle. Sonraki aylar boyunca o kadar çok vakit geçirdik, o kadar iyi tanıdık ve fark ettik ki asıl atılması gereken öteki herifmiş. Eğer o gün patron müdürün lafını dinleseydi, biraz daha zaman tanımasaydı, işimiz için kritik bir yeteneğe sahip o insandan olacaktık. Çok daha önemlisi, onu bir başkasının ithamlarıyla yaftalayıp anılarımızda kötü bir imge olarak tarihin çöplüğüne gönderecektik. Oysa biz onunla ne anılar biriktirdik, ne başarılara imza attık... Gururla ve sevgiyle hatırlarım şimdi. (Anılarımdan bahsetme, ruhu arındırma kısmını da geçtik mi? dur ve iki yoga nefesi al, bir bolluk bereket meditasyonu da sıkıştır araya, oh mis!)

Şimdilerde birkaç iyi adam, şu nükleer meselesindeki saçmalıkları kâh esprili bir dille kâh belgeler ve referanslarla gözünüzün içine sokuyor. Sokuyor da bişey mi oluyor dersen, hâlâ elimizde paspas, gelirse rasyasyonu iteleye iteleye kovarız saflığıyla etrafımıza bakıyoruz. Bana görüşümü soran yok tabii, ama sormalılar. Çünkü ben de bu topraklarda yaşıyorum, ailem, arkadaşlarım, sevdiklerim hatta sevmediklerim, düşmanlarım bile bu topraklarda. Ben binlerce kilometre ötede bir yerlerde keyif çatıyor da olabilirim, fark etmez. İnsan yaşıyo burada mösyööö! Ne yapacaksın, tabii bana soracaksın! Saksı olmamayı sizden öğrenecek değiliz!

9 yaşındaki yeğenim, “halacım, biz de yakında sizin oraya taşınırız, eğer nükleer santral bizim buralara gelecekse annem beni santralle aynı şehirde yetiştirmeyeceğine söz verdi” dedi birkaç ay önce yanıma geldiğinde. Çocukcağız böyle bildiğin, boynu bükük, hayalleri samimi, gideceği kentin büyüklüğünü küçüklüğünü değil, dertlerden uzaklığını hesap eden, daha iyi bir yaşam için kocasının tayinini bekleyen devlet memuru karısı gibi... Belki bu seneki yılbaşı piyangosunda talih kuşu bize de uğrar diye şans toplarını bekleyen bir kasaba insanı ya da. Ama hani büyük kente gideriz de bizim oğlan üniversiteyi orada okur diyeninden değil. Halkın kanını bir sülük gibi emen ağadan kaçmak istercesine büyük kente gözünü dikmiş bir kasaba insanı gibi. Bunu söylerken gözlerini göremiyorum ancak, cümlelerindeki edatlar, zamirler ve fiillerden anlamak mümkün. Korkuyor çocuk.

Seneeee çok sene önce, aylardan bir kış uykusu. Boğaziçi’nin taş binalı otuzkırkıncı Louis’den kalma binasında yurtta kalıyoruz. Bir kız var karşı odamızda, arada bir selam vermeye, ders notu sormaya ya da odamızdaki arkadaşına uğramaya falan geliyor. Bir Rus kızı. Bazen ailesinin gönderdiği turşulardan getiriyor (hayatınızda böyle turşu yemediniz, garanti!) O gelince bütün gözler üzerine dikiliyor. Uzun boylu, çok güzel, endamlı bir kız. Ama gözlerimizi üzerine yapıştırmamız için haklı bir sebebimiz daha var. Saçları. Beline kadar gelen, simsiyaha yakın hafif dalgalı saçlar. Ama dalgalı yanlış oldu şimdi. Saçlar çok uzun, kız çok güzel de... Sanırsın az önce bir Hot Shots sahnesi çekilmiş, o da başrolün elektriğe çarpılma sahnesinin dublorüymüş, işini bitirmiş gelmiş gibi. Üstünden duman çıktığını söylesem inanırsın. Tamamen yanmış, kuruluktan hafif ayaklanmış, dalgalı değil, zigzaglı. Alabildiğine uzun ve garip bir saç. Görüyoruz ama soramıyoruz da. Sormaya utanıyoruz, bildin mi? Ayıp çünkü böyle şeyler o zaman.

Sonraları, odamızdaki arkadaşına sorma cesareti bulduk. Noolmuştu bu kızın saçlarına? “Çernobil” dedi. Başka soru sormadık. Nükleer kazasından geriye kalan tek anısı “yanmış ve tüm özelliğini kaybetmiş” saçlarıydı. Yüzündeki canlılık olmasa, kağıttan bir bebek olduğunu söyleyebilirdiniz. Birgün, o kadar dikkatle bakmışım ki “biraz yandı. Ama bildiğin saç hâlâ. istersen dokunabilirsin” dedi. Artık geri gelmezmiş. Böyle çıkıyormuş hep. Ama olsunmuş. Hayattaymış, güvendeymiş ya o yetermiş. Hiç unutmam, unutamam.

Şimdilerde, etrafınızda sizi gülmekten kıran nükleer şakalarını dinlerken, bu konuda yazıp çizenleri okurken, hiç mi, ama hiç mi korkmuyorsunuz? Çernobil’de olanları ve ölenleri yaş haddinden hatırlamıyor olabilirsiniz, Japonya’da olanlarla çokkzak kardiş diyerek ilgilenmediniz diyelim. Akkuyu’da ya da Sinop’ta olanlara nasıl sırtınızı döneceksiniz? Olmayacak mı diyeceksiniz? Var mı lan aranızda gerçekten bu kadar.... neyse sakin...

Bana bunca cümleyi yazdırabilen, çoklukla başbelası ya da içler acısı, yürek burkan veya görmezden gelinmesine sinir olduğum bir olaydır. Ama ben başlarda bilmem bunu. Öylesine başlarım yazmaya. Bolca saçmalarım (bunu yukarıda hallettik sanırım). Anılarımdan, çocukluğumdan, ne kadar harika biri olduğumdan bahsedip ruhumu doyurduktan sonra (bunu da geçtik), o acımasız gerçek satır aralarından bir yerden fırlayabilir.


Yine gecenin sabaha karşısında, tatlı suratıyla yeğenim ve saçlarıyla Natalya karşımda öylece durdu ve bana baktı. Bu yol nere gider bacım dediler. Yol bir yere gitmez o bir durma biçimidir dedim. Çünkü insan olmak, olmadığın yerde bile insan olma hakkını aramayı bunun için mücadele etmeyi gerektirir, o bir yaşama biçimidir. Çünkü radyasyondan koşarak kaçamazsınız, o bir ölme biçimidir. Çünkü tırtıllar asla asla asla kahverengi bot giymezler...

15 Nisan 2015 Çarşamba

kırk yıllık kazın ayağı öyle değil!

Gece gece, elimde magnezyum saşe, mutfakta anneme kefirin faydalarını anlatırken buldum kendimi. “Bakalım bu sefer neyi deniyoruz” tadında bir bakış atan annem, “kemiklerim kaslarım ağrıyor, faydası olacak mıymış?” diye sordu. Magnezyumu içirirken kadıncağıza, dur dedim, daha saf kilden maske yapacağım sana. Annemi tanıyan bilir, kahvaltıda kızarttığı sosislere ahtapot, zeytin ve salatalığa ise bebek arabasındaki ikiz bebek muamelesi yapabilme olasılığı pek yüksek biridir. Sosyal medya fotoğraflarımdan birinde bu konuyu işlemiştim. Geçen yıl gençleşme eylemi olarak, “anne ya inik gözkapaklarımızı ameliyat ettirek mi?” diye sorduğumda parmaklarıyla gözkapaklarını yukarı ve göz kenarını dışarı doğru ittirip Yukarı Ural-Altaylı gibi bakıp “böyle mi olcem böyle mi?” dediğinde bir süre kendime gelememiştim. Sonra, Arzu sen çok komik birisin. Hı hı, evet, anneme hiç çekmemişim!

Gökhan, dedim. Magnezyum ve kefir için, dedi. Gökhan, 24 yıl önce lisenin sonunda, gemide yapılan muhteşem mezuniyet balosundan sonra orada öylece bıraktığım yaklaşık 60 kişiden biri. Bu 60 kişinin yarısı doktor. Yani gerçekte %50 olmasa da benim açımdan hepsi doktor. Öyle güveniyorum. Öyle içim rahat onlarla konuşurken. Birkaç gün önce buluştuk. Bazılarıyla 24 yıldır görüşmemişim. Bir de sizi bilmem bizim için lise arkadaşlığı bambaşkadır. (yatılı okudum ben! Fırk!) Sanki dün ayrılmış gibiydik.

Konu konuyu açtı, dedim ki estetikti botokstu falan derseniz yemem, söyleyin bakalım nedir sırrı bu kırışıksız suratların, çipil çipil bakışların? Öyle ki birkaçımız lise yıllığındaki halimizle duruyoruz! Biri dedi ki “dört yıldır çalışmıyorum”, öteki herşeye rağmen gülmeye çalıştığından, diğeri genetik olduğundan, bir diğeri bekar ve çocuksuz olduğundan bahsetti. Abartıyorsam nolayım kııız!

ruh banyosu
İşte size formül. Çok çalışmayacaksın, hergün gülmeye bakacaksın, bol su içeceksin, fazladan kaçacaksın, doğuştan gelene (genetik) aykırı hareket etmeyeceksin. Kısacası sınırları zorlamayacaksın...
Fizik bir şeydir kimya herşeydir. Yoga yapınız, doğal organik kimyasal maddelere aşina olunuz (misal elma sirkesi en iyi dezenfektan, yeşil elma en iyi ağrıkesicidir) ve itinayla gülünüz.

Biz ailecek korkarız doktorlardan. Bize birşey yaptıracaksanız doktora söyleteceksiniz. Emir demiri keser. Pısıp acı acı uyarız o reçeteye. Birçok şeyi yapmaktan vazgeçeriz. Bugüne kadar kendimizi emanet ettiğimiz doktor arkadaşlarım üzerimizde hipnotik bir etki yaratmıştır. Rahmetlik anneanneme de birşey içirmemiz gerekecekse “bak doktor Kemal diyor ki” derdik. (Kemal de bu 60 kişiden biri) Yıllar sonra onların bir kısmıyla karşılaştığımda, yirmibeş yıl önceki bakışların aynen durduğunu görünce bir yaşlanan ben miyim diye geçirdim içimden. Yu ar veri rooong dediler. Kahvaltı diye başlayıp sonra iki deniz otobüsünü iskelenin kapısındayken kaçırmak suretiyle bitirmek istemediğimiz sohbette kendimi onsekizlik gibi hissettirdi çeyrek asırlık arkadaşlarım.

Mutteçem Binyıl’daki bacılarımızın güzellik sırrını ifşa ettiğimde (gizli malumat olduğundan, satır arasında – http://sanahaber.blogspot.com.tr/2011/05/diz-mesaj-is-very-kreatif-anam-biliv-mi.html) birçoğunuzun önce yumurta akını, yazıyı tümden okuyanların da bıldırcın bokunu denediğini biliyorum. Aradan birkaç yıl geçince, mevzuyu yeniden ele alayım dedim.

Estetik operasyonlara karşı değilim. Misal, iç deviasyon ya da horlama sorunu sebebiyle düzeltilen burnundaki dış eğrilik de bu ameliyatla giderilmiştir, oh missindir. Ya da çenedeki çıkıklık ile konuşma ve yemek yemede çektiğin zorluk ortadan kalkar, düşük göz kapaklarının düzeltilmesi sayesinde baş ağrıların azalır, bunlar gayet normal şeyler, hatta gerekli. Ancak yaşından daha fazla sayıda estetik yaptıran ve komşumuzun kızıyken Bülent Ersoy’un kuzenine benzeyen ablalarımız var, ki ben bunlardan birinin annesi olsam ellerimi gökyüzüne kaldırır “böyle anlaşmamıştık” derim. Net.

Estetik operasyon dendiğinde aklıma önce aşırının aşırısı pahalıya satılan eşyalar gelir (36,999 liraya TV var mesela bizim orada, bazı yabancı markaların 10bin Ööro’ya indirimde satılan yelekleri var internette), ardından bombalanmış bir kentin içinden üstü açık spor arabasıyla geçen genç kızlar ve erkekler gelir. Neden diye sormayın, hiçbir fikrim yok. Belki de, estetik operasyon denince aklıma ilk gelen ismin Ajda, hatırladığım ilk şarkısının Petroil, Oh My God! olmasındandır ne bileyim. Petrol deyince Ortadoğu ülkeleri, oradan savaşlar ve Bosna’da yolda akan kan... Sokaklarda insan avına çıkan human safari meraklısı “insanmışgibiler” ordusu... Analoji bizim işimiz! Bütün bunlardır belki bana estetik deyince Beyrut’u hatırlatan. Oysa bir Küçük Ceylan, bir Ebru Şallı... burnu sıkılmış gibi konuşan, gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi bakan teyzeler... Hep sonu kötü örnekleri hatırlıyorum gördüğünüz gibi.

Birkaç kez, estetik yaptırsam mı dediysem de, engelli koşu pisti gibi olsam da kendime bir türlü yakıştıramam estetiği. Bana göre değil kardeşim. Eğer ille farklılık görmek istiyorsam saçlarımı boyuyor, kestiriyorum ya da yüzüme biraz makyaj... benim gibi yılda üç kez makyaj yapıyorsanız, yüz için olan gece kremini kuruyan ellerinize sürebilir, maskaranızın içine bolca badem yağı koyup gün boyu ağlak gözlerle de dolaşabilirsiniz.

Şu Nebahat Çehre ve Canan Karatay fotolarına bakıp “Karatay teyzedense Çehre’yi dinlerim” diyenlerden misiniz? Hakikaten dinlediniz mi? Karatay’ı ve Çehre’yi herhangi iki konuda konuşurken imlası, iddiası, içerik bütünlüğü bakımından misal, dinlediniz mi? Dediklerine harfiyen uymak gibi bir niyetim yok elbette, buna rağmen ben Karatay’cıyım baştan söyliim. Neden diye sormayın, Karatay diyetini Dukan ile karıştırıp ortaya karışık yapıyorum der, sizi de o dipsiz kuyuya atıveririm, yazık olur ayva göbeklerinize. (Şaka lan şaka. Ne diyet yapcam, manyak mıyım?)

Ben öyle içinde kedi otundan kurbağa bacağına türlü bitki ve hayvan özlerinin bulunduğu alternatif tıp ilaçlarına yan gözle bakıyorum. Vücudu dengelediği söylenen vitamin dolu bitkisel destekler mi? Neyim eksiktir? Kalsiyum? Biraz yoğurt ya da peynir. Biraz magnezyum yorgun kaslara, ruhun için de bol oksijen ve su. Ha bir de anlattığımda inanmadığınız yoga var. Ben kendimin yalancısıyım. Otuz gün yoga denen videoyu açın, birinci gün, ikinci gün... onbeşinci günde sırrınızı soranlara kıh kıh kıh diye gülüp “ay şekerim valla ne rejim ne spor bildiğin yiyorum yiyorum kilo almıyorum” demek gelmezse içinizden, ben de Mişel Obamayım...


Şimdi bir elimizde magnezyum saşe, ötekinde kefir. Sabahları defne sabunuyla yıkıyorum yüzümü, akşamları elma sirkesiyle siliyorum. Siz gülmeye devam edin, seneye gitmiş olacak bu kırk yılın kazayakları... (yine de inik göz kapakları için bir şey önermedi benim doktorlar. Sanırım ille de bir estetik şeysi gerekecek. Du bakali sorayım bu 60 kişiden estetik uzmanı olan var mıydı? Öğrenince adresini size de veririm. Niye? Çünkü çok paylaşımcı bi’kimseyim. Şaka be, ne vercem, kimselere söylemem. Derim ki ay şekerim sabah akşam gözlerimi iri iri açtım ve kırkbir kere muca kuca tuca dedim, oldu... yahu etmeyin, yumurta akını bıldırcın bokunu denediniz de bu mu tuhaf geldi?)

11 Nisan 2015 Cumartesi

şşt müdür, oldu bu napalım?

“Google'a 4 saat mühlet tanımak nedir ya. Resmen dünyanın tinercisine döndük arkadaş, napıyorsunuz? Bağcılar'da yol keser gibi…” diyordu sosyal medyada bir arkadaşımın arkadaşının arkadaşı. Valla teşekkürü bir borç biliyorum. Öyle güzel, öyle yerinde bir çıkış. Duyguyu paylaşıyoruz.

Olayı biliyorsunuz. Sabah gözümüzü açtık ki hanaam feyzbıka tivitıra yuuutıpa el koymuşlar. En az black-out kadar eğlenceli bir gündü sosyal medya isyan geyikleri açısından. Yukarıdaki söz de böyle bir isyan. Gerçi ben daha önce, uçakta gazetecinin Youtube’a girilemiyormuş sorusuna “yoo ben girebiliyorum” diyenin üstüne tanımam komiklikte, olsun bizimkilerin de hakkını yemeyelim. Adamlar Google’a süre verdiler. Oha! Bak aga! Aha buraya çizittim, güneş şurdan şuraya varanası bana belgeynen gelmezsen köyü sataram ha! Zaten 141-142 başsııız şunun şurasında. Ben olmasam açsıııız.

O değil de DNS değiştirerek feyzbıka nasıl girilebilinilinir haberini feyzbıktan paylaşarak kısır döngü konusunda tarihe geçen tüm arkadaşları da izin verin buradan alkışlıyorum. Şşşt müdür, termodinamiğin birinci kuralı; tırtıllar asla asla asla kahverengi bot giymezler, yaz bunu biyere.
Derken fark ettim ki feyzbık benim tablette dünü gösteriyor, masaüstü bilgisayarda bugünü, cep telefonumda da yarını gösterir herhaldaysa dedim ve konuyu kendim için kapattım. Vurdum kafayı uyudum. Zira hayatımdan bir gün boyunca sosyal medyayı çalanlar, meselenin sosyal damarlarımızdan birinin kesilmesi düzeyinde kaldığına inanadursun, ben ve hayran kitlem konunun bambaşka boyutlara açıldığını biliyorduk. İşbu yazıyla “did you mean…” tadında bir günortası sanahaber ile daha kapakarşısınız.

Bir fotoğraf düşünün; ülkenin bir kıdemli ünvanı oturmuş, etrafına da okullu bebeleri oturtmuş, hep birlikte çipil çipil gülüyorlar. Üzerine yapıştırılan yazı sayesinde caps olmuş, millet paylaşa paylaşa bi’hal oluyor. Devr-i alem yapıyor sibernette. “Sonra çıktım makama, bana bak dedim, saksı değilim ben!” (veya buna benzer bir şey.) Benim gözümde İlber Hoca’lı capsleri daha komik. Tipik bir ve şimdilerde ResmiGaste denilen yeni fenomende buna benzer bir dolu haber var. Doya doya gülebilirsiniz.

Şimdi de bir başka fotoğraf düşünün. Az geri gidin ama. Günlerden geçen gün, yıllardan önceki senenin öncesi. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, ziyaretine gelen Büyükelçi Oğuz Çelikkol’u kendi oturduğundan daha alçakta bir koltuğa oturtarak diplomatik krize neden olmuş. İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Yossi Gal da bize konuk olunca üslup erkan konusunda tüy dikmiş küçük enişte makamındaki oturma düzenini değiştirtmiş, İsrail heyeti için yeni koltuklar getirilmiş. Bütün koltukların yerden yüksekliği birbiriyle eşit tutulmuş. İsrailli misafirlerine törkiş dilayt ikram ederken “Türkler konuklarını böyle ağırlar” mesajı vermeye çalışmışmıştı küçük enişte, bu amaçla demi plie* yaptı diyenler bile var valla ben onların yalancısıyım! Bakaradan makara kukara yapabilen bir insan nihayetinde…

Bu ne rezillik diye ağzını açmak üzereyken sen, hemen lafını balla keseyim; van minüt uluslararası krizinin ülkesinin evlatlarıyız biz. Bu bütün bir içte kalmışlık, babama söylersem görersincilik, eylemcisine tivit atarak kuul kalmaya çalışan valicikcilik, ayakkaplan girdiler diye neredeyse kapı arkasına gidip ağlamacılık, bunlar ayyuka çıkalı 12 yıl olmuşturdur da böyle ezikçilik yeni değildir. Çankaya’nın şişmanı, bunların alayına etik-edep-ar-ahlak dersi verecek kadar bodur ama etkili bir silahtı, kıymet bilemediler. Öyle acayip olaylara imza atmışlığı vardır ki şu an aranızda 40 yaşını geçmişlerin çocukluk anısı tadında hatırladığı dönemlerdir. Eziklik, bizim damarlarımızdaki kan kadar eskidir oysa. Türkiye’nin stratejik konumu kadar eski. Türkiye kurulduğunda ona biçilen görev kadar da hayati önem taşır. Ancak eziklik daha ilk devirlerindeyken, farkına varamayacağınız bir “özgüven eksikliği” suretindeyken, bugün bir Yalan Dünya Zerrin’i ve Tülay’ının repliğinden ibarettir “ezikmiyiz lan biz? Eziğiz tabiii” Bu ezikliğin bugünkü adı; pişkinlikle orta ateşte kavrulmuş kabadayılıktır. Pişkinlikle sosa bulanmış yüzsüzlüktür.

Oysa bir ünlü insanın duruşu, ifade biçimi, söylemleri veya siyaseti, ya da bazı başka nedenlerle hicvedilmesi normal bir durumdur. Bütün mizah dünyası bunun üstüne kuruludur denebilir. İzahı olmayanın mizahı olur sözü ise daha derinden başka bir acıyı hortlatır. Bir insanın, kimse hicvetmeden kendi kendine, kendi yaptıklarıyla gülünecek hale gelmesi ama bu durumun izahının olmaması acınacak bir durumdur.

Yukarıda verdiğim örneklerde ünlü isimler (çocuklarla fotoğraf çektirmek, herhangi bir fotoğraf karesiyle caps olmak şeklinde), düşünceleriyle ya da biryerlerde söyledikleri bir cümleyle (bazen de hiç kendilerine ait olmayan cümlelerle) komik duruma gelebilmektedirler. Bu, izahı olmadığından mizahı olan durum değildir. Ancak Google’a süre tanıma açıklaması, koltuk yüksekliği meselesi ya da van minüt olayı, kendi başına olayın gerçekleşmesi bakımından trajikomiktir, izahı yoktur ve mizahı boldur. Ancak trajikomik çok da hoş bir durum değil ne dersiniz? Yani ağız dolusu gülebiliriz ancak ağlayabiliriz de.

Gittiği günlerde bacak bacak üstüne atıp topuklu gün ayakkabılarını böyle kırkbeş derece açıyla yere dikelterek “kısır iyi ama az daha limontuzu ister bu” diyen Şaziye’ye, kıskançlıkla sorduğu kurabiye tarifi için “valla ölçü kullanmıyorum şekerim, malzemeyi kulak memesi kıvamında yoğuruyorum, böyle yuvarlayıp atıyorum fırına oldu bittiiii” diye yarım ağız yanıt veren Melahat gibiyiz. Hepimiz daha iyisini yapabiliyoruz ama asla renk vermiyoruz.

Hiçbirimiz, bu yazıyı okuyanların eminim hiçbiri, bu örneklerdeki insanların ülkesinde olmak, o ülkenin bir parçası olmak istemiyor. Ülke her yerinden sapır sapır dökülüyor, işte benim güzel ülkem diye göğsümüzü kabartarak haykıramıyoruz. Eskiden “canım yazık kız” diye gülüp geçtiğimiz, içsel içsel bizi onlardan bir üste taşıdığı için biraz da gurur duyarak yerdiğimiz olaylar ve insanlar artık ağzımıza örnek diye alınamayacak kadar aciz, ezik ve yüz kızartıcı.

Sokakta oynarken, hatırlayın, her türlü kavga çıkaran, ufaklıklara sataşan, kolunun altında topla/iple gelen o şişman mızıkçı çocuğa karşı birleştiğimiz zamanlar, o şişman mızıkçı çocuk bizden bi’numara olmayacağını iyi biliyordu. Çünkü biz sadece o şişman mızıkçı çocuğa karşı olacağımız zaman bir araya geliyor, sonrasında senin topun var, benim buyum yok, sen saklambaçta kaçtın ben yakartopta yandım diye köşelerimize kaçışıveriyorduk. O yüzden o şişman mızıkçı çocuğa karşı yapabildiğimiz tek şey, arada yolun aşşaasında buluşup dedikodusunu yapmak ve oynayacak bir oyun bulsak bile ille de o iple/topla oynayamadık o şişman mızıkçıyı alt edemedik diye öykünmekti. Yalan mı? İçimizde kaldı lan! Hiçbirimiz de demedi ki biz bir aradayız asıl yalnız kalan o. Gidelim diyelim ki bak kardeşim, bu mahalle bizim. Oynamak istiyorsan adam gibi oyna. Yoksa tepeleriz seni. Biz kalabalııız taam mı? Hiç efelenme! Babamıza söylersek görersin! Demedik. Diyeydik eyiydi.

Peki tamam. Çok güldük çok eğlendik de artık yeter. Vallahi yeter. Mart kapıdan baktırmıyor kazma kürek de yaktırmıyor. Kriz kapıyı geçti. Ne yapacağız? Gülmeye devam edelim, lakin orantısız zeka örneklerinin dışında bu trajikomediye her açısından ve sadece gülerek baktığımızda, giderek ısınan suyun içindeki kurbağa gibi yalnızca seyrediyor ve adım adım ölüyoruz. Ölüyoruz lan! Nükleer santral ve dolayısıyla nükleer tehlike Japonya’dan gelene kadaaaar deme, burnunun dibinde artık. Kuşbakışı fotolara bakıp “neyse azcık açmışlar şurdan, bunlar giderse geri kalanı kurtarırız” diye sevinme; Kuzey Ormanları gitti çoktan. Aman be Şekip, bir rahat izletmedin şu diziyi!


Melahat’in kurabiyesinin malzemelerini bilmiyoruz. Ama bir kıvamdan bahsediliyor onu biliyoruz. Soralım o zaman; şşt müdür, kulak memesi kıvamına geldi bu, napalım? Yıllar sonra çocuklarınız karşınıza geçip ayaklı Google gibi “güzel bir dünya derken bunu mu demek istedin” diye sorunca yüzümüz kızarmasın diye, kıvam bozulmadan fırına verelim derim. 180 derecede 45 dakika. Arada çıkarıp tereyağı da sürersen dadından yinmez!

3 Nisan 2015 Cuma

pis kokulu zihinler

Bodoslama konuya gireyim, çünkü aklımdan geçenleri aktarmak için bütün gününe ihtiyacım var. Anlayacağın, yerim dar. Evet, başlıyorum. (önce özetler – biraz gülelim)

Ey bu sanal denen ama alabildiğine gerçek yaşam pratiğini bize allayıp pullayıp yutturmak konusunda (sonunda) Kim Kardashian’ı bile geçen sen! Seni, avuçlarım yanasıya hem de, ve ama ayakta alkışlıyorum. Bunca hengamede, bu sürece rağmen, durumu iyi idare ettin.

Son on, bilemedin beş yıldır özellikle, yan çize çize ama aynı hat üzerinde jimnastikçinin kurdeleyi havada dalga dalga kıvırtması gibi, iyi kıvırttın. İş güç, varsa koca, hiç yoksa bir sevgili, ama iş sabit olacak. Sabah git akşam gel “ayem et wörk, boorink”, cumaları “kankişlerle” bir friiidey frayyydey takılmaları sorma gitsin, hepi aurlar, vat iz selfiiie dis is selfieeeler, milli maçı dev ekranda bizim Gürkaylarda izlemeceler, Pazar brançlarında Sezinlerle takılmacalar, kocamcım iyi para kazanıyor ki vay halimize (kııız siz fakir misiniz? Nurteen koş koş ekşın var beybi), bir tane de proje bebesi pırtlattın mı tutmasınlar seni!

Buzlar Kraliçesi mi geliyor Tazmanya Canavarı mı tema seçmeceler, İtalyan/Fransız modeli beybi şoovırından diş buğdayına, ilk doğumgününde hangi ünlü şenlendirecek evimiziden bişeycianneler genel kurul toplantısına kadar, kendi yağında kavrulmaktan utanılmadık bir hayat bırakılmayacak. Pıtırcığın (ya da tosuncuğun) ilk at binmesinden tutun da şehre gelen dünnnyaaaca ünlü sirke alınan biletin koltuk numarası konulu sidik yarıştırmacalar, ille kayak bilinecek, sörftü yamaç paraşütüydü en fakirinden bir dalış olayına dalınacak... Beni şu kadın gibi yaşatamadın ya Şükrü, bunun bedelini ödetcem sana yürü Akasya'ya gidiyoruz! ("bin tane ayakkabım var, en az 700 en fazla 1300 lira veririm." E.Gündeş Bu da bize kapak olsun)

Ama ille de... Bunu hayatın alışılagelmiş bir pratiği gibi sunup omuz üstünden ay şekerim hep taklit ediliyoruuuum bakışı atılacak ki iyice ezilelim. Bende var sizde yok naaberrr! Bize, gerçekten yaşamak nasıl bir şey unutturduğunuz için de teşekkür edelim. Yetmiyor ama di mi? Derin dehlizli bir çukur bu, in in bitmiyor di mi... Lan bizi eğlenceden, mutluluktan, paylaşmaktan, ufacık bir şeye sevinmekten, satın almaktan (ihtiyacın kadar bile olsa) soğuttunuz be?!?! Doğumgünü kutlamıyorum, belgesiz yaşlanıyorum sizin yüzünüzden. Dünyanın en afilli suratına sahibim, her yaptığım olay, selfie çekemiyorum!

Şimdi şöyle ki, çok kıl olduğum “hayatı projeci” kadın figürüne çemkirmek suretiyle, bu sabahlara karşı yazmayı adet edindiğim içdöküşlerimin kıymetli satırlarından çalmayacağım. Nasılsa, bulduğum her fırsatta üstünde tepine tepine, daha birkaç yüzyıl kadar idare ederim bunlarla. Öyle bereketliler ki, Hadron çarpıştırıcısı ya da Galapagos Adaları’nda 100 yıldan sonra ilk kez yavrulayan kaplumbağa konulu kompozisyonuma bile konu edebilirim. Ama benim asıl hınçlandıklarım başka. Aslolan, bu hıncın geldiği yeri deşip size haftalık dozajı iletmek. Bunu yapmam lazım, yoksa uyuyamam.

Biz, afedersin
Örneğin, (bir iktisat profesörünün öğrencilerine müfredat kitabı olarak aldırtmak suretiyle tiraj yaptırdığı para arzı türünden kitaplarında geçen “diyelim ki x ekseninde bıdıbıdı, y ekseninde de hedehödö olsun, bu eğri..” diye başlayan meselalardan değil, benim örneklerim gerçekler) yıllar önce, genciz tabii o zamanlar, gelecek planlarımız üzerinden sohbet ederken kantin masasındaki kızlardan biri, “biz de sevdiceğimle bıdıbıdı derneğine üye olup hedehödö kulübüne katılmaya karar verdik, bu aralar onlar moda” dedi. Ardından ekledi. “bunlar lazım, ileride siiviiinde bilgi ve deneyimin yanında böyle dernekti kurstu çeşitli bilindik isimler olmalı, hem oralarda birçok çevre yaparsın, aynı kulüpten gelmiş iki müdürdü iki genel müdürdü vesaire tanısak az mı?” Sana soruyorum straz taşlı kitlem, az mı?

O sıralar bildiğim tek dernek (toplantılarında ponçik üstü İtalyan salatalı kanape yenen, birlikte nirvanaya erilen bir yapı değilse bugünlerde adına örgüt diyorlar) üniversitenin sinema kulübü. İçinden düşünce geçiyor diye okuldan ödenek ayrılmayan sinema kulübü (yılların hıncını aldım mı? Aldım.) Bir dernek faaliyetinden ileriki yıllara nasıl “hamili kart yakinimdir” devşirilir hiçbir fikrim, tek bir zikrim yok. Lakin, arkadaşımın sözü de kulağıma suyu kaçırdı mı... festivalden festivale topladığı ödüller buradan Bağdat’a yol olacak, tarihinin en iyi filmlerini “sıfırın altında” iklim koşullarında izleyip, Yeni Dalgacıların, Potemkin Zırhlısının ve adını telafuz edemediğim bir dolu Uzakdoğu/İran/Avrupa sineması filmlerinin bıraktığı mirası “İtalyanca orijinal-İsveççe altyazılı” filmlerden çözmeye çalışa çalışa bir sonuca vardım. Etrafımdaki cenah gibi fazlaca düşünen bikimseydim. Düşünerek çevre edinilmiyordu. Ama çevre seni ediniyordu, koklayarak.

Bana bu hafta, “iş buralara geldiyse...” dedirten durum bildirimini sosyal medyada tanınmış iki anne gönderdi. Bir çocuğu “terörist” diye damgalamak fırsatını yogayla birleştirerek güne başlamış bir anne, öğle saatlerinde gittikleri restorandan attığı cicişli bicişli tivite, Bali’den mi öyle bir yerden “dalış sonrası konuya dalayım şekerler” tadında aldığı destek yanıtıyla migrenimi tetikledi.

Ardından bambaşka bir anne “oğlumu okuldan almaya gidiyorum buraya not düşüyorum, okuyanlar da şahit olsun zira artık ekmek almaya giderken bile belgeye ihtiyacımız varmış” minvalinde bir cümle paylaştı. (ya da bunun gibi bir şey. Önemli olan bunu söylemesi, önemli olan ekmek almaya gittiğini gösteren belge mi vardı minvalinde bir çamurun “kadın mı kız belli değil” çamurundaki gibi bir yerden fırlamış olması ve giderek tüm çepere yayılması).

Açıktır ki bu sözün kinaye mi, siyasi bir laf sokma mı, bir annenin feryadı veya korkuları mı olduğu çok da değiştirmiyor sonucu. İkisi de anne ama ikincisi birincisine benim gözümde ciddi bir farkla takla attırıyor. Dahası, birinci anneye günün sonunda artık destek tiviti gelmezken (o konu orda bitti ciciş, yağrın başka bişiye parmak basıcek o), ikinci anneye bütün gün destek mesajlarının yanında tehditler içeren köstek mesajları da yağıyor. Köstek kimden geliyor dersiniz? Siyaset yapmamak lazım amaaağ diyen annelerden. Aklı başında bir insana, kendine ait internet blogunda neden sadece bebek altı değiştirmek, ateş ölçmek, haftasonu nerelerde gezmek gibi annelik işleriyle uğraşmadığını, çocuğunun gelecek hakkını aradığını “siyaset yapma” diye bir direktif edasıyla soran anneler.

Tam 25 yıl geçti. Ben "yakini" olabileceğim bir hamili kart bulamadım ama beynimi patlatasıya düşünce yumakları sayesinde bir şey öğrendim. O ıyk bıyk iğrançsınız pis solcular tadında yorumlarla bir yandan “proceci kadın” formatından asla taviz vermeden, an itibariyle elde ettiklerini kaybetmemek için tüm bildiği ezberleri bozan kadın formatı, tam da arkadaşımın “şu derneklerde bulunalım ki geleceğin üst düzey amcamlarına ulaşırız kıız” dediği yerden gelenlerden oluşuyor ve o gün neyse bugün de o, zerre değişmediler. Okumuşu var, görgüsüzü var, çapsızı var, hatta bir yerde karşına Avşar Kızı ya da Nazlı Ilıcak formatında çıkabilir. Bir gün çiçek kokarlar birgün böcek. Birgün liberaller ötekinde demokrat, bu aralar elhamdülillah dinlerine çok bağlılar (R.O.K röportajında inanılmaz pozlara imza atan küçük Avşar Kızı da umreye gidiyormuş.)

Biz “ötekiler”, biraz şeyiz afedersin. “Hiç şiir okumamış gibi kötüsünüz, bir köpeğin başını hiç okşamamış, hiç bayram şekeri dağıtmamış, çocukla çocuk olmamış gibi kötüsünüz” deyiveririz. Siyaset yaparız biz. Çünkü siyaset, çatısı altında yaşamak istediğiniz yönetim biçimini, seçtiğiniz temsilciler aracılığıyla yaşamak demek. Siyaseti bıraktın mı birgün kafanı kaldırırsın ve bakarsın ki... Çaktın köfteyi?


Bir de biz yıllardır aynıyız be bacım. Mis kokarız. Ya siz?

2 Nisan 2015 Perşembe

Başı sonundan belli yazı

bu yazımda, barışı kardeşliği beyaz rengin saflığıyla helmelendirip.... yürü git! küsküçük sorunları bümbüyük yapıyosunuz sonra da bacım bir el atar mısın... tivbe tivbe...

Gözlerini kapa ve derin bir nefes al. Sana desem ki maddi manevi hiçbir engelin yok. Şimdi şu an, fırsat da var nereye gitmek istersin? Bak hiçbir diyorum. Engel mengel kalmadı diyorum (Burkino Faso’ya Çuvaşistan’a ve Galapagos Adaları’na vize kalktı ya la!!! hayretiyle diyorum) Bahisleri alalım? Paris, Las Vegas, Katmandu, Papua Yeni Gine, Kuzey Kutbu, Grönland ...

Bir tane de ana kucağı, baba ocağı, bizim Tokat’taki eski ev, Manisa’daki baççe, ne bileyim hiç yoktan İzmir sahili falan diyen çıksın dişimi kırarım. Şaka kııız, bu yüzden kırmam. Varsın Katmandu çıksın daha çok sevinirim. Ama niye Katmandu veya Papua? Gelelim asıl soruya. Aha o gittiğin yerde belki şu kadar yıl kalacaksın ve buraya gelebilme ihtimalin de pek yok desem. Şimdi gider misin Katmandu’ya? Burkino Faso mesela? Ana kucağına baba ocağına? Dayının çiftlikten bozma iki katlı bahçeli evine gider misin? Erbaa’daki mısır tarlalarına?

Haa o zaman iş değişti değil mi? Soruya nasıl cevap vereceğine dair kırk tane tilki dolanıyor kafanda şu an. Bu bir yanıltmaca ama neresinden tutayım diyorsun. Korkma cicim, Acur’un Sörvayvır’ına aday seçmeyecez. Sadece merak ediyorum; senin için her gidişin bir dönüşü mü var? Var mı? Niye ve nereye? Aslında, son viraja gelmeden sorayım, lan harbi, gidiyoruz kalk desem, herşeyini bırakıp gider miydin Peru’ya? (Orada 13 Kule (Chankillo) var, çok bilimsel bişey. Hemen gugılla, oku öğren. Birgün gidersen de ne yapman gerektiğini biliyorsun.)

Gideceğin varsa döneceğin de var mı? (anaam yazıya başlık buldum!)
Uçak havalanıp ilk düzlüğe vardığında yaşlar inmişti yanağımdan aşağı. Sanmıştım ve inanmıştım ki geri dönmeyecektim. Oh bee ile lanet olsun arasında gidip gelirken ağlamaya başlamıştım. Dünyanın öteki ucuna gidiyordum. Oh be’nin sebebi artık özgürlüğüm sözlük anlamının dışına çıkıp benim için bir gerçeklik oluyordu, lanet olsun’un sebebi ise beynime, ruhuma ve benliğime kazınmış “memleket hasreti”, “gurbet kötü” ve “gideceğin bir yer var tabisi, ama dönmen gereken de bir yer var” mesajları idi. Üstelik bunlar hiç sübliminal değildiler. Birkaç süreliğine şöyle bir gezip geleyim için değil, Budha’yla tanışmaya veya Küba sokaklarında dolaşmışlığım var demeye değil, bildiğin gurbet ele çalışmaya ve yeni dünyaya alışmaya gidiyordum. Sonra acısı geçince içinden komiklik çıkarmaya da başlıyor insan. Gurbet maceralarımı anlatmalara doyamam...

Dört yıl önce İstanbul’dan İzmir’e taşındığımda bir arkadaşım “sen iki yıla gelirsin geri” demişti. Güldük falan ama ne dönüp dönmeyişim önemli, ne söylediğinin gerçek olup olmaması. Asıl soru ve sorun, dönmem gerektiği, her gidişin bir dönüşü olduğuna ve bunun hep aynı yere olduğuna inanmamız, buna inandırılmamızdı. Daha önce yazdım, göçebeyim ben. Bir yerde, bir şeye bağlı kalamam. Kalırsam eskirim. Ama bu, herşeyden ve herkesten kaçtığım anlamına da gelmesin. Benim için memleket diye bir yer yok ve asıl mesele de bu. Aidiyetim yok ki mekana takılayım? Doğduğum yer yok mu, var. Güzel mi, evet. Hepsi bu kadar. Orası orada kaldı. Ben biyyerlere tutunamam, demiyorum. Sen kendine bak diyorum. Diğer bir deyişle, “ben cevabımı aldım, sen soruyu buldun mu?”

Doğama uygun davranıyorum. İnsanoğlu modern yaşama geçinceye kadar hep doğduğu yerde yaşamış sonra modern yaşamda hareket yeteneği artmış ve dünyayı gezmeye BAŞLAMAMIŞTIR. İnsan, doğası gereği, daha çok modern çağların öncesinde, göçebeliğe başlamış, hatta bıraksan insan, doğası gereği, tarihinin her safhasında göçebelikten daha mutlu, göçebelikten medet umarak ve sonunda göçebeliği sayesinde ilerleyerek yaşamıştır. Bu söylediklerimi işkembeden sallama bulanlarınız varsa (bir tane bile varsa adresini versin bizzat ikna ederim ben), uzun uzun guugıllayabilir insanlık tarihini, inceleyip erebilir. Başka nedenler de bulabilir, olsundur. Çok zaman alıyor, yaptım ordan biliyorum. Gel sen buradan oku, bilgilen, zaman kazan. Zaten sanahaber’in kuruluş amacı da bu. Bireyler için zahmete girmeden uyanışa geçme kılavuzu, işbu blog sırf sen yorulmadan aydınlan diye yazılıyor.

Daha önce yazdım, evet. Göçebeyim ben. Çok mu gezdim? Hayır. Ama onca yıllar/yollar sonra şöyle yürekli bir şekilde söyleyebiliyorum artık; dur şimdi manifesto bu, yavaş yavaş oku:
birincisi, her insan “kurulu” denen bir düzende, onun parçası olarak “verili” kurallarla yaşamak zorunda değil. Yani doğ, büyü, okula git, (askerlik vb) evlen, çocuk yap, çocuğu büyüt, evlendir, yaşlan, öl. Benim setup bunu kabul edemedi bir türlü.

ikincisi, bir insan beriki/ötekinin yaptıklarını tekrarlamadı diye ucube olmak zorunda değil. Bak Ancelina yenge söyleyince daha havalı oluyor: “If somebody says you are different, look at them with your head held high and smile.”

Yani “Şşşt değişik, ne bakıyon” derlerse, kaldır kafanı bir çalımlı bakış salla diyor. Şu gerçek ki, ben sizin gibi değilim ve sizden de benim gibi olmanızı beklemem. Ancak, verili düzeni sorgulamadan yaşayan insanlar olmadığınızdan söylüyorum bunları. Tersinden, siz bu yazıyı okuyup anlayıp “hissedebildiğiniz” için o sorgulamadan yaşayanlardan değilsiniz. İçiniz kıpır kıpır, yüreğiniz ağzınızda, kimi zaman napacağım ben şimdik diyerek hayatı sürekli yeniden tekrar tekrar sorguluyorsunuz.

Derin bir nefes al. Birkaç yıl önce, kendisi de kısa sürede kirişi kırarak dünyasını değiştirmiş, bambaşka algılara kapı açmış bir arkadaşıma “Türkiye’ye dönecek misin” diye sorduğumda “neden” dedi. Eskiden beri, Türkiye’den gitme, bir daha gelmeme tartışmalarının bir yandan öznesi de olarak içinde yer aldığım için, yanıt bana önce çok sıradan geldi. Neden döneyim ki? Türkiye’ye dönmem ki ne işim olur gibisinden. “Vize diye bir şey olmasaydı ve yaşamak için çok azı yetseydi şimdi nerede olurdun?” dedi bu kez o bana. Bilemedim önce. İçimden bir ses ve his, giderdim ve gidebildiğim kadar giderdim, dedi. Dönmez misin diye ekledi hemen. Nereye dedim. Daha doğrusu o benim iç sesimi seslendirdi. Durun. Baştan anlatayım.

Diyelim kalktınız gittiniz bu ülkeden. Gezmeye, keşfetmeye, yeni ve başka bir hayat yaşamaya gittiniz, canım belki sıtkınız sıyrıldı da gittiniz. Ve oldu. Orada bir yerlerde tutundunuz. Döner misiniz? Niye? İlla buraya dönmemiz mi gerekiyor? Kim diyor? Eğer beş altı yıl içinde diyelim, oraya da alışırsanız ne olacak? Ne orada ne burada deyip arada mı kalacaksınız? Yoksa “anam babam gardaşım Türkiye’de deyip, hayatı yaşamaya ara verip geri mi geleceksiniz? Peki giderken eşi dostu sevgiliyi, varsa çocuğu ve aileyi bırakacak mısınız? İş aileye/çocuğa gelince, “o konu beni aşar” deyip kaçabilirim. Ama yok, ille bulaşacağım. Kardeşim, ben sana, hayatını at bir kenara, bebelerin ve eşin bir kenarda “sıyırdı buuuu” diye ağlaşırken dokuz aylığına bisiklet sırtında ülkeyi terket mi dedim? Gerçi çocuk mevzuunu burada kapatalım. Böyle bir arada kalışın salt kendisi bile yazımızın asıl konusu bakımından yeterince “self-explanatory”.

Yurtdışına giden “gurbetçilerin” bir daha dönmeyenlerine kayıp gözüyle bakan zihniyetimizin darlığı, bir gurbetçi olarak memleket hasreti içinde yanıp duran ama dönmeyen şahsın zihniyetinin darlığı ile yarışır. Kardeşim madem özlüyon, dön. Madem dönmeycen bırak bu geberesiye hasret çekme mazohizmini.

İşte ben bu arafçılık, kendine sürekli eziyet etme, kararsızlık, kararsızlıktan kendine vazife çıkarma, sürekli depresif bir ruh halini huy edinme ve giderek mağduru oynama durumundan o derece muzdaripmişim, gurbet, memleket hasreti ve yabancı olma/ yabancılaşma kavramlarından o derece yorulmuşum ki gittiğim en uzak şehirden elimde – tüm bunların bir sonucu olarak –usanç dolu kocaman bir romanla döndüm. Usanç bana ait, yoksa romanı okurken usanacağınızı düşünmüyorum. Bundan tam on yıl önce, yalnızlaştırılmanın, itilmenin, dikte ettirilmenin getirdiği bıkkınlıkla gittiğim “gurbette” kâh milliyetçi kâh sipiritüel bir nefret üretmemek için, yazdım. Böyle arındım da diyebilirim. Sonra döndüm. Tamam da bacım madem bu kadar lafı söylüyon niye döndün diyenleriniz için, değişim denen olgunun güneşte kalmış tereyağının mayışması gibi hopadanak olmadığını hatırlatayım. Tam yedi yılımı aldı... Üstelik Tibet’te değil, gözünüzün önü dizinizin dibinde.

Sosyal medyada ve sayısız bloglarda, memleketinden uzaklara gitmiş ve dönmemiş, gitmiş ve lanet ederek hemen dönmüş, gidememiş ve gitmeye çok kararlı, gitmeyi eleştiren dönenlerle, gitmeyenleri gaza getiren dönmezlerin ha bir de gitmelerinin gerekçelerinin gitmelerinden daha kıymetli oluşunu anlatıp duranların yazıları arasından seç beğen al yaparak geniş bir seçkiyi okuyup değerlendirebilirsiniz. Bunların gidip de dönenleri merkez noktalarına “memleketim benim” şarkısıyla “mücadele aşkını” (veya benzeri bir duyguyu) koyuyorlar. Dönmeyenler ise artık burada yapacak bir şey kalmadığını. İki taraf da birbiri için biraz diş biliyor. İyi de gezegen istilacıları mıyız biz? Bir yerden, orası memleketimiz ise, ancak yapılacak birşey kalmadığında mı ayrılmalıyız? Ya da yapacak çok şey var deyip aslında yaşamak istediğimiz hayatın üstüne bir çizgi çekip altında ezdirecek miyiz kendimizi? Ben bu ikisi arasında salındığımı fark ettiğim an dur laaan dedim. Düşündüm sonra. Bir kez gittim ve döndüm. Emin miydim? Gider miydim yine? Peki gitsem döner miydim?

Sonra yavaş yavaş hava aydınlandı. Bir sabaha karşı, yine böyle bir sabahın karşısında, kendime en büyük itirafımı yaptım. Sizi bilmem. Ama ben “gidilecek çok yer olduğuna ve dönme eyleminin illa başlanan noktaya yapılmak zorunda olmadığına” inanıyorum. Anladım ki benim dönmem gereken bir yer yok. Çünkü her ne yapacaksam bunun için bir yere ihtiyacım yok. Bütün olay kafamın içinde. Ve ne yazık ki kafamın içindekiler ayağıma pranga vurmakla beni evrene salmak arasında gidip gelecek kadar güçlü bir salınıma sahip. Son iki belirlenimim de bunlarla ilgili. Birincisi, konu gezginlik olmasa bile siz de benim gibisiniz. İkincisi, şuraya kadar anlattıklarımı bu ülkenin insanı dışında biriyle tartışmaya kalksam ilk cümleden ölü doğar bu "debate". Bir tane, bacım ilaç niyetine, bir tane de bizden başka ne bileyim bir Fransız veya Meksikalı tanıyor musun "gurbet" ve "memleket hasreti" başlığında tartışabileceğin?


Onca yıl kendimi anlamaya ve kabul etmeye harcadığım zamanı azcık bilime verseydim bugün fizik dünyası Higgs Bozonu’na Arzu Bozumu falan diyebilirdi. Hayatım boyunca tahammülümü sıfırın altında zorlayan şeylerden biridir; ATALET. Annem yaklaşık 30 saat önce “yaparım deme hemen yap” cümlesiyle titreyip kendime getirdi beni bir kez daha. Düşünme eylemi sizi atalete sürüklediği sürece çok boş ve anlamsız bir eylem. Nihayetinde, düşünürler bugüne kadar dünyayı anlamaya çalışmışlar, artık onu değiştirme zamanı. Buna kendinizden başlayın. Hemen şimdi, eserikli Batılının bucket list dediği listeyi doldurmayı bırakın ve ne zamandır yapmayı ne kadar çok istediğiniz bir şeyi acilen yapın. Üstünüzde birikip yığılan atalet duygusunu söküp atın. Gezmek mi? Okumak mı? Dinlemek mi? Ağlamak mı? (yok be ağlamayın) her ne istediyseniz birini hemen şimdi yapın. Sonra da şu gittiğin zaman dönmen gerekir safsatasını yekten unutun. Böyle dümdük. Çünkü dönmek diye birşey yok, olmak var.

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...