31 Temmuz 2018 Salı

Sacred Games: Gerçeğe Tahammülünüz Ne Kadar?

İlk yayın: 31/7/2018-Birdizihaber.com
Birdizihaber ekibinden yazar arkadaşım Utku, Sacred Games ilk bölüm yorumunu yayınladığında, Amir Khan filmlerinden sonra, başka etkileyici bir Hint yapımı izleyeceğimi düşünerek çok heyecanlandım. Nihayetinde Avrupa ve kuzey ülkeleri dizilerinin dışında sektörden böylesi sürprizler fazla çıkmıyordu. Kıştan bahara Şahsiyet’le yerli yapımlarda şaşırma kotamı doldurmuşken Sacred Games deyim yerindeyse Pandora’nın Kutusu gibi açılıp ortalığa saçıldı. Hazır Utku bütün detayları vermişken tekrardan kaçınayım, sizi komşu yazıya davet edeyim. Önce Utku’nun yazısını okuyun, sonra buradan devam edersiniz. Yazı uzun, hava sıcak, konu demini almış, haydi yola çıkalım!

Kutsal Oyunlar: Bir fantastik-siyasi-polisiye uyarlaması

Dizinin Türkiye’de henüz ahım şahım bir kitle tarafından izlendiği ve ilgi gördüğü söylenemez. Hazır basın duyurularını haberleştiren kanallar dışında yerli yorum sayfalarında Sacred Games bahsine pek rastlamadım. Bunda hem ulusal kanallarda yayınlanmıyor oluşu hem de bir Hint dizisi olmasının etkisi büyük tabii. Hatta IMDB puanı ve yorumlarının Hintliler tarafından girildiği, Netflixplatformundaki ilk Hint dizisi olduğundan dizinin başarısının köpürtüldüğü gibi sosyal medya iddialarına bakılırsa bu yazıyı neden yazdığım da sorgulanabilir. Sahi, bir Hint dizisinden ne çıkabilir? Sabredin, birazdan ortalık aydınlanacak.
Hindistan’ın son 30 yıllık siyasi tarihine, bireysel bir mafya-polis mücadelesi üzerinden bakan Sacred Games’in sekiz bölümlük ilk sezonu, uyarlandığı 928 sayfalık romanın (Vikram Chandra – 2006 basımı aynı adlı eseri) yalnızca dörtte birini kapsıyor. Bu açıdan daha iki hatta üç sezonluk hikâyesi bulunan dizi sahip olduğu siyasi eleştirel bağlam bakımından bir de sansür olasılığıyla karşı karşıya geldi. Sansür demeyelim de her gerçek her coğrafyada birilerini rahatsız eder diyelim. Peki, dizi hakkındaki şikâyetler ve eleştiriler ne kadar haklı ya da haksız? Başka bir soruyla devam edelim önce.

Kazara başarı mümkün mü?

Slumdog Millionaire (Milyoner) filmini hatırlıyor musunuz? 2008 yapımı film, Mumbai’de sokaklarda büyüyen bir çocuğun, Kim Milyoner Olmak İster Hindistan versiyonunda yarışıp büyük ödülü alışını, her bir sorunun cevabında geçmişine dönerek anlatır. O yoksulluk, o acı, o Mumbai sokaklarındaki karanlık dünya. Çocukların yoksulluğu oldukça kalıcı bir meseledir ve ortadan kaldırması hiç kolay değildir diyor toplum biliminin insanları. Milyoner, çocuk yoksulluğunu çocuğun gözünden anlatabilmiş bir filmdi denebilir. Peki, Milyoner’in aldığı Oscar ödülü, bize arada sırada Eurovision Şarkı Yarışmasında derece vermeleri gibi, Batı’nın Hindistan’a bir göz kırpması mıydı? Başarı kazara mıydı yani?
Hem çocuk oyunculara davranışı, hem Mumbai’yi dünyaya anlatma biçimi, hem de başroldeki sokak çocuğu karakterinin mükemmel İngilizce konuşması gibi birçok başlıkta eleştiri yağmuruna tutulan film, “bunlara rağmen” ya da belki “sırf Batı Hindistan’ı selamlamak istedi diye” OSCARBAFTA ve Golden Globe gibi dünyanın en prestijli ödüllerini topladı ve hafızalarda yer etmeyi başardı. Bunda, ait olduğu ülke ve kültürün kendine saklamak isteyeceği bazı gerçekleri dile getirebilmeye açık oluşunun payı olduğunu düşünüyorum. Bir karşılaştırma olması açısından, Milyoner ne kadar “bulunmaz bir Hint kumaşıysa” Sacred Games bir o kadar genzinizi yakan Hint baharatı. Sevmeyebilirsiniz, ama ikisini de unutamazsınız.

Kral çıplak diyebilir misiniz?

Bir gün biri çıkıyor ve yaşadığınız topraklarda gözünüzün önünde olanlar hakkında kurgusal bir biçimde “kral çıplak” diyor. Diyenler var, ben izlediklerimin yalancısıyım. Tabii bu söylemin ne kadarının bireysel ya da toplumsal bir pencereden ortaya konacağı ya da hangisinin gerçek bir başarı olacağı bu yazının konusu olmasın, zira çok derin bir mesele. Yazımın özelinde Sacred Games, nasıl denir, hani dizi çekerken dekorundan kostümüne, repliklerindeki jargondan çalan müziğe kadar her şey o dönemi yansıtmalıdır ya, işte bunu bir adım öteye götürüp bireysel derdini anlatırken tüm bu dönem malzemelerini ana tema olarak kullanıyor.
Diğer bir deyişle, Hindistan’daki kast sistemi içerisinde ileride nasıl bir hayatı olacağı başından belirlenmiş genç Ganesh Gaitonde, darbeler, suikastlar, yükselen yolsuzluklar ve skandallar gölgesinde sokak çetelerinden mafya liderliğine ulaşmasını genç Sih polis memuru Sartaj Singh‘e anlatırken, paralelindeki tüm olaylar kurgudan çok öte bir gerçeğin dışa vurumu, Hindistan tarihinden alınmış olaylar zincirinden oluşuyor. Hikâye bireysel olsa da karakterlerin evrilişi, konunun bir yerden öbür yere taşınışı toplumsal. Sacred Games bizi 1980’ler ile 2010’lar Hindistan’ı arasında dolaştırarak iktidarın gölgesinde ve iktidara rağmen yeşeren tek kişilik bir mafya imparatorluğunu, kapitalizmin dinamiklerinin değişmeyen yüzüyle birlikte ortaya koyuyor.

Hindistan’ın kurtlar vadisi mi?

Faşizm ve din, kapitalizmin her devirde dostlarıdır. Burada Kürt-Türk ise orada Müslüman-Hindu, ABD’de beyazlar-siyahlardır mesele. Belki de benim çıkarımımdır ama dizinin sekiz bölümü boyunca Gaitonde’nin ağzından aktarılan hikâye bize hiç de yabancı değil. Hatta bütün dünya için oldukça bildik bir ezber. Kısa tarihsel bir hatırlatma olsun:
Hindistan’ın (iki dönem) ilk kadın başbakanı olan, adını yaşıtım herkesin ezbere bildiği Indra Gandhi1966’dan 1977’ye kadar süren sıkıyönetim döneminin mimarıdır ve 1984 yılında bir suikast sonucu öldürülmüştür. İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nden mezun pilot oğlu Rajiv Gandhi ise annesinin Sih korumaları tarafından öldürülmesinin ardından Hindistan Ulusal Kongresi parti başkanları tarafından başkanlığa aday gösterilerek başbakan olmuştur. Bu dönemde Sih karşıtı gösterilerle ilgili olarak yaptığı “Dev bir ağaç yıkılırsa altındaki toprak sallanır” yorumu yüzünden çok eleştiri almıştır. Dizide eleştirilen noktalardan biri bu.
Bir diğer olay ise, 1985’de Hindistan Yüksek Mahkemesinin kocasından ayrılan Müslüman kadın Shah Bano’nun nafaka alması yönünde karar vermesi ve Rajiv Gandhi’nin, karara itiraz edip protesto düzenleyen radikal islamcı göstericilerin yanında yer alması. 1986’da Kongre Partisi yüksek mahkemenin kararını iptal etti ancak Rajiv Gandhi bir sonraki yıl ünlü Bofors silah skandalında rüşvet aldı/almadı tartışmalarında itibarını zedelenmekten kurtaramadı (dizideki eleştirilerden bir diğeri). Rajiv Gandhi 1991 yılında uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti.

Sacred Games, elbette diziden önce romanın yazarı Vikram Chandra da, Hindistan’ın bir dönemine, bizdeki deyişle kurtlar vadisindeki sofralara, inançlar arası çatışmalara, fillerle çimenlere ve bu kargaşada “arada kalanlara” yandan bir bakış atıyor. Yazar Vikram Chandra ile yönetmen Anurag Kashyap’ın kendimce tarzlarını benzetmiş olmam da diziyi başarılı bulmamdaki diğer faktör olabilir, yalan yok. Bu konuda ilgili videoları aşağıya bırakıyorum (ne yazık ki altyazı yok, ama neyse ki Hintliler çok güzel İngilizce konuşuyor).
Sacred Games’in şu ana kadarki ya da en azından benim gözümdeki başarı çizgisi bir tesadüf değil. Kazara, hiç değil. Her bir sahnesinin Amerikan polisiyesi tadında çekildiğini düşündüğüm dizi, Utku’nun yazısında da belirttiği gibi “yaratıcı bir senaryo, etkileyici performanslar” ve film tadında kurgusuyla bu açıdan da başarısını kanıtlamış durumda. Demem o ki yazarı da, yönetmeni de oyuncuları da boş değil.

“Biz yapsak dokuz köyden kovarlar…”

Gelelim bize… Türkiye’de, Slumdog Millionaire ve Sacred Games gibi, merkezinde yer alan konuyu tarihsel olaylara yer vererek gerçekçi bir bağlama oturtan yerli bir dizi çekilseydi, nasıl tepkiler alırdı bir düşünün. Çekilmişi var mı? Hatırlayalım; 12 Eylül’den sonra yeni liberal Türkiye’yi, Turgut Özallı yılları. 1994’te ülkeyi alt-üst eden ekonomik krizi. Bahar olaylarını, 1996’da Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasını, sonrasında ortaya çıkan artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve “aydınlık için 1 dakika karanlık” sloganlarını hatırlayalım. 1999 Marmara Depremini ve sonrasını… Böyle zamanlarda aklıma bir Fikret Kızılok şarkısı gelir, ne demek isteyeceğimi çok temiz özetler.
İlk dönemlerinde Kurtlar Vadisi, aynı dönemlerde yayınlanmaya başlamış Çemberimde Gül Oya, ardından gelen Hatırla Sevgili bu grupta anılabilir. Peki, dönem dizilerinin hangi biri gerçekten o döneme ışık tutacak veya ilgili olaylar hakkında sözünü yekten söyleyecek kadar açık davranabildi? Davrananların başına ne geldi? Erken final yapmak zorunda mı kaldılar? Sonrasında oynadıkları karakterleriyle ilgili “evet, solcuyu oynadım ama ben muhafazakarım” mı dediler mesela? Bunları hatırlayın ki Sacred Games neden “farklı” bir dizi, az göndermeyle size anlatabileyim. Yekten söylesem dokuz köyden kovarlar nihayetinde…

Anayasal mı özgürsün?

Konumuza dönelim, bir dizi ya da filmde ülkenin siyasi tarihini gerçeküstücülüğe kaçmadan anlamanın ve anlatmanın kolay olmadığı açık. Sacred Games’in, hem uyarlandığı aynı adlı romanın hem de dizinin, tamamen kurgu olduğu altı çizilerek söyleniyor (roman kurgu dalında ödül almıştı). Ayrıca dizinin her bölümünün adı bir Hint efsanesindeki karakter ya da nesneden alınıyor. Ancak göndermeler o kadar gerçekçi ki yönetmenin ve oyuncuların “sadece nitelikli bir kurgu” olduğunu söylediği dizi birçok detayıyla yüzlerde gülümseme yaratıyor. Üstelik bunları anlamak için Hindistan tarihini ve kültürünü çok iyi bilmek de gerekmiyor. Bir yandan biri çıkıp “diziyi izlemeden önce Hindistan tarihi ve kültürü hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor” diyebilir, ancak siz bir de tersinden düşünün; Sacred Games izlediğiniz için merak edip araştıracağınız bir tarih olabilir orada. Koskoca bir Ortaçağ tarihini Game of Thrones ve Vikings sonrasında merak eden olmadı mı? (Bu arada Sacred Games kimi çevrelerde Game of Thrones ve Breaking Bad ile karşılaştırılıyormuş ey ahali!)
Indira Gandhi, Rajiv Gandhi, Müslüman-Hindu çatışmaları, yakılan camiler, kırılan tanrı heykelleri, Ganj Nehri ve kutsal törenler… Bunların Türkiye’deki izleyiciye yabancı kavramlar olmadığını söyleyebiliriz. Sacred Games dönemin referans olaylarından bahsederken belgesel görüntülerden yararlanıyor. Böyle olunca da eleştirilerden kaçamıyor. Ne kadar trajikomik aslında değil mi? Bir olay olmuş, sen bunun basın kaydını almışsın, kurgusal bir çalışmanın içinde “o zaman da bunlar olduydu” minvalinde veriyorsun. Sonra sana “hayır bunu yapamazsın” diyorlar. Suçlu sen oluyorsun. Aşırının aşırısı tanıdık değil mi? Ama küçük bir düzeltme yapayım burada: Özellikle Hindistan’daki çevrelerden gelen bu yöndeki eleştiriler sonucunda dizinin yayından kalkacağını düşündünüz değil mi? Diğer bir deyişle, gerçek en çok hakkında konuşulanı acıtır, o da gelir koyar erkini ortaya… Bakın ne olmuş?

Genç Hindistanlılar rahatsız

Sacred Games, 6 Temmuz 2018 günü Netflix platformunda 8 bölüm birden yayınlandı. Ardından eleştiriler başladı. Sadece 4 gün sonra, Hindistan’da bir “aktivist” (ve sonra bir kongre üyesi, ardından sinemacı bir grup) polise suç duyurusunda bulundu. “Genç Hindistanlılar rahatsız” tadındaki şikâyette, dizide merhum başbakan Rajiv Gandhi hakkında hakaret içeren ifadelerin kullanıldığı (dizinin bir yerinde kullanılan ifade kastediliyor), yine başbakan ve dönemin iktidarının kararlarının olumsuz eleştirildiği iddiası yer aldı. Ayrıca özellikle sosyal medyadaki yorumlarda dizinin Müslüman-Hindu çatışmasıyla ilgili olarak Müslümanları kötü gösterdiği iddia edildi.
Bahsi geçen olumsuz eleştirilere örnek vermek gerekirse, ekranda 1980-1990 arasında Hindistan’da yaşanan ulusal olaylar kayıtlardan gösterilirken, gangster Gaitonde bu durumu nasıl fırsata çevirdiğini ve örneğin Müslüman-Hindu çatışmasının alevlendirilmesinden nasıl faydalandığını anlatıyor, arada kendini din referansından uzaklaştırıp olaya dışarıdan bir gözle bakıyor. İşin bu kısmı, evet, eleştirel ve burada beni acı acı bir gülme alıyor. Karakter isimlerini değiştirsek, Malatya veya Yozgat’ta çeksek bu diziyi, sanki bir şey değişmezmiş gibi geliyor, ondandır acı gülüşüm.
Peki ne mi oldu? Önce yüksek mahkeme geçen hafta bir ön duruşma yaptı ve şikâyette özellikle yapımcı ve yönetmen dışında kimsenin adının geçemeyeceğine, ayrıca şikâyet konusu “olayın” zaten meydana geldiğine, yani kısaca “yorganın gittiğine kavganın da bitebileceğine” değindi. Öte yandan, hakaret edildiği ve olumsuz eleştirildiği iddia edilen merhum Başbakan Rajiv Ghandi’nin oğlu, “Hindistanlı politikacı, Hindistan Ulusal Kongresi Başkan Yardımcısı, Lok Sabha üyesi, Hindistan Gençlik Kongresi ve Ulusal Öğrenciler Birliği Başkanı ve Hindistan Parlamentosu üyesi” Rahul Gandhi, birkaç gün önce sosyal medyadan, “herhangi bir eserde ülkesine her daim hizmet etmiş babası hakkında söylenebilecek herhangi bir şeyin, onun kişiliğine ve yaptıklarına bir zarar vermeyeceği ve Hindistan’da demokratik hak ve özgürlüklerin serbestçe kullanılabilmesinin daha önemli bir konu olduğu” minvalinde bir açıklama yaptı. Ey gidinin eysi diyesi geliyor insanın…

“Vasati 40 oyuncu”

Sacred Games için getirilen eleştirilerden biri de “onca Bollywood starı dururken dizi oyuncularının vasatlar arasından seçildiği” iddiası. Bakınız, aynı eleştiri Slumdog Millionaire için de yapılmıştı. Sonuçta bir dizi ya da filmi yerden yere vurmak için birkaç başlık var, seç birini değil mi? Bollywood oyuncularını bildiğimi söyleyemem, sonuçta bir Hintli dizi yazarı da bizden güya dünya listelerine giren dizi oyuncusu olarak Tuba Büyüküstün ve Fahriye Evcen gibi isimleri sorsa, kulağıma kadar varan gülümsememle “onca Türk star dururken…” diyebilirim. Ama doğru karşılaştırma yapabilmek için önce Tuba’nın dizilerdeki ağlama sahneleriyle efsane “Hande Erçel bayılması” olarak literatüre geçen o meşhur sahneyi izleyip, ardından Sacred Games’in Kukoo karakterini ve dizide ona hayat veren Kubra Sait’in bir trans bireyi canlandırmakla ilgili yorumlarını görmek gerekiyor. (Kukoo karakteri romanda çok kısa yer alıp daha az etkili olsa da yönetmenler dizide ağırlıklı yer vermiş ve çok da iyi etmiş).
Dizi 6 Temmuz’da yayına girdi ve birkaç gün sonrasından itibaren adı geçen şikâyetle birlikte, yönetmen ve oyuncu ekibi katıldıkları çekimlerde gelen sorulara, dizinin ya da içindeki söylemin, herhangi bir replik ya da sahnenin engellenmesinin bir sansür olacağı yönünde yorumlar yaptılar. Mahkemenin kararının ne olacağı ve dizinin akıbeti konusunda henüz bu kadarı var elimizde. Ne yönetmenden ne oyunculardan ne de Netflix’ten yeni sezon hakkında net bir açıklama da gelmedi. Ama başrol oyuncusu Saif Ali Khan (Sartaj karakteri), yeni sezon çekimlerine Eylül ayında başlayacaklarını duyurdu.
Ne zaman bir mikrofona konuşsalar, mütevazılıklarından ödün vermeyen bu insanların kendi ülkelerinde aldıkları eleştirilerin haklı/haksızlığını savunamam, kendi penceremden iyi ve nitelikli oyunculuk sergilediklerini gördüğümü söyleyebilirim sadece. “Böyle bir deneyimin içinde olmanın ne kadar onurlandırıcı olduğu” ortak söylemleri için de takdir ediyorum ayrıca. Bakalım Vikram Chandra’nın 1000 sayfalık mistik-gerçekçi romanı Sacred Games, sansür engelini aşıp küçük ekranda varlığını sürdürecek mi? Hindistan herşeye rağmen demokratik özgürlükler deyip yoluna devam edebilecek, geçmişiyle hesaplaşabilecek mi?
Yazının sonuna kadar gelebilenler için çekilişsiz kurasız hediyelerimiz efenim:

BONUS:

  • Dizinin yapımcı firması Phantom Films ve showrunner/yönetmen koltuğunda Cannes’a yolu düşenlerden Vikramaditya Motwane yer alıyor.
  • Gaitonde karakterine hayat veren Nawazuddin Siddiqui, Nowaz adıyla da biliniyor ve kendisi drama okulu mezunu olsa da aslen bir kimyager.
  • En gizemli karakter, her bölümde adı geçen ama sadece iki bölümde görünen Trivedi (Chittaranjan Tripathy).
  • Dizi boyunca yanaklarını sıkmak istediğim karakterler, gönlümün efendisi Constable Ketakar (Jitendra Joshi) ve kadınların yüzakı Kanta Bai (izleyin efenim?!?)
  • Bir de emeklerini alkışlamak istediğim şu linkteki dizi ekibi…

Fragman:

Yönetmen Anurag Kashyap’ın ilham veren konuşması:

Yazar Vikram Chandra romanını anlatıyor

Meraklısına: Sacred Games ilk 4 bölüm adı nereden geliyor?

Ashwathama (One cannot make good choices): Hint efsanesine göre doğduğunda sesi at gibi olduğundan bu ad verilen, “iyi konuşmacı olmayan” ya da “iyi seçimler yapamayan” anlamına gelen karakter.
Halahala (poison) – Denizin derinliklerinden gelen ve dünyayı mahvedebilecek güce sahip olduğuna inanılan bir tür zehir.
Atapi Vatapi (two demons): Hint efsanelerinde insanları tuzaklarına düşürerek öldüren iki şeytanı temsil ediyor. Dizideki karşılığını söylemeyeyim de izleyip görün.
Brahmahatya (highest sin killing a Brahmin): Hinduizm’de en üst tanrı olarak bilinen Brahmin’in öldürülmesine eşdeğer günah.

20 Temmuz 2018 Cuma

70.Emmy ödülleri: adayları ben de seçerim, ne var!

ABD'deki televizyon dizilerinin prestijli ödülü EMMYS 70.kez emekleri ve performansları için birçok ismi onurlandıracak. Bu yıl en çok dalda aday gösterilen ve geçen yıl da ödülleri toplayan The Handmaid's Tale (bakınız burada daha önce anlattı Hafize, mutlaka izleyiniz) ve ikinci sıradaki Westworld (22 dalda) distopik dünya anlatılarıyla dikkat çeken yapımlar oldu. Yine dizileri en çok dalda aday gösterilen kanal/yayıncı kuruluş Netflix, ülkemizde yaptığı atılımlarla da kalplerde taht kuracak şirketlerden biri (ve hayır, reklam ücreti almıyorum. Yani teklif etseler neden hayır diyeyim, neden inkar edeyim değil mi?)

ah o soğuk bakışlar... yedin ömrümüzü Serena Joy!

Emmy'de adaylıkların açıklanmasıyla birlikte (tüm liste burada), kulislerde ve sosyal medyada neşeli muhabbetler dönmeye başladı. Ödül ve benzeri derecelendirmelere bağlanan başarı kavramı konusunda gıcık kaptığım bazı durumlar yok değil. Bunlardan biri kategorilerin belirlenmesindeki tutarsızlık. ABD dizi sektörünün hâlâ drama, komedi, mini-dizi, limited (sınırlı) dizi gibi başlıkları tanımlamakta sorunu var. Ama Emmy'nin daha büyük bir sorunu var. Örneğin Emmy sınıflandırmasına göre Orange Is The New Black bir yıl dramadan bir yıl komediden aday oluyor. Yahu Emmy'ciğim, sen ki "iki yılda bir bölümden bugüne kadar parmak hesabıyla yarım sezon etmemiş" Sherlock'a ödül yağdırdın. Tamam, Sherlock'tan bahsediyoruz (Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman kalp ben) ama diğerlerinin ayarlarıyla oynama bari!

ayar demişken bizden iyisini bulamazsınız, E5 üstünde Çatalca'dan sonra sağda

Bugün size öncelikle başlıkta gördüğünüz gibi, bu tür ödüllerin olmazsa olmazı alternatif kategorilerden bahsetmek istiyorum. Böylece gıcıklığımın nedenlerini daha iyi anlayacaksınız. Eyyy Emmy, işte şuraya bazı notlar düşüyorum. Eğer böyle davranırsan bi'daha da gelmem! (ver gazı!)

Alternatif Emmy Kategorileri: Bugüne Kadar Aklınız Neredeydi

Emmy'nin alternatif kategorilerinde
  • Ödül Hayalciler
  • Nihayetçiler ve
  • Sınırları Zorlayanlar
yer alıyor. Tersten gideyim ve Sınırları Zorlayanlarla başlayayım. 8 Nisan 2018'de izleyiciye merhaba diyen Killing Eve ile drama dalında En İyi Kadın Başrol Oyuncusu ödülüne aday gösterilen Sandra Oh (Grey's Anatomy - ah canım Dr.Christina Yang!) Emmy'de bu dalda aday gösterilen ilk Asyalı kadın oyuncu oldu. Durun ama...


Emmy'de En İyi Kadın Oyuncu dalında ilk kez ödül alan siyahi kadın oyuncu için 2015 yılında Viola Davis'in (How To Get Away With Murder) sahneye çıkmasını bekledik. Emmy Ödülü kazanan ilk Asya kökenli erkek oyuncu ise 2017 yılında The Night Of ile Riz Ahmed oldu. Daha bitmediiii! Emmy'nin ilk siyahi ödülü 1960 yılında Tonight with Belafonte programıyla Harry Belafonte'ye verilirken, sonraki ödül (erkek oyuncu) için yaklaşık 20 yıl beklememiz gerekti. Gerçi birçok farklı kategoride ödül alan Asyalı, Afrikalı, Orta Doğulu, siyahi ya da Latin Amerikalı oyuncu/senarist/yönetmen var.

Ama işte burası "yıl olmuş 2018, bugüne kadar aklınız neredeydi" demenin tam yeri. Tabii asıl terlik fırlatılması gereken yer Emmy değil, farklı etnik kökenler veya kültürlerden gelenlere fırsat (hele hele başrol fırsatı) tanımayan dizi sektörü. Bu yüzden yukarıdaki gibi ödül aldıklarında sevindirik oluyoruz. Viola Davis ödül töreninde yaptığı konuşmada (Türkçe altyazı ben bulamadım belki siz bulabilirsiniz) çok güzel bir cümleyle bu alana noktayı koyuyor: "Emmy'yi kazanmak için önce o rolü oynamak lazım. Bize vermediğiniz roller için ödül kazanamayız."



İkinci grupta (dizinin sonunda ödülü kapan) Nihayetçiler bulunuyor. ABD'deki haftalık dergilerden TV Guide'ın Twitter hesabındaki bir mesajda bu konuda esprili bir tespit yer alıyor. İki Rus ajanının soğuk savaşın en hararetli günlerinde ABD'de sıradan bir Amerikan ailesi görünümünde yaşadığı hayatı anlatan The Americans dizisinin başrol oyuncusu Matthew Rhys (Phillip Jennings karakteri) bu yıl En İyi Erkek Başrol Oyuncusu dalında Emmy ödülüne aday oldu. Rhys bu ödülü alırsa derginin deyimiyle Nihayet Son Sezonumda Emmy'yi Kaptım Kulübü'ne girecek. Kulübün diğer iki üyesi ise 2011 yılında Friday Night Lights (5 sezon) dizisiyle Kyle Chandler (Eric Taylor karakteri) ve ünlü Mad Men (7 sezon) dizisiyle hafızalara kazınan Jon Hamm (Don Draper karakteri). Hamm, Emmy'ye yedi kez aday gösterilmiş ve 2015 yılında dizinin son sezonundaki sekizinci adaylığında ödül alabilmişti. Hamm'in farklı kategorilerde toplam 13 adaylığı vardı. Özellikle Mad Men'deki Don Draper performansını düşününce yazar gıcık olmasındı da naapsındı?


Alternatif kategoride üçüncü grubumuz Ödül Hayalciler. 2002 yılında tarihinde hiç olmadığı kadar ünlü sinema oyuncusunu aday listelerinde misafir eden Emmy'nin Ödül Hayalciler grubunda (kimileri Kaybedenler Kulübü demiş ama onları size havale ediyorum) tanıdık birkaç isim var. Bir önceki başlıktan anladığınız üzere Jon Hamm son anda bu gruptan çıktı. Çok eğlenerek izlediğim, Amerikan idaresinin hicvini çok iyi yapan ödül canavarı Veep'ten sonraki en komik dizi olan ‘Parks and Recreation’ yıldızı Amy Poehler Emmy’de 10 kez aday olup ödül alamamış iyi oyunculardan biri (2016 yılında Saturday Night Live programındaki misafirliği nedeniyle aldığı Konuk Oyuncu ödülü hariç).

Nasıl alamaz canııım dediğimiz diğer isimler ise ‘House of Cards’ın yıldızı Robin Wright ve Orange Is The New Black'ten Kate Mulgrew. Şimdi, gıcıklığım daha beter depreşti. Hemen bir alternatif ödül tasarlanmalı. Bugüne Kadar Aklınız Neredeydi, kısa adıyla BKAN Ödülü olarak bu yılın aday listesinde görmezden gelinenler ile önceki yıllardan kıl payıyla ödülü kaçırmış olanlara en azından alkışlarla teşekkür edilmeli (bir Claire Underwood kolay yetişmeyi). Ha onlar yapmıyor mu? O zaman biz girişelim bu işe. Birdizihaber yönetimine sesleniyorum buradan; törenden sonra baktık ki bu tatlış insanlar ödül alamadan o tatlış arabalarına binip evlerinin yolunu tuttular, biz verelim ödülü. Yapalım yani.


***Ödül Töreni 17 Eylül gecesi yapılacak. O tarihe kadar birçok başlıkta verip veriştirmeyi düşünüyorum Emmy'ye. Sizi de beklerim.


*Bu yazı, ilk olarak 14/07/2018 tarihinde birddizihaber.com sitesinde yayınlanmıştır.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

BDH Yazısı: Yerli Dizi Yersiz Kısa - Tam Başlıyordu ki Bitti!

Diziler hakkında yazmak deyince yerli dizilerle yabancı polisiyeler en sevdiğim. Ama ne yazacağımı öyle her seferinde hopadanak bulmak hiç kolay olmuyor. Ben istemez miyim Onedio tadında “yazlık dizi senaryosu yazma rehberi”, “Merve Aksak veya Faruk Boran gibi yaşamanın 10 kuralı” gibi yazılar yazayım, tıklanma rekorları kırayım? (İlki yazıldı da ikincisini yazsam mı?) Bir CSI konuşmaya mesela, bayılıyorum. İş yerlisine gelince, “Keep Calm and adam sapık çıktı Rıza Baba!”

Kendi kendine konuşan kamerası olmasa aslında iyi… Yok yok şaka. Kurgusu, oyunculukları, sürekli pompaladığı öz-feci-milli-popüler duyguları ile Arka Sokaklar, bundan âlâsını yapsaydı da sırf o kamera hareketi yüzünden izlenmezdi. Yani evlat olsa eldivenle sevilmez o kamera sarsıntısı yemin ederim. Ama reytingleri çok iyi görünüyor. Bir de fon müziğinin konuyu kapsayıcı sözleri bakımından Ufak Tefek Cinayetler ile yarışır.


Tabii ülkemizde kaliteli polisiye yapımlara nasıl davrandığımız belli. Behzat Ç, Şahsiyet, ağır gelir ortalama dizi izleyicisine Bu sözün, başlı başına ne kadar üstenci bir bakış olduğuna lafım yok. “Öyle herkesin anlayamadığı dizileri izlediğini” söyleyen kitleye terliğimi gösteriyorum. Oysa bunun, Şahsiyet ve Behzat Ç gibi dizilerin popüler kültüre doğrudan hizmet etmeyip kendi derdinin kaygısını güdüyor olmasıyla ilgisi var ama nasıl anlatacaksın. “Halk böyle istiyor” ne pis bir şeymiş ya kurtulamadık gitti. Anlıyorum, popüler kültüre hizmet etsin ki iyi satsın. Satsın ki “paranızı çıkarın”. Ama bir CSI olacağım diye, her sezonda ana karakterlerden birinin ölüp sonraki sezon geri geldiği, kadrosuna bebek olarak katılanın üniversiteden mezun olduğu, Rıza Baba’nın üçüncü emekliliğine yürüdüğü 12 sezon nedir ya?

Meyve suyu, kadın pedi, biri trend mi dedi?

Bize bir şey anlatmaya çalıştığını düşündüğümüz dizilerle tam olarak ne anlattığından emin olamadığımız diziler arasındaki fark, süreden çok daha fazlası: sanal veya gerçek, uzun ya da kısa, içerdikleri reklamdan kaynaklanıyor. Artık dizilerde reklam deyince “reklam arasından” bahsetmiyoruz. Buna ek olarak dizi kurgusu içerisine yedirilmiş, gizli kapaklı görünümlü açık reklamdan bahsediyoruz. Adına sanal reklam diyorlar, ürün yerleştirme diyorlar, hiçbir şey demeseler kurguda bir karakterin üstüne veya repliğine giydiriyorlar. Ne yapıp edip bize onu satıyorlar. Yani dizi izlemiyorsunuz, reklam arasında “bir şeyler” oluyor.


Damat olmak hiç bu kadar pahalı olmamıştı! Özcan Deniz’in (Faruk Boran) damatlığı, Aslı Enver’in (Süreya Boran) dört katı!

Dizi ne kadar iyi bir konu, kurgu ve akışa sahip olursa olsun, aslında konudan koptuğunuzun farkına varmıyorsunuz çoğu zaman. Ufak Tefek Cinayetler’de Arzu çocuklarına kahvaltıda ünlü meyve suyunu “anne kahvaltısının önemine vurgu yaparak” anlatıyor. (merak edenler için ürün yerleştirme konulu bu yazıda ilgili markanın çalışması ve videoları var) Biz annelerimize bunu mu salık veriyoruz? Orada kurgusal olarak Arzu’nun anneliğine vurgu yapılsa da X meyve sularının konumuzla ilgisi ne bilmiyoruz. Öte yandan Arzu, portakalı bahçesindeki ağaçtan toplayıp sıkar da içirir. Öyle organik öyle anaç biri. (Dimes öyle değil mi yani? Aşkolsun!)

Merve ise o debdebeli modern konağında, kıyafetlerini astığı askıyı bile ithal markadan seçerken, yatak odasındaki çekmecesinde kıyafetlerin üzerine öylece bırakılmış kadın pedi kutusuna uzanıyor, elbette Merve kadar zenginseniz pedinizi istediğiniz çekmeceye koyarsınız kardeşim size mi soracaktı? Ama Orkid, sponsor olarak dizideki tüm kadınların hayatına sirayet edip kâh Merve’nin çekmecesinden çıkıyor, kâh Nilay’a ünlü “kızgibi” kampanyasına gönderme yaparak sosyal mesaj verdiriyor. Yıllar önce de Boğaziçi Üniversitesi mezunlar gününü istila edip mezun kızlara mikrofonda Orkid reklam şarkısını söyletip yarışma düzenlemişti. Şimdi çok daha beter bir tüketim/reklam istilası altında her yer. İşte bunu, bir yerli dizi kurgusu içinde izliyoruz. Bir süre sonra kampanyaları hatırlıyoruz, konuyu değil.

birgün çocuğuna “ceketimi sattım da okuttum seni” desen yalancı çıkmazsın.

Tam bunu düşündüğüm anda, bakıyorum Pelin, oğlu Berk’e bir sürpriz yapacağını söylüyor, ama sonra görüyoruz ki asıl olay Masterpass reklamı, ardından da İstanbullu Gelin‘de de gördüğümüz meşhur şipşak fotoğraf makinesi. Ürün bir kez yerleşti ya artık herkes almalı. Yok satıyormuş. (merak edenler için sahnenin tamamı şurada). Yok, eğer sizler bunlara hiç takılmadınızsa tebrik ederim, markaların kaktırma reklamları başarısız oldu demektir ve umarım öyledir.

Sana 4 günümü verdim!

Başlıkta söylemeye çalıştığım şey tam olarak bu. Yerli dizi yersiz uzun diyoruz, dedik, çok mücadeleler verildi bu konuda. Nafile. Ve evet çok doğru bir tespit ve itiraz bu. Kim ister ki haftada 120-150 dakika çekim için neredeyse 6 gün çalışmayı; senaryoyu yaz, hazırlıkları yap, dekor ve kostümler gelsin, oyuncular hazırlansın, çekimler sabahlara kadar devam etsin, ışığı kaçırmayın, şu yemek masasında devrilen tabağı tekrar doldurun, yan açıyı alamadım… İkinci ekip, üçüncü sahne, beşinci tekrar… Aaa çocuk oyuncu sızmış ayol!

Ancak o yersiz uzunluğun içinde bize ne anlatıldığına bakarsak, ortalama 120 dakika süren ham dizi üzerine 60 dakika kadar reklam eklenince, o ham 120 dakikanın içindeki uzatmaları saymıyorum, yerli dizi aslında yersiz kısa. Bütün o sürede izlediğimiz asıl şey 30 dakikayı geçmiyor. Bir diziyi sezonunda izlerken öncesindeki özet bölümünü hatırlayın, aradaki reklamları çıkarırsanız bölümü 30 dakikada özetleyebiliyorlar. Demek ki aslında isteseler bize 30 dakikada dertlerini anlatabiliyorlar. Dolayısıyla, 120-180 dakika sürelerle ekran karşısında bir bölümünü izlediğiniz dizinin, sezon boyunca 30 kadar bölümü olsa, 5400 dakika yani 90 saatinizi (4 gün) harcıyorsunuz, çekerken bunun dört beş, belki on katını harcıyorlar. Peki, ne hatırlıyorsunuz?

Az. 90 saat izlediğimiz o sezonda, bize anlatılanın çok azını hatırlıyoruz. Çünkü zaten anlatılan da az. Markaların ürünlerini tanıtmak için eklenen replikler, ürün yerleştirme adına bozulan dekorlar, özellikle kadınların kıyafet, makyajları ile mobilya ve otomobilleri gösterebilmek için eklenen kareler, bekleyen sekanslar… Distopik harika Black Mirror’ı izleyin, tek bölümü bile anlatmak istediklerimi özetler. Dedim ya dizi izlemiyoruz. Ürün tanıtımları arasında bir şeyler oluyor.

Bu işin içindekiler ne diyor? Onlar rahatsız değil mi bu durumdan derseniz, şuradaki yazıdagöreceğiniz gibi yine işin ABD versiyonu mücadelesini sonuca erdirdi ancak bizdeki versiyonunda henüz bir kazanım elde edilmiş değil.

Eloğlu yapıyor abi!

Başkalarının örneğiyle karşılaştıralım. Arka Sokaklar dizisinin örnek aldığı, tipik Amerikan olay yeri incelemeli dizilerden CSI’ın her bir bölümü maksimum 1 saat sürüyor. 60 dakika. Bazı benzer diziler 45-50 dakikada da bitebiliyor. Arada onların da reklamları var, ancak toplamı bizdeki gibi 15’er dakikadan 4 set değil. Ürün yerleştirme ise bizdeki gibi hiç değil. En hoşuma giden farklardan biri, otomobillerin logolarını kapatmak diye bir şey yok. Vallahi yok. Bu sebeple biliyoruz elin istihbaratında resmi marka Chevrolet. Bunu bilmek şart mı? Hayır, ama üstü bantla kapatılmış halde izlemesi de çok komik olmuyor mu? Bir başka örnekte House of Cards – Claire Underwood (Robin Wright) hangi markaları giyiyor diye bir bakayım dedim, biraz zamanımı harcadım çünkü öyle online sitelerde şıp diye bulabileceğiniz türden tüketim ürünleri değilmiş, karaktere özel hazırlanıyormuş. Tasarımcısı Kemal Harris öyle söylüyor.)

bizde olsa o bilgisayar bantlanır. Çünkü sponsor olmadılar şef!

Bir yabancı dizinin sezonunda (ABD’de dizi sezonları türe göre 13-24 bölüm) ortalama 20 bölüm olsa, sezonda toplam 20 saatiniz ekran başında geçiyor. Aynı türde iki dizi, biri 90, öteki 20 saatte, şaşırtıcıdır ki aynı şeyi anlatıyorlar. Sadece sezonda 90 saat süren bizdeki örnekte, bu kadar uzun süreye konu yetiştirmek zor olduğundan, çoğu kez aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorlar, varın siz hesaplayın. Boşuna demiyoruz; yerli dizide erkek jön formatı diye bir şey var: yakışıklı, genç, zengin, yerli marka giyiniyor, her gün saat değiştiriyor, çoğunlukla durarak koca bir holdingi yönetebiliyor ve sezonu kızın peşinden koşarak (veya kızı peşinde koşturarak) geçiriyor.

İşte o nedenle Arka Sokaklar örneğinde her sezonda biri evleniyor, öteki hastanede üç bölüm komada yatıyor, diğerinin eşine bir suçlu musallat oluyor, çocuğu kaçırılıyor ve bunlar her sezonda tekrarlanıyor. Kadro o kadar uzun süredir çalışıyor ki “Hüsnü’nün eşi Suat” sonunda emekliliğini ilan etti ve güneye yerleşti. Şener Şen – Müjde Ar ikilisini buluşturan efsane Ertem Eğilmez filmi Arabesk’in finalindeki nikâh sahnesinde Agah Hün’ün yaptığı konuşmayı hatırlayın, başlarına gelmeyen kalmıyor bu ekibin (Arabesk 1:27:22’den itibaren).

İyi de Arzu, çözüm sadece yabancı dizi izlemek mi? Elbette hayır. Yerli dizi izleyin. Çok eğlenceli yapımlar da var. Komedi demiyorum. Çekimi, oyuncusu, konusu ile keyifle izlenen diziler var. Ben Jet Sosyete’yi komedi olmasının ötesinde eğlenceli buluyorum. İstanbullu Gelin de öyleydi. Yalnız lütfen biri çıkıp da Yeni Gelin de öyle mi diye sormasın. O zekâmıza aleni hakaret.

Sana izleme demiyorum, hobi olarak gene izle

Yerli yapımların çoğunu ya düzenli olarak gününde ya da tekrarlarında, severek izleyemeyeceksem de hızlandırılmış haliyle video kanallarından izlerim. Fazilet Hanım ve Kızları’nın bazı bölümlerini böyle izledim. İzlemeye dayanamadıklarımı annem ve apartman komşularım özetler. Kanatsız Kuşlar, Kırgın Çiçekler ve Cennetin Gözyaşlarını da izlemiş kadar oldum. Diğerleri favori dizilerim. Şahsiyet, İstanbullu Gelin, Ufak Tefek Cinayetler, Siyah Beyaz Aşk, Söz… Bunları da reklamlarından arındırarak ve gözümüze zoraki sokulan ürün yerleştirmelerinden sıyrılarak izledim. Ama ama nasıl, nasıl yapıyorum bunu? İnsanlar “reklam arası dizi”lerle tüketim çılgınlığına boğulurken, ben Arzu nasıl oluyor da bunlardan etkilenmiyorum? Formülü veriyorum, o iş bende:

Bir yakın gözlüğüm var. Düşük numara. Yakın gözlüğü olarak dinlendirme fonksiyonu dışında pek bir görevi yok. Uzağa bakarken de hafif bulanık gösteriyor o kadar. Gözlüğümü takıyorum, tüm dikkatimi sadece karakterlere ve repliklerine veriyorum. Gözlerimi karakterin gözlerinden ayırmıyorum. Bir de televizyonun renk ayarlarını değiştirip siyah beyaz yapıyorum, kıyafetleri ayırt edemediğimden özenmiyorum da. Zaten bana göre, göz altı kremiyle kapatıcı ve aydınlatıcı bir ve aynı şey (ama haksızlık etmeyeyim kendime, Danla Biliç izliyorum öğreniyorum lakin dikkat! tamamını izlemek kalıcı beyin hasarına yol açabilir, ben uyarımı yapayım da. Muharrem İnce bile kendisini takibe almış öyle diyorlar. Yeni neslin ikonası keensi). Sonra Edip’in tiratlarını, Esma Hanım’la Osman’ın duygusal konuşmasını zevkle dinleyebilirim. Bu sayede, düğünde giydiği elbisenin değil markası, rengini bile anlamış değilim!
Keser döner sap döner, gün gelir (dizi ekibine: buraya dönerci reklamı alalım)

Evlere ve eşyalara gelince, içimden sürekli olarak “Arzu, aslında bunlar hep kiralık kız, bir günden bir güne oturmuşlukları yok valla bak, hayrını görmüyorlar. Hem Hulusi Kentmen demiyor muydu ‘çekimlerde en zor olanı zengin patronu oynayıp sonra minibüs kuyruğuna girmekti’ diye? Gariplerim üç öğün tabldotla karavanda hayat geçiriyor. Hem sende olsa bu ev bu eşya, düşün temizliğiydi bakımıydı, çok zor” deyip kendimi avutuyorum. Bu yolla, Sarmaşık’taki Merve’nin evine hayran olmayan tek kişi benim. Ne o öyle, sekiz oda dört salon, ana kapıdan içeri girmek için on sekiz basamak in (saydım), sonra iki kapılı modern avludan geç, bahçesindeki o çiçekler, kasımpatlar ve laleler … “Yirminci günde gübre şerbetini vermeyi” unuttun mu yandın! Valla solar hepsi kalırsın öyle. Zaten sen ki bir kaktüse bakmayı becerememiş insansın.

Unutmadan, başta bahsettiğim “Merve Aksak ve Faruk Boran gibi Yaşamak” konulu yazı için hazırlık olsun. Önce paragraf sonundaki linkten ulaşabileceğiniz bir alışveriş listemiz var, en az 3 ürün belirleyin. Bütçeyi de hazırlayın. Ben Borangillere göz atıp yakında gelirim müthiş listemle: Aksakgillerin mobilyaları

Yukarıdaki yöntem size uymuyorsa, tabii bir de sezonunda izlerken yorulanlar için, “online platformlardan reklamsız izleme” ve sanal reklamlar çıkınca kulaklarınızı tıkamak yoluyla daha az zahmetli bir yöntem de önerebilirim. Şahsiyet’i bu şekilde misler gibi izledim. Ama zaten onun kurgusunda bol reklamlı giydirmeler yoktu. Varsa da ben o kadar kaptırdım ki kendimi, bakınız Nevra’nın sponsorun markalı otomobilini sürdüğünü sezon yarısını geçtikten çok sonra anladım.

Uzun lafın kısası, ben de yerli dizi süresi kadar uzun yazımda, araya yerli dizi ve ürün reklamları da alarak, size iki satırlık bir konudan bahsettim; yerli dizi, yersiz uzun süresi içinde bize anlatabileceklerinin yerine tüketim çılgınlığına kurban edildiği için yersiz kısa… O zaman kapanış, online sitelerden altyazılı dizi izlerken atomu parçalayan tipolojiden gelsin: madem bu kadar kısaydı Twitter’da yazaydın, ne bekletiyorsunuz adamı? geri verin boşa giden son 15 dakkamı!

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...