8 Aralık 2016 Perşembe

manners maketh man (bizi insan yapan, davranışlarımızdır)

aslında ilk, bir Sting şarkısında karşıma çıkmıştı.
"manners maketh man (bizi insan yapan, davranışlarımızdır)"
yıllar önce (80lerden bahsediyorum) kuzenimin bıraktığı bir kasetten dinlediğim Englishman In New York şarkısında, Sting'in söyledikleri arasında bence "cool" olan tek kalıptı.

hem sonra internette bir videoda gördüm, futbol maçında verilen penaltı cezasının yanlış olduğunu iddia eden futbolcuya hayret ediyorduk. çünkü bu penaltıdan muhtemel gol yazacak olan, kendi takımıydı. yani adaleti savunuyor, haksız olduğunu düşündüğü ve kendi lehine olan bir kararı, sorguluyordu.

sonra başka kaynaklardan da hatırlarım. benzer davranışlar. bizi insan yapan davranışlar. hergün karşımıza çıkan ama iş kendimizde uygulamaya gelince sıkça çuvalladığımız davranışlar.

sonra bir sabah, saçmalık derecesinde acı bir haberle güne başladım.

bundan tam 14 yıl önce tanışmıştık. arada Arabesk filmindeki gibi ne badireler ama ne badireler... sonra bir süre görüşemedik ve en son geçen yıl İstanbul'dan ayrılmadan önce gördüm. arkadaşım daha 35'inde kalp krizinden hayatını kaybetti on gün önce. öyle birdenbire, dümdük. öldü lan!

"hayatın durduramayacağımız bazı dinamikleri var ve elimizden hiçbir şey gelmiyor." inanmak isteyip inanamadığınız, tentürdiyot namına yaraya bastığınız bazı cümleler vardır, bu da öyleydi. birkaç gün sonra yazacağım bir mektupta aynı bu cümleyi kurup peşi sıra son on yılımın muhasebesini arka arkaya sıralayacaktım... çünkü açıkta duran başka yaralar da vardı. üstelik ben onları çok uzun süredir görmezden gelmiştim. kabuk bağlayıp gider sandım.

hayatta bazen bazı anlar gelir, genelde bu, otuzunuzdan sonra olur. o yüzden genç arkadaşlarım henüz böyle bir aydınlanma kendilerinde de olur mu diye zorlamasın, çok da şeyetmemek lazım.

hayatta bazen bazı anlar gelir. bir ölümdür genelde. size geçirdiğiniz yılları bir kez daha süzgeçten geçirme şansı tanır. geçmişinizi o elekten elerken, bazı tanelerin hâlâ süzülmeden orada öylece durduğunu anlarsınız. işte o an bir fırtına kopar...

kaçtığınız şey sizi kovalar,
bıraktığınız yol aslında hep gitmek isteyeceğiniz yol çıkar,
istemediğin ot burnunun dibinde biter, kısacası
çekip giden değil geride kalandır terk eden.
başka bir deyişle bir sayfa kapanmadan ötekine başlayamıyorsun...

ben göçebe bir ruha sahip olduğumu çok geç anladım. kendimi çok geç tanıdım. gerçi belki de tam zamanındadır, insan bir tek kendini ölçebiliyor kendine karşı. bugünden geriye bakınca, bir zamanlar Amerika maceram sisli bir manzaraya kalın camlı bir pencereden bakar gibi başlamış, anlıyorum. kendimi tanıyamadığımdan ne istediğimi de bilmiyordum. New York'tan dönerken hayatım orta yerinden kırıldı ama böylece bambaşka ve tam da aradığım insan oldum.

“aman iyi ki döndün” diyenlere de “neden döndün ki hata ettin” diyenlere de sustum ilk yıllar. çünkü NY’ta geçirdiğim tek bir gün için bile pişman ya da üzgün olmadım. geri geldim diye de pişman ya da üzgün değilim. öyleydi veya böyleydi dediğim hiçbir seferinde en azından kendime dürüst değildim. bunu anlatmak çok güçtü. böyle olması gerekiyormuş. bunu yaşamam gerekiyormuş. kimseye hesap vermiyorum diyenin aklını seveyim. kendinle de mi hesaplaşmıyorsun be mübarek?

geçenlerde çok eskilerden bir anıyı paylaşınca, bir arkadaşım "bak ama aklın orada kalmış onca yıl unutmamışsın bunu" dedi. haksızlık. ne yani teee eskilerden bir anı çağıramayacak mı bu zihin? (calling memories'den direct ama chicken olmayan bir translation!)
hayatta bazen bazı anlar gelir. bir ölümdür genelde. size geçmişi süzgeçten geçirme şansı tanır. o elek sağa sola sallanırken bazı tanelerin hâlâ alta inmediğini, orada öylece durduğunu görürsünüz. daha bir hırsla sallarsınız. kimi zaman elek kopar, kimi zaman sallamaktan yorulursunuz. ama hep eleğin üstünde duran taneciklere bakarsınız. halbuki aslolan altına inen zerreciklerdir. bunu anladığın gün, işte asıl fırtına o zaman kopar...

ben de aldım elime kalemi, geçen yılları, hayallerimi-hayalkırıklıklarımı, planlarımı, hepsini ama hepsini yazdım. (roman kadar olmasa da) sonra gönderdim. açıkta kalmış, kabuk bağlasa da yitip gitmemiş o yaralarımın hepsini sardım sonra. barıştım. geçmişimle. kendime bir iyilik yaptım. affettim. kendimi önce. çünkü hayat doyasıya yaşanmalıydı. manners maketh man. çünkü bizi insan yapan, davranışlarımızdı.

eğer size verebileceğim bir parça öğüdüm olsaydı (ah yine çeviri kokan bir araklama yaptım!) şöyle derdim:
geriye bakınca hatırladığın yegane şeyin mutluluk, kahkaha ve güzel anlar olmasını sağlamak için elinden ne geliyorsa yap. kendine yapabileceğin en büyük iyilik bu. sonrası çorap söküğü.

şimdi penceremin önüne hiç uğramayan kuşlara yem vermek, belki aylar sonra dünyanın öbür ucunda açılma ihtimali olan bir sergiye gitmek için vize başvurusunda bulunmak istiyorum. çünkü neden olmasın.

*bir de şöyle bir söz var. buraya bırakayım:


10 Kasım 2016 Perşembe

YAD'ın ilk imza günü, ilk röportajı...

Yad'ın ilk eleştiri yazısını az önce okudunuz sanırım. Şimdi de hemen öncesinde meydana gelen olaylaar olaylar...
Sinop'ta bir kitap kulübümüz var. Yıl boyunca her ay 1 veya 2 kitabı okuyarak yorumluyor, tartışıyoruz. Bu buluşmalar kapsamında yılın ilk kitabı Nazlı Eray'ın Sis Kelebekleri ve Arzu Kayhan'ın Yad romanlarıydı.
Yad çıkar çıkmaz kitap kulübümüzde listeye alındı ve ikinci kitap olarak okundu, bir güzel eleştirildi. (çok heyecanlıydım ve kulübün tartışmalarında neredeyse ilk kez bir romanın yazarı da tartışma seanslarına katılmış oldu)
Bununla ilgili olarak kulüp arkadaşlarım görüş bildirmek isterse buradan yazarız belki.

Ekim ayının ortasında, Yad Sinop'a ulaşır ulaşmaz, güzeide mekanlarımızdan Tayfa Kitapevinde ilk imza gününü yaptık.

Kitabımı okuma kulübümüzde incelenecek olduğu için hemen edinip okuyan ve sorduğu sorulardan oluşan yazısını kendi blogunda bir röportaj halinde yayınlayan Sorankadın'ın yazı linkine aşağıdan ulaşabilirsiniz:
İLK ROPÖRTAJ

İlk imza günümüze ait birkaç fotoğrafı şuraya bırakayım ve kaçayım.
Sırada Kasım ortası İstanbul imza günü ve sonra Kahve Kitap Çikolata Festivali ve İzmir buluşması var. Sırayla duyuracağım.







9 Kasım 2016 Çarşamba

Masumluk Karinesindeki Katil (Yad eleştiri/yorum yazısı-Berkay Üzüm)

Yad çıkalı birkaç hafta oldu ve ilk eleştiri/yorum yazısı Edebiyat Haber sitesinde Berkay Üzüm imzasıyla yayınlandı. Yazıyı aşağıda görebilir, şu linkten de okuyabilirsiniz:
YAZI LİNKİ

******
MASUMLUK KARİNESİDEKİ KATİL / Berkay Üzüm

Arzu Kayhan’ın Labirent Yayınları tarafından yayımlanan ilk kitabı Yad, ismiyle müsemma bir polisiye roman olarak karşımıza çıkıyor. Doğu’nun masum tarafıyla Batı’nın keskin yönlerini yansıtan, kısa ve öz adına yaraşır biçimde tek bir solukta okunan kitap, tipik bir seri katil – polis hikayesi dışına çıkarak, yer yer “bizden” olan öğeleri kısa da olsa baskın tutup gülümseterek kendi alanını oluşturuyor, hem de masumane bir şekilde.

Yabancı
Yad, genel olarak toplumdaki yabancılaşma çerçevesinde adalet, ahlaki normlar, bireysel ilişkiler ve arayışı konu edinen bir kovalamacayı anlatıyor. Romanın ana karakteri olan ve Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşen Sibel’in, kendisini bir nevi bu maceralar ülkesindeki sınama sürecine ışık tutan roman, karakterin ev-iş ekseninde ilerleyen gündelik hayatı ile başlayıp sayfalar ilerledikçe içinde bulunduğu topluma sirayet etmesiyle devam ediyor.

Sibel, bilhassa eski Türk filmlerinde sıkça karşımıza çıkan, “Anadolu’nun bağrından kopup İstanbul’u yenmeye gelen” karakter misali, Kayseri’yi ardında bırakıp yeni bir hayat inşa etme ümidiyle Amerika’ya göç eden, ancak sahip olduğu Doğu hüviyetini de Amerika’ya götüren, yerli, sıcak ve içten bir karakterdir. Nitekim bu özelliklerin, zaten kendisinde baskın olan adalet ve ahlaki normları tetiklediğini, ancak bunlara bağlı olarak topluma adapte olmasını sürekli engellediğini kendisiyle birlikte ilerleyen bölümlerde görüyoruz. Tam da bu noktada, Türkiye – Amerika ekseninde klasik bir Doğu – Batı çatışmasını gerilim filmi izlermişçesine gözlemleme imkânı oluşuyor. Bu Doğu – Batı çatışmasındaki örfi farklılıları da, kitabın sonlarında yer alan, ana karakterin dedektife yönelik attığı tiratta daha geniş bir şekilde saptama imkânına kavuşuyoruz. Karakterin, yanında taşıdığı Doğulu hüviyetinin getirdiği – pozitif ya da negatif olarak adlandırılabilecek – karakteristik özelliklerin, sonradan dahil olduğu toplumun değer yargılarıyla mütemadiyen çelişmesi sonucunda ise ortaya belirgin bir şekilde ahlaki ve vicdanı problemler çıkmaktadır. Jeanny adlı karakter ise; bu gönüllü sürgünde, kendi Fizan’ında yaşayan ve topluma adapte olamama ekseninde ruhsal / psikolojik gelgitlerle günlerini geçiren Sibel’den sonra romana dahil olan ikinci kişidir. Jeanny, Amerika’nın bir nevi acil çıkış kapısı olan Hollywood yapımlarında sıkça rastlanılan, her yerden çıkma becerisine sahip, kısmen “evil” bir karaktere sahip biridir. Hızlı, atak, çok konuşan, planlar yapan, çöpçatan ve benzeri birçok şey…

Ana karakter, her ne kadar bir işe ve – mecburi olarak – arkadaşlara sahip olsa da, ilk bölümlerde “yalnızlık” duygusunu ön plana çıkıyor. Bu duygu, yine karakterin açık bir dille belirttiği gibi, Amerika’nın ışıltılı dünyasına alışamamasından kaynaklı klasik bir yabancılaşma durumu. Ancak, sürekli geride bıraktığı ülke, şehir, aile ve sevgili gibi noktalara değinerek duygu yoğunluğunu artırıp, içinde olduğu bu yeni toplumu kendinden uzak tutma yolunu seçiyor. İlerleyen bölümlerde ise, romana dahil olan Jeanny’nin sebep olduğu bir buluşma sonrası kendisini politik bir cinayetin ortasında buluyor. Bu cinayeti işlemesindeki sebeplerin tamamını, ahlaki normların fitilinin ateşlenmesiyle ortaya çıkan bir nefsi müdafaa olarak açıklayabiliriz. Ancak hemen ardından sergilenen tavırlar, daha çok öldürmeye yönelik fetiş bir hareket gibi dursa da, sonrasında işlenen diğer cinayetlerin sebebinin, toplumu bir tür “kötülerden temizleme” gibi bir misyona sahip olduğunu görüyoruz. İlk cinayetten sonra Sibel, Gotham gecelerinde suçluları aklayan Batmanvari bir karaktere bürünüyor. Buradaki esas nokta, Sibel’in, her ne kadar bir seri katil gibi dursa da aslında “katil” imgesine fazlasıyla uzak bir karaktere ve naifliğe sahip olmasıdır.

Çatışma
Romanın dedektif karakterinin, kaderin cilvesi diyebileceğimiz bir şekilde Sibel’le aynı kültürün bir parçası olması, bilhassa dedektifin olayları çözmedeki mukayese becerisini yükselten bir unsur olmasının yanı sıra, duygusal olarak da belli bir yerde aynı düzlemde buluşmalarına olanak sağlıyor.

Yazar, “bir kentin yabancısı olmakla, bir kente yabancı olmak” arasındaki farktan kaynaklanan çatışmayı şiar edindiği bu romanda, aslında olmaması gereken bir katilin öyküsünü, çaprazlama kurguladığı olaylarla akıcı bir şekilde anlatıyor.
******

27 Eylül 2016 Salı

YAD 3 Ekim'de raflarda diye bir şey duyduk doğru mu?

efenim duyduk deyin duymadık demeyin çok bozuluyor yazar.

yılların emeği, 40 yıllık serüvenim YAD, 3 Ekim'de raflarda.

Konuyu seçmemde, o acayip kurguları birbirine bağlamamda süper katkıları olan Amerika serüvenime (ve içindeki tüm gerçek kişilere),

Tee ne zamanlar edebi yeteneklerini konuşturarak romanın tema oluşumuna katkı koyan editörlere ve edebiyat dünyasından arkadaşlarıma,

Türkiye'nin biricik polisiye yayınevi Labirent Yayınları'na,

Kahrımı çok çeken nazik insan yayın yönetmenim ve sevgili arkadaşım Hüseyin Çukur'a,

O muhteşem kapağın tasarımcısı Mazhar Bilgiç'e,

Editörüm Onur Koçyiğit, son okumaları yapıp kılı kırk yaran Yoldaş Özdemir ve sayfaları inci gibi dizen Eren Taymaz'a,

Yıllardır, sonra aylardır ve en son birkaç haftadır "hadiiii çıksın artık romanııın" diye başımın etini tatlı tatlı yiyerek heyecanımı tavana çıkartan tüm dost, akraba ve sevenlerime,

Bu blogu sessiz sedasız takip eden, arada selam gönderen, belki hiç tanımadığım, belki de hemen yanıbaşımdaki herkes hepiniz, tüm straz taşlı kitlem!

Ama en çok da;
Bana romanı yazdıran bu hayat serüveninin yaratıcısı anneeeem ve hiç tanıyamasam da oralarda bir yerlerde yıldız tozu babama,..

teşekkürlerimle...

seneye bu zamanlar, "vay be, ne günlerdi di mi..." heyecanıyla ikinci romanı okuyor olmak dileğiyle...

hepinizi acayip kucakladım straz taşlı kitlem!


15 Eylül 2016 Perşembe

gülümsemenizi çalmasınlar, çaldırmayın

Kulağımda bir bahar valsi eşliğinde evden çıktım. Apartmanın karşısında durup minibüs beklemeye başladım. Az ötemde beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğu kaldırıma oturmuş, ellerini dizlerinde kavuşturup başını da üzerine koymuş, duruyordu. Üstündeki mont yırtık pırtık değildi ama çok eskiydi. Ayakkabıların içi çorapsız, ama düzgündü. Bir tuhaflık vardı, adını koyamıyordum. Pis değildi ama. Buraların çocuğu değildi, onu biliyordum sadece. Hava kış, donacak bir şey değil! Dedim ağlıyor mu acaba, birkaç adım attım. Hafif eğildim, “nooldu küçük?” diye sordum.

Kafasını kaldırdı, ağlamıyordu ama korku dolu gözlerle bakıyordu bana. Bilmediğim ve içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürde Ortadoğulu olduğunu düşündüğüm bir dille sanırım “ben bir şey yapmadım, yok yok bir şey yok” demeye çalışıyordu. Gözlerindeki korku öyle diyordu ya da.

Normalde, bir adım geri çekilir, beden dilimi kullanarak “yok anam yok, ben bir şey demedim” diyerek paralize olur, ben de ürker, ne bileyim, vaz geçerim iletişim kurmaktan, belki. Bir gece önce, gülümsemenizi kaptırmayın diyen bir adama rastlamıştım sosyal medyada. Başka üç şeyi daha kaptırmayın diyordu ya, gülümseme kalmış aklımda. Yüzüme kocaman bir gülücük yerleştirip başladım konuşmaya, hafif eğilerek tiyatro atölyesinden hatırladığım kadarıyla ‘dramacılık’ oynamaya. Nasılsa beni anlamayacaktı, “kııız, ne şirin şeysin sen, valla kötü bi’niyetim yoktu. Merak ettim ayol, yolda mı kaldın, karnın mı acıktı, oyuncağını mı kaybettin kendin mi kayboldun ne bileyim?’ dedim.

Söylediklerimi anlamıyordu, gözlerime bakıyordu kesintisiz. Şimdi yüzünde hafif bir gülümseme, bir sırıtış belki, vardı. Hüznü ve korkusu kaybolmaya başlamıştı. Ben saçmalamaya devam ettim. ‘Kız sen böyle yerlerde otura otura cırcır olursun ha! İstersen durup göğe bakalım, ama benim minibotum gelecek şimdi. Tüh ya netsek.”

Yolun ilerisinden kıvrılarak gelen minibüsün motor sesi duyulunca bana bakmayı kesip başını çevirdi. Tekrar hüzünlendi. Sonra fark ettim ki bir elinde küçük bir poşette bir şeyler var azıcık. Ötekini yummuş. “Sen de mi bineceksin minibota” diye sordum. Avucunu açtı, anlamış gibi. İki tane bozukluk toplam 1.5 lira vardı. Minibotun en kısa mesafesi 1.75 liraydı. Anladım galiba. Cebime attım elimi. Bozukluklarımdan 25 kuruş olduğunu anladığım ufaklığı çektim çıkardım. “Abra kadabra!” dedim. Bu kez anlamıştı. Güldü. Hem de kocaman.

Kapısı tıslayarak açılan minibüse binerken elimle gel gel işareti yaptım. O da bindi. Birinin yanına oturmuştum, o da arkada boş ikili koltuktaydı. Sonraki durakta biri bindi, oturmadı. Başımı çevirip baktım, bizimki tek oturuyordu, ayaktaki yolcunun yanına oturmayışına gıcık oldum. Hemen kalktım yanına oturdum. Hissediyordum, homurdananlar oluyordu. Sinir olmuştum bir kere. Kolumu boynuna doğru uzattım, kısık sesle Old McDonald (Ali Babanın Çiftliği) şarkısını mırıldanmaya başladım. Sanki kendi çocuğumdu, öyle başını yasladı bana. Baktım kesik kesik, o da mırıldanıyor. Ay içim bir sevinç doldu. Öyle öyle beş on dakika gittik. Şehrin göbeğinde ikimiz de indik.

Bana baktı, ben de baktım, el salladım ve arkamı döndüm aksi yöne doğru. İki adım sonra biri kazağımdan çekiştiriyor, döndüm ki benim velet, gel gel yapıyor eliyle. Yahu şimdi acil işler de var, ama merak etmedim değil ha… Kafamı emme basma tulumba gibi salladım. Takıldım peşine. Postanenin ara sokağına doğru girdi. Dümdük yürüdüm ardından.

İnternet kafe gibi bir yer var o sokakta. Gibi diyorum, bilgisayarlar da var oyun oynamaya, kırtasiye malzemesi de var, çay kahve de. Çocuk içeri seyirtti, ben de ardından girdim. Raflarda A4ler, kalemler falan var, satılık. Benimki parmağını uzattı A4 paketlerine doğru. Acaba napıcak dedim içimden. Okula da gidemez ki şimdi bu yaban ellerde? Kasadaki abi benim veledi görünce o Ortadoğulu sandığım dilden başladı konuşmaya. İkisi yardırıyorlar muhabbeti. “Ahan da, doktor ayağıma geldi, ne istiyor bu kardeş bilemedim ben abi” dedim.

“Ya bu bizim Majd, Macit diyoruz biz. 8 yaşında çok tatlıdır. Suriye’den geldiler birkaç ay önce. Göçmen mahallesi dedikleri yer var ya orada oturuyorlar. Babası inşaatlara gidiyor, annesi de yatalakmış. Füze saldırısında omurgası zedelenmiş. İnsani yardım araçlarından birinin dönüşte kasasına mı bir yere saklamışlar da bunları, zor kaçmışlar.”

Bir yandan açık A4 paketinden birkaç kağıt çıkardı. Majd’a verdi, o da kenardaki küçük sehpanın kenarına oturup elindeki poşeti boşalttı. İçinden rengarenk boya kalemleri çıktı, kimi kırık, kimi yamuk ama işe yarıyor ki taşıyor. Sonra kağıtlardan birine birşeyler çizmeye başladı.

Kafeci abi devam etti, “Bu Macit orada okula gidiyormuş da resim yapmayı çok seviyormuş. Buraya gelen çocuklardan biri benim dillerini bildiğimi bildiğinden tuttu elinden getirdi, abi dedi, Macit’e resim kağıtları versek. O gün bugün Macit gündüzleri gelir böyle, resim yapar, konuşmaz pek. Sonra gider. İşte bazen beraber yemek yeriz. Tatlı çocuktur. Seversen sever yani. O hesap. Ürkekti ilk günler, şimdi iyiyiz. Dilini biliyorum ya bana ondan yakındır. Sahi siz nasıl geldiniz onunla buraya kadar?”

“Benim minibota bindi” deyince kafeci abi güldü. Ben de güldüm. Minibüste karşılaştığımızı söyledim sadece. İnince eliyle gel gel dediğini anlattım. Ben de neler olduğunu veya olacağını anlamamıştım ya, ne diyecektim başka? Derken kafeci abi birşeyler söyledi Majd’a. O da eliyle beni işaret etti. Sonra usul usul işine baktı. Kağıda resmen gömülmüştü, çiziyordu. Sanki sınavdaydı da yetişmesi lazımdı bitiş ziline. Kafeci abi gülümsedi, “size diyeceği var bunun, bekleyin az hele, ben size bir kahve söyleyeyim” dedi.

Orta şekerli kahvemi usul usul içip bekledim. Yaklaşık 30 dakika geçti. Majd oturduğu yerden kalktı. Kağıdı eline aldı. Bana doğru yürüdü. Yüzünde o aynı kocaman gülümsemeyle, kağıdı uzattı. Aldım. Hayatımda görüp görebileceğim en ustaca çizim elimde duruyordu. Değil 6 yaş çocuğu, belki ressamlar anca böyle çiziyordu, emindim.

Masmavi ve hafif bulutlu bir gökyüzünü sapsarı yakıcı bir güneş aydınlatıyordu. Uzaktaki bir dağın zirvesinde erimemiş karları görebilirdiniz, net. Üstte ortada duran güneşin hemen altından merkeze doğru kocaman bir papatya motifi, ortasında da uzun saçlı bir kadın yüzü vardı. Anlatması zor, ama o an beni çizdiğinden emin oldum. Bir an, kendimi gördüm o kadının sıfatında. Yani bir yandan şaka gibi, bir yandan dehşet verici derecede ustaca, hepsi bir yana, dopdoluydu resim, bir kitap gibi okuyabilirdiniz. Mutluluğun resmiydi bence. Ama niye ben vardım, ilham mı almıştı nedir? İçimden harcanıyor çocukcağız, kimbilir neler çekti diye vahvahlandım.

Kahve fincanını kenardaki masaya bıraktım. Ayağa kalktım. Bir Majd’a bir kafeci abiye baktım. Kafeci abi yaklaştı, “sen, Macit’e para mı verdin?” dedi. Utandım biraz ne yalan söyleyeyim, “evet, yani para sayılmaz, minibüs parası çıkışmamıştı da, sadece 25 kuruş” dedim. Para vermek ayıp değildi, istemek de. Ama bunu söylemek ayıptı bizde. Çok yetenekli olduğunu söyledim. Bu yaşta böyle yetenek görülmemiştir, dedim. Çok mutlu oldum tanıdığıma onu, dedim. Abi bir bir tercüme etti ona.

Majd mağrur ve sevimli sevimli baktı bana. Sonra abi gözleri dolu dolu anlatmaya devam etti. Füze saldırısından önce, okula gidiyormuş Majd. Diğerlerine benzemiyormuş. Okuma güçlüğü çekmiş bir dönem. Sonra bakmışlar ki harika resimler yapıyor. Hocaları çok ilgilenmiş, özel dersler, ressamlara ziyaretler, derken Majd ilk sergisini 7 yaşında açmış. Mahalleyi bırak ülke genelinde tanınır olmuş. Diğer dersleri de düzelmiş Majd’in. Resim, kendini ifade etme ve ilerleme aracı olmuş. Hatta “büyüyünce değil şimdiden gidebilirsin güzel sanatlara” demiş bazı hocaları. Ama göbeğini kaşıyan pis kapitalizm bırakır mı? (kafeci abi daha küfürlü söyledi bu cümleyi de ben usturuplusunu yazdım). Sonrası acı, sonrası kaçış ve kaybolan umutlar, yıkılan hayaller…

Ben niye yazıyorsam Majd de belli ki aynı sebepten çiziyordu. Elimdeki şaheseri tekrar Majd’e uzattım ve yine gülümseyerek “tatlım beniim, ne kadar yeteneklisin, umarım yolun açık olur burada da” dedim, böyle bir ülkede bu şartlarda ümitsizdim ama, neyse. Majd kafeci abiye baktı, birşeyler dedi. “Sana yapmış o resmi, arkasını çevirecekmişsin” dedi kafeci abi. Aldım. Çevirdim. Kargacık burgacık bir yazıyla shukraan (teşekkür ederim) yazıyordu.

Majd’e sarıldım. Şükran dedim. Kendi dilimde, anlayabileceği şekilde dedim. Bakıştık, gülümsedik. Bir daha sarıldık. İyi ki bir gece önce gülümsemenin kerametini hatırlatmıştı biri. İyi ki Majd’i öyle orada bırakmamıştım. İyi ki tanımıştım.

Kafeden ayrılmadan önce, “evim minibota bindiği yerdeki büyük siyah beyaz bina, söylersin” dedim kafeci abiye. “Bir şey olduğunda veya ne zaman isterse gelsin, bunu da söyle” dedim. Majd’e nasıl ulaşacağımı sordum. Henüz bilmiyordum ama bir şey yapmalıydım. “Telefonları yok, sen gerektiğinde gel biz ulaşırız, evlerini biliyoruz kardeş” dedi. Resmi aldım, Majd’e son bir bakış atıp gülerek çıktım kafeden. Kafeci abi arkamdan seslendi, “vay anasını be, çok şanslısın biliyon mu kardeş? Macit kimselere vermez resimlerini.”

14 Eylül 2016 Çarşamba

ay tutuğunda layığını bulmak

iki gün sonra ay tutuğu var. bugün de tabak ay. önce özetler:


içiniz kımıl kımıl olabilir, karnınızdan aliyen yaratığı içinize kaçmış gibi hareketler ve sesler gelebilir, sanmayın ki pörtleyecek, gaz o bildiğin. iki yoga pozisyonu deneyin hemen düzelir. (gaz çıkarımına yönelik yoga pozları için bkz: Recep İvedik 2)

geceyarısına doğru kızılcık şerbeti içip ayyy nebçim de tadı varmış diyerekten evde hırgür çıkarabilir, hemencik doluayı suçlayabilirsiniz. erkekseniz yapabilirsiniz bunu. misal seneeee geçen sene, adamın birinin "bu zaytinyağlının tuzu niye az?" diyerek karısını bıçakladığını duymuşluğumuz var, kimbilir belki de tabakay zamanıydı. kadın kimvurdulara gitti rabbiyesir.

kolu ondört burma bilenzikli ablanın, güne hazırladığı pastanın yusyuvarlaklığı bozulunca ardatürkmen markalı kalıbı "dibi tutuk bunuuuun napsam olmadı kaldırıp atceksin" diye suçlaması gibi, siz de iki gün beklemeyin bugünden tabakaya giydirin gitsin. nasılsa evrenden her ne dilerseniz dileyin, yeşil başlı gövel ördekler ve kırmızı burunlu uzaylılar yedi onları çoktan peheyyy!

ben sipiritik şeylere inanmam. öyle reikiler, evrene mesajlar falan... (yoga yapıyorum o ayrı. onun sipiritikliği farklı. benim ayarlarımla oynama alırım ayağımın altına! nasıl? yoga ve meditasyon orcinalliğimden hiçbir şey değiştirmemiş de mi? tam da bunu kastediyorum!)

ama birkaç söz var, hakkını vermek lazım. "denememişsin ki başarasın" mesela, en favori sözümdür (benimdir yani).

bir de "bırak başkaları seni kandırsın, yeter ki sen kendini kandırma, o zaman fasulyesiz kuruya benziyorsun" var. onu da gülerek anıyorum buradan. güzel anılarımız oldu.

hepinize bayram şeysi diliyorum. neysi?

misal şimdi layığınızı bulun desem eşki sözlüğe göre çok pis fena bir şey demiş oluyorum, halbusa hiç sevmesem de TDK'nın bu kavrama ilk açıklaması "dengini/yaraşır eşini bulmak". kabalık etmişim gibi görünebilir, halbuki hayatta bildiğim en adil (adi değil ADİL) laftır o.

neye layık olduysan onu bulman en büyük dileğim, yalan mı siz de aynını istiyorsunuz, yeter ki layığınızı takdir etmesini bilin...

*bazen kendinizi otuzikisi solda otuzikisi sağda altmışdört bacağından onsekiz tanesi kopmuş kırkayak gibi hissettiğiniz oluyor mu? olmuyor mu? ha o zaman tamam. bişe dicektim de,

*he bacım he dolunay o. öteki de ay tutulması. ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsunuz da bensiz bir eksiksiniz! ayrıyetten kırkayağın tam kırk tane ayağı olduğunu sanaraktan hesabımda düzeltme yapanlara, yediyüzelli ayağı olan var be diyerekten aparkatı çakıyorum. merci.

13 Eylül 2016 Salı

sahi bayram neyimize?

bir sohbette konu ne zaman "acıların yarıştırılmasına" gelse, ben "acılara tutunmaya çalışarak" dörtnala kaçarım oradan ya, kaçamadığımda hep şunları duyuyorum; "gezmiyorum hiç, içim almıyor, mutlu olamıyorum. onsuz hayat zaten anlamsız, gezsem ne olacak keyif mi alacağım?", "...öldüğünden beri hiç tatil nedir bilmem", "kendimi temizliğe verdim, oyalanıyorum. yoksa geçmiyor acısı."

sizlere iki satır yazmadan önce içimden yazıyorum hep. önce çalakalem düşünüyorum. ne gelirse aklıma, şiir okur gibi ama, sanırsın arkadan bir tren düdüğü ve ardından acılı bir klarnet çalmaya başlamışcasına (arabesk forever). bazen de bir piyano oluyor. tatlı tatlı dinliyorum düşüneyazarken (çalışırken hep bir klasik müzik hayranlığı, hep bir senfoniler, opuslar). içime dişi bir yılmaz erdoğan kaçmış gibi şehirlerarası otobüsün camına dayadığım burnumla buhar yapıp sonra elimin ayasıyla bebek poposu çiziyorum zihnime (yahu bilmiyorum deme, bilmiyorsan da gel kışın ben sana öğretirim. kar yağarken eve tıkılmışsan güzel bir aktivite).

paragraf başlarını ayarlıyorum, cümlenin ilk harflerini hep büyük büyük yazıyorum (sonra küçülüyorlar inatla). tüm noktalama işaretlerim yerinde. susuyorum. beynimi susturuyorum sonra. o an düşündüklerim ve zihnimde sıraladıklarımla ilgilisi olmayan bambaşka cümleleri yazmaya başlıyorum size. işte bugünkü zihin trafiğim...:

sonra bugün bayram diye mezarlığa gittik. bana göre mezarlık ziyareti onlar gelemiyorlarsa biz gidelim tadında (eskiden değildi), sevdiklerimizle buluşup dertleşebilme imkanı. bana göre. her gittiğimde, önceki gidişlerime göre daha az acı ve üzüntü çekerek, daha fazla düşünüp tartarak, daha rahatlamış olarak bir iç huzurla çıkıyorum oradan. gidersem tek gitmek istiyorum ama işte olmuyor, ailecek gidiliyor. tuhaf konuşmalar geçiyor her yıl. her yıl giderek daha tuhaflaşan konuşmalar. bir yandan içim rahatlarken bir yandan devrelerim yanıyor...

mesela bugün, bir mezar taşında tanıdığın birinin adını görmenin ne kadar ürkütücü ve ağır olduğunu gördüm. mezar taşında Naile* yazıyordu. Naile ya, hani başkası hakkında şaka yapılınca karnını tuta tuta gülen ama espri kendisine dönünce kızan, hani devekuşu yumurtası görünce "kız arzuu bunun kuş gibi kanadı deve gibi boynu kafam kadar da yumurtası var diyerek bir yaşına daha giren", hani bir süre sonra pencere önü çiçeği gibi senin gelişlerini bekleyen, eve girdiğin andan uyuyacağı ana kadar öylece seni süzen Naile. hani "şirket kaça kuruluyor ki param var benim, vereyim de kur şu şirketi" diyerek sana işi gücü yaptıran Naile. hani saçını her kestirdiğinde ve modeli beğenmediğinde "amaan kökü sende ya boşver" diyerek ve bu mottoyu tüm hayata uygulayarak sana kimselerde bulunmaz bir kişilik özelliği kazandıran, hah işte onun adını mezar taşında görüp de ilk kez bu sefer aydım ben. zor geldi ne yalan söyleyeyim.

sonra bugün teyzem kendisi ve eşi için ayrılan yeri göstererek "bize de böyle gelip dua edeceksiniz değil mi" dedi. böyle dümdük. patadanak. ben mızmız çocuklar gibi yaa teyze yaaa deyince de "ama kızım hayatın gerçeği bu, alış, napacaksın" deyiverdi. derin bir nefes aldım. öyle ya, napacaktık? ne yapabilirdin?

sonra bugün, hiç tanımadığım birinin mezarı başında (henüz gelmemiş, birazdan gelir oturur öylece dediler) bir annenin hayatının bundan sonraki bütün kutlama, bayram, doğumgünü ve anmalarında asla ama asla mutlu olamayacağını, neşeli bir an yaşayamayacağını anladım. o annenin hayalini gördüm orada, bir mermerin kenarına seyirtmiş halde oğlunu seyrederken. ve biten hayatın gideninki değil arkasından bakakalanlarınki olduğunu gördüm.

sonra bugün doğum ve ölüm tarihleri aynı olan bir mezar taşına bakıp... yahu bir insan doğduğu gün nasıl ölür diye öyle bir süre mal gibi baktım.

sonra bugün, mezarlık yolundan çıkışa doğru yürürken teyzem etrafına bakıp anneme "nasıl da sakin sakin yatıyorlar, sessiz böyle ne rahat" deyiverdi. "öyle," dedi annem. öyleydi. hayat onlara sakin, onlara rahattı. bizdik dışarıda kalan, bizdik düşünen ve acı çeken.

gelelim fasulyenin faydalarına... her bayramda, anneler ve babalar gününde, "bayram benim neyime", "annem/babam öldüğünden beri bu gün benim en acılı günüm, mutluluk bana yasak" türünden her paylaşım, önce kalbimde bir yeri sızlatır, sonra acılara tutunmak yerine acıları yarıştırmayı seçen bu insanlardan hemen uzaklaşırım. mağdur edebiyatı, hayatı zehir eden, gayet sizden, gayet içinizden gelen, bize çok dokunmayan (çünkü kaçabiliyoruz) sizi mahveden bir davranış ve inanış biçimi. bırakın bunu hemen. kaçın. kaçılın acil yerinden. acı çekmeyin demiyorum. hayat acıdan ibaret olamaz diyorum.

mesela dün 18 aylık bebeklerini 5.kattan betona çakılırken gören aile kadar perişan, pişman ve parçalanmış olamazsın. mesela oğlunu gece geç saatte sokaklarda gezmeye salamazken kör bir savaşın kalpsiz cellatlarına kaptırmış bir annenin yerine geçemezsin. mesela babası hakkında en ufak bir hayali, düşüncesi, bilgisi ve fikri olmayan biri gibi, içinde asla var olmamış bir duyguyu ve yeri doldurmaya çalışamazsın. bunları yapamazsın, ama bizim için bir iyilik yapabilirsin. herkesin acıları var. herkesin bir kaybı. benim acım senin acını inan bana döver. o zaman lütfen sen de herkes gibi, acını kendi gününde ve saatinde yaşa. sürekli acı çekmen gerekiyormuş ve biz de zaten senin acıların üzerinden sana ne kadar acıyormuşuz/acımalıymışız gibi davranma.

bu bayram da öncekiler de sonrakiler de hepimiz için. birbirimizi sevelim, görüşemediğimiz yıllara inat bir araya gelip özleşelim, sarılalım, gezelim, ille çok eğlenmeyelim ama bari anıları tazeleyelim diye var. sonra yeni yerler var görülecek, yeni insanlar var tanınacak. bunlar olacak. inan o kaybettiğin ve uğruna hayatı kendine dar ettiğin insan da hayatta olsa kendin için iyi şeyler yapmanı, gezmeni, öğrenmeni, ilerlemeni ve mutlu yaşayabilmeni isterdi.

Babam da Naile de öyle isterdi. ben onların bana tembihlediğini yapıyorum.

gözyaşlarınıza saygım var. acılarınıza da. ama ne olur onların sizi esir almasına ve sonra altmış yaşına geldiğinizde birşey yapmaya da mecaliniz kalmamışsa sizi pişmanlık denizinde boğmasına izin vermeyin. dışarıda yaşanacak koskocaman bir hayat var...

*zamanında biri demişti, eve bir zarf gelmiş üstünde bir isim yazılı. yahu bu kim diye düşünmüş durmuş. sonra fark etmiş ki anneannesi. aman ya demiş, annem-babam anne dedi, dedem de hanım. ona ismiyle kimse hitap etmiyordu ki nasıl bileceğim. onun adı anneanneydi. işte o hesap, benim için de o hep anneanne veya yeğenlerine göre cicanneydi. Bir kez de adlı adınca kayda geçsin istedim.

*fotoğraf da bizim burada meşhur Sinop Cezaevi'nin penceresinden. hani hayatı kendine zindan edenlerin gerçek zindan görüntüsüyle kendilerine gelmelerini sağlayarak... aman ya hiç de bikerem. severim bu görüntüyü, ondan var.

5 Temmuz 2016 Salı

200

yine bir bomba patladı kendi kendine, yine biri silahın üstüne düştü diyordu ajanslar. cayır cayır yanıyordu kentler ve sokaklar. kaç beden daha katıldı o kandan nehrin suyuna bilinmiyordu. torbalara sarılı cesetler kendi kendine gömülüyordu.

Maraş, Sivas, Roboski, Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Mardin bu böyle çoğalıp duruyordu.
bir yandan eğlenceler, açılışlar, özçekimler devam ederken, lüks spor arabasıyla virane olmuş kentlerden geçiyordu zenginler. dışarıya fırlattıkları bozuk paraları toplayan çocukların gözlerindeki neme karışıyordu yüzlerindeki kahkaha. köprülerin kimbilir kaçıncısı açılıyordu.

bir zamanlar 200 kişi bir çırpıda yok olmuştu Bağdat'ta. bayramdaki trafik kazalarında daha fazlası ölüyor demişti biri. oralar bizim değil, nasılsa bize birşey olmaz diyenlerin sokaklarında patlıyordu şimdi yeni yeni bombalar. bayram trafiğinde daha fazlası yok olup gidiyordu bir ülkenin.

savaş muhabiri, "onca savaş gördüm, kanıksamayın, alışmayın, tepki gösterin" demişti. dinlememişti insanlar. susuyordu bir halk. kanıyordu bir kent. yıkılıyordu bir ihtişam.
her kötülüğün kendi riyasında boğulduğu bir son var mıydı?

16 Haziran 2016 Perşembe

yazıyyooorrrrrr!

Bir süredir yazmıyorum. Şöyle ele gelen, dadından yinmez avuçla konu var elimde. Ama yazmak, bugünlerde sıkça dile getirilip beyinciğimize sokuşturulmaya çalışıldığının aksine, “herkesin yapabileceği bir iş değil.” Değil kardeşim, zorlamayın. Wattpad diye bir uygulamadan bahsediliyor. Daha doğrusu yazmak isteyen herkesin kendi dünyasının büyük yazarı olduğu bu mekânda, nedir ne değildir anlamak için “yazarlığın altın kuralları” başlıklı bir yazıya bakmak yeterli, siteden ne beklememem gerektiğini bana hemen özetledi sağ olsun, ama siz mutlaka OKUYUN ve lütfen “yazarın” sonraki yazısı olan “klişelikleri” itinayla bekleyin süper bir finali varmış meğerse...)

Ben, herkes yazsıncı değilim. Yazmasın. Çünkü bir kitabevine girip, ön sıralardaki iyi satma ihtimalli kitaplarda bile sayfaları biraz karıştırınca gördüğüm içler acısı ifadeler, birbirinden kopuk kurgu zincirleri beni bu konuda elitist olmaya itti, ne yapayım? Tamam, yazar kadar yayıncı da sorumlu ama dinleyen kim? Buna birazdan değineceğim.

Yazmak eğer o kadar kolay bir iş, diğer bir deyişle sıfat ve zamirlerle tütsülenmiş özne ve yüklem ilişkisinin gündeme bomba gibi düşüşünden ibaret olsaydı, onca insanı AVM ortasında bol alkışlı ve imzalı kitaplı toplantılara toplayabilen gelişim uzmanı birçok isim, aynı zamanda zaten güzide üniversitelerdeki psikoloji, felsefe ve sosyoloji bölümlerinde okutulan kitapların da yazarı olurdu. Ya da diğer bir deyişle, eğer çocuğunuz TEOG sınavından veya adlarını hep birbirine karıştırdığım çorbaya dönmüş eğitim sistemimizin güzide sınavlarından arzu ettiğiniz notları alamazsa, Aşkım Kapışmak’ın Akademisi var, oradan da mezun olunabilir. Birkaç kitap yazılabilir ve sonra sizin mahallenin orda bir akademi de açılıp köşe dönülebilir. Bir düşünün derim, nihayetinde ülkemizde gerçek davranış bilimciler, psikologlar, iletişim uzmanları yetiştirecek üniversite kadroları vardı ama yedik onu biz. Şimdi moda, sertifika programlarından birkaçını bitirip, harcadıklarınızı geri almak için hemen bir kurs açmak ve bir süre sonra da deneyimlerden yola çıkarak “uzmanca” bir kitap yazmak. Sonra romana veya siyasi denemelere ya da felsefe analizlerine de geçebilirsiniz, gerisi size kalmış.

Yazmak çok kolay bir iş olsaydı bugün Twitter’da üfürdüğü çalıntı aforizmalarıyla kız tavlamak ve “falovır” kapmaktan öte gidemeyen birçok tip, yaşadıkları deliklerinden pıtı pıtı çıkar, yazdıkları o harika kurgu ve kurgu dışı kitaplarıyla listelerde (en azından) Yılmaz Özdil’in tekrar tekrar basılınca yeniymiş gibi görünen köşe yazılarını sollardı (en azından onu sollasın bari demek istemişse yazar…) – Aklıma gelmişken, Yılmaz Özdil’in köşe yazılarından birini alıp tek kelimelik satırların hepsini bir paragraf halinde yan yana yazınca “ahan da bak hepsi bu, yan yana okuyunca g.tüm gibi oldu” anlamında bir anekdot anlatan kimdi ya, o şahıs kendini hatırlıyorsa arasın beni, bişey denicem…

Böyle böyle başlayan, “bak o yapmış sen de yap, teee Amerika’ya gidip hocasından dinlemeye ne gerek var, burada dinlenmişi var” kıvamındaki suyunun suyu eğitimler sayesinde bugün ortalık hem şeybilimci hem de binlerce yazar kaynıyor. Sürekli kendime kızıyorum, o 16 saatlik perspektif derslerine katılsaydım ben de kimbilir kaçıncı kişisel resim sergimi açabilecektim. İşte üstüne düşmeyince…

Bunlara destek veren onca şeyden sonuncusu da yeni kendin pişir kendin ye yayıncılık hizmeti. Yani ver parayı al romanı. Yahu siz hiç yazdığı eseri bassınlar diye para veren uzman/yazar tanıyor musunuz? Evet demeyin. Doğrusu şu, tanımamalısınız…
En kısa haliyle, bugün “siz yazın biz basarız, artık yazar olmak çok kolay” gazıyla herkesi yazmaya iten reklamlar, gazlar, teklifler sırf entelektüel birikimi hafife almak üzere özellikle örgütlenmiş eylemler gibi geliyor bana. Nasıl mı? Anlatayım.

Facebook’ta gördüğüm bir içerik reklamı sonucunda ulaştım bu yeni nesil yayınevicilik olayına. Adından da anlaşılacağı üzere (reklam olmasın diye değiştirdim) kitabımıkendimbastımnoktakom yazıyorsunuz, giriyorsunuz siteye. Sonra size akıl veren bir üslupla ve görsen kimbilir kaç kitabın editörlüğünü yapmıştır deneyimi kokan cümleleriyle (yok yok o kadar da akıl atfetmeyeyim gayet dümdük biçimde) site, şu koşulları sağlarsanız (kendi kendinize), kitabınızı bastırabileceğinizi söylüyor (yine kendi kendinize). Buraya kadar tamam. Size ablalık yapıyor, onlayn editörlük koklatıyor falan. Üstelik ücretsiz ha! Diyor ki, “eğer yayın hayatına yeni başlayan yazar, şairseniz, kitap bastırmak istiyorum anahtar kelimeleri ile internetten arama yapmak sık kullanılan yöntemlerden biridir.” Yani diyor ki bakın bize kanmadan önce gidin başka kimler böyle bedelini size ödeterek kitabınızı basıp sonra eşe dosta dağıtmanız için sizi kendinizle baş başa bırakıyor bi zahmet gugıllayın anacım…

Devam ediyor, “İlk olarak kitap bastırıp ücreti kendisi karşılayan bir yazar için 3.000 adet gibi yüksek sayılarda kitap bastırmak büyük ihtimalle parasının boşa gitmesine sebep olacaktır. Kitabınız çok kaliteli bir eser olabilir ama tanınmak için zamana ihtiyaç vardır.” Yani diyor ki kötü yazar yoktur henüz olmamışı vardır…

Ardından şöyle devam ediliyor; “şu ifadelere EVET yanıtı veriyorsanız kitabınız baskıya hazırdır.” Peki, hangi sorular bunlar? “Kitabımın yazımı bilgisayar ortamında tamamlandı (19yy’dan kalma sandık kokulu yazarlardan mıyım ki elle yazayım tabiyki de bilgisayarlan yazdım). Eserimi gözden geçirerek muhtemel yazım hatalarını düzelttim (zaten editörlük insanın kendi kendini editlemesidir). Kapak tasarımını gerçekleştirdim veya kapakta ne olmasına gerektiğine genel hatlarıyla karar verdim (bizim amcaoğlunun fotokopici tükanı var ona çizdirdik, ha olmadı zaten siz onu da yapıyorsunuzdur). Gerçekçi olarak kitabımın ne kadar bastırılması gerektiğine karar verdim (sürrealist veya deist bir yazar olamam de mi ille gerçekçi olacam. Aga burada seni yiyorlar haberin yok, paran varsa 10bin basalım, yoksa 2binle idare et diyorlar hacı!).

Yukarıdaki sorulara cevabınız EVET ise kitabınızın basımını çok kısa süre içerisinde tamamlayabiliriz (haa bu self servis değil miydi? Siz mi yapcanız? Peki.) Ancak yukarıdaki sorularda tereddüt içerisindeyseniz veya yardıma ihtiyacınız varsa müşteri temsilcilerimiz size yardımcı olacaklardır (baskı dışındaki maliyetleri de kakalarız itinaylan diyor bebişim.)

Arada bir yerlerde kitabınızın çalınmasını engellemek için ISBN yayın kodu almak gerektiği, ayrıca kitabınızı satacaksanız bir bandrol de alınması gerektiği neyse ki söylenmiş. Şimdi tabii siz bu kadar şeyi ben mi yapacağım heyhat diye ağlayadurun, tüm bu bilgilendirici kısmın sonu, kendi kendimize yazıp kendi kendimize bastıracağımız ve kesinlikle kendi kendimize satacağımız o kitabın kaça mal olacağı tablosunun olduğu linke bağlanıyor. Bakın bu noktaya kadar olay, otuz sayfalık bir sunum dosyasının yirmi adet baskısıyla, 250 sayfalık bir polisiye romanın onbin baskısı aynı şeymiş, ikisine yapılacak işlemler aynıymış ve bir yazarın kendisinden başka kimseye ihtiyacı yokmuş varsayımına dayanıyor.

Adı geçen süpersonik sitenin verdiği otomatik hesaplama tablosuna göre, eğer kitabı siz yazar, kapağını bir zahmet amcaoğluna çizdirir, tüm düzeltme ve editörlük işlerini de tamamlayıp internetten tanıtım, dağıtım vb işlerine de bakarsanız, 2bin adet kitabı 5binTL’ye size teslim etmeye hazırlar. Haa yok aga, ben kapak tasarımını bilmem, imlası falan tamam da edit medit yapamam, internet tanıtımıyla uğraşamam bari bir sitesi olsun kitabın, derseniz fiyat hoop 7bine kadar çıkıyor. Verdiniz bu parayı değil mi? Kitaplar basıldı geldiii. Şimdi bunları satmak sizin işiniz. Tanıtımı yapılsa da dağıtımı size kalıyor. Onu da biri yapsın derseniz, biraz daha para bayılacaksınız. 250 sayfalı bir romanınız varsa tabii. Önce kasıp bir roman yazıverin bir zahmet, ne olacak canım? Ben söyliim canım kardeşim, 550 sayfasını 2,5 ayda yazdım, sen 1 ayda cillop gibi bir roman döşenirsin merak etme.

Sonra kızıyorsunuz, ama sen de Arzucum diyorsunuz, nasıl kızmayayım? Daha bu konuda diyecek çok lafım var ama… Zaman dar. Ben istemez miyim her sabah na bu kadar yazıyı (o sırada beş A4 sayfasını elimde sallamaktayımdır) bloğa koyayım siz de nasiplenin? Ben istemez miyim a kitle? Ama yapacak çok işim var. Örneğin, ilk romanım baskıya girerken ikincisinin kurgusuna ait zaman çizelgesini düzenlemek, mekânları belirlemek, ana karakterleri yerlerine oturtup yan karakterlerin nerelerde işe karışıp nerelerde öleceğine (ahan da spoiler var!) karar vermem lazım. Ayrıyetten, yeni romanın konusuna ait bir dolu okuma yapmam gerekiyor. Adli tıptaki gelişmeler, zihin manipülasyonu ve bilgisayar programlama dilleri gibi bir dolu konuda teknik araştırma yapmam da şart. Ohoo beybiler ne sandınız?

Ama ben bunun olmuşunu gördüm aga… İlk yazıldığından bugüne belki 10 kişi tarafından düzeltmeden, kontrolden ve elemeden geçen, çok farklı görüşlerin bir potada eritilmesiyle bir ruha ve kimliğe kavuşan, özünde elbette “yazarının romanı” olan ilk romanım, 550 sayfalık tam teşekküllü formatından 230 sayfalı makul boyutuna gelip, tüm yukarıda adı geçen “yazım sonrası işlemleri” de profesyonel bir ekipçe tamamlandıktan sonra, yine işini çok iyi bilen ellerde dağıtım kanallarına ulaştırılıyor (az kaldı, merak etmeyin). Bir romanın geçirdiği evrelerin ilki olan “yazarın yazmak eylemi öncesi yaptığı hazırlıklar” ise tam 30 yıl sürdü… Yani…

Meramım şu; yazmak zaman alır, emek ister, düşünmek ve en önemlisi de yaşamak (yaşanmışlık) gerektirir. Yaşamak dediysem, sabah kahvaltıdan sonra biraz televizyon izleyip konu komşuyla veya mahalleliyle sohbetin ardından yenen akşam yemeği sonrası uykuya dalarken “ay kııız bugün neler oldu, neler neler yaşadım”dan bahsetmiyorum. Sallanan koltukta otururken “ay napçam ben şimdik” diyerek ele alınan bir kalem-kâğıt ya da bir tabletle çiziktirilebilecek bir eylem de değildir yazmak. Ha öyle yazı yok mu, var. Ama o bir roman değil, bir inceleme, derleme ya da makale hiç değil.

Peki genç yeni yazarlarımızın arasında, örneğin, hiç mi böyle pat diye parlayan, çok ciddi geçmiş deneyim ve birikimlerine sahip olmadan yükselen yazar olmamıştır? Olmaz mı? Yahu hiç olur mu öyle şey? En gencinden, deneyimsiz diyebileceğiniz yazar bile, okur olarak, araştırmacı kişiliği ve merakıyla, okuldaki edebiyat derslerinde veya katıldığı münazaralarda “sivrilecek şeyler” yapmıştır. Çok kitap okumuştur mesela, yazdığı konuda çok şey “biriktirmiştir” zihin çıkınında. O ilk kitabını yazarken de, bakmayın pek anlatmaz ama, çok kahır çekmiştir. Bunların hiçbiri olmasa, edebiyat öğretmenlerince “yazı dilin, anlatımın çok güzel, yazmaya devam et” diye teşvik edilmiştir hep. Üstelik, yazdığı andan itibaren de ek bir sorumluluk yüklenir, daha çok okumak, daha çok araştırmak, şimdi artık bir yazar olarak daha fazlasını yapmak zorundadır… Eee, bir yazar kolay yetişmiyi…
Ama yazmak, bugünlerde sıkça dile getirilip beyinciğimize sokuşturulmaya çalışıldığı gibi, “herkesin yapabileceği bir iş değil.” Değil kardeşim, zorlamayın!

Kapatırken yazar nasıl biridir sorusuna birkaç örnek vereyim de içimiz açılsın:

Ünlü yazar Ernest Hemingway genelde sabah saatlerinde ve günde ortalama 500 sözcük yazardı. Sabah saatlerini seçmesinin sebebi sıcak bastığında çalışamamasıydı. 1934’te F. Scott Fitzgerald’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Yazdığım doksan sayfanın hepsi çöpe atılacak kadar kötü olabilir ama doksan birinci sayfada bir şaheser yaratabilirim.”

Ya da şöyle olabilir:

Truman Capote’nin yazmak için üç tane “olmazsa olmaz”ı varmış: Sigara, kahve ve koltuk. Capote tam anlamıyla miskinlik hayranıymış. Yatakta ya da koltukta uzanmış bir şekilde, kahvesi ve sigarasıyla birlikte düşündüğü ya da bir elinde İspanyol şarabı, diğer elinde kalemiyle çalıştığı biliniyormuş. O da kendisini şöyle tanımlıyormuş: “Tam bir yatay yazar.”

Peki şuna ne dersiniz?

Oğuz Atay, tedavi için bulunduğu Londra’da, 29 Ocak 1977 tarihli günlüğüne şöyle yazacaktır: “4 Ocak’ta St. Teresa’dan çıktım, 17 Ocak’ta ışın tedavisi başladı. Geçen hafta sonunda nezle, sonra öksürük… Gene de soğuk kış günlerini ayakta geçirmeye çalışıyorum; hafta sonları dışında her gün Surrey’e tedavi için gidiyorum. Bu aralar çok mektup geldi İstanbul’dan. (…) Birçokları benim iyileştiğimi, ‘Eylembilim’e devam ettiğimi düşünüyor. Herhalde hayat-ölüm-trajedi gibi karmaşık ilişkileri olan şeyler bekliyorlar. Oysa çoğu anlarda her şey –acıklı da olsa- çok sade ve basit geçiyor. Mesela ameliyat günü sabah önce zenci bir berber geldi, bütün saçlarımı tıraş etti. (…) Şimdi dedim uyusam ve ameliyatta ölsem, hiçbir şey duymayacağım. Hepsi bu kadar. Çok kötü hissetmedim.” 3 Ekim’deki günlükte ise şunları yazar: “İçim karışık -düşüncelerle değil, bulanık. Yalnız, vaktim ve kafa gücüm olursa ‘Eylembilim’ ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adlı hikâyelerimi bitirmek istiyorum. İkisinin de ana hatlarını bu deftere yazmıştım, ama yazacak kuvveti ve düşünme çabasını kendimde bulamıyorum. (…) Artık kafamın bulanıklaştığını ve saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum.”


Yazdığı eseri bassınlar diye para veren uzman/yazar tanıyor musunuz? Evet mi? Doğrusu şu, tanımamalısınız…

6 Mayıs 2016 Cuma

serbest düşüşlerin sonu ya da vezir düşürmesi

bir kitap okudunuz ve aklınızda kalan tek şey var. bir detay. minicik bir şey. zorlasanız da başka bir şey hatırlayamıyorsunuz. özellikle de uzun yıllar önce okuduklarınız böyle var olabiliyor zihninizde, hatta bütün özellikleri o minicik detay olabiliyor. bu, o kitapların edebi değerlerinden bağımsız bir durum. bazı kitaplar benim için tek bir şey ifade eder; hayatımda bazı anların tek bir duyguyu ifade edişi gibi. örneğin Ursula L.Guin'in Mülksüzler'i,

eskiden, emeğini satarak geçimini sağlamanın ve diyelim ki sahip olduğun diplomanın/uzmanlığın karşılığı dışında (ve genelde daha düşük bir sosyal statüde olmakla eşleştirilen) başka bir işte çalışmanın aslında övünülecek bir durum olduğunu bilmiyor, bunu kavrayamıyordum (çocuktum diyelim). Mülksüzler, bana basit bir şey öğretti. bir profesör okula bir dönem ara verip madende çalışabilir ve bu gurur duyulacak bir şeydir. basit bir sonuç. zaten ben basitliği seviyorum. ne iş yaptığının önemi yok. neden yaptığının önemi var.

Batı "for the greater good" diyor. yani eğer yaptığın işler insanlık (veya bir grubun çıkarı) içinse göklerdesin, kendi geçimini sağlamak içinse yerin dibindesin. hele bir işi geçimin yanında sadece canın o işi istediği için yaparsan yandın demektir. ya utanılacak/kınanacak bir şey yapıyorsun ya da seni ayakta alkışlamalıyız. lütfettin çünkü!

ama bugün iki şey oldu.

birincisi, bu kente taşınalı, 25 yıl önce bıraktığım yere döneli, 2 ay oldu. ve ben içimdeki serbest düşüş duygusunun kaynağını buldum. (tabii bu çözdüm de demek oluyor). bu süreçte sıkça duyduğum üzere hayatımın hatasının ceremesini çekiyorum. o işe girecektim. o maaşlı işi bırakmayacaktım. o şirket iyiydi. new york'tan dönmeyecektim. izmir'e hiç taşınmayacaktım. sonra istanbul'a dönmek de neydi? hele o işe hiç girişmeyecektim. ama şimdi istanbul bırakılır mıydı? küçücük kentte napıcaktım? aman ticareti bırakmayaydım bari, yahu boğaziçinden diplomalıydım yaptığım işe baktı! (koskoca boğaziçi diplomasıyla çevirmenlik yapıyordum. bence boğaziçinin mütercim tercümanları sizi terlikle kovalasındı,..) bak hâlâ...

diplomamda yazanla son 20 yıldır yaptıklarım arasında, bugün yaptıklarım da dahil hiçbir benzerlik yok. tamamen başka bir insanım artık. tamamen başka bir iş yapıyorum. ekonomi lisansıyla beyaz yakalı olmayı bırakalı 10. yıla yaklaşıyorum. geçimimi freelance çevirmenlikten kazanıyorum. bunun yanı sıra, deniz manzaralı bir evde, hom ofiz olarak, haftanın istediğim gün ve saatlerinde çalışıyorum. bulunduğum kent sakin sessiz, dertsiz, trafik ışıksız. geceleri sayılarını binlerle ifade edebileceğim yıldızlara bakarak düşüncelere dalıp arada otlara/toprağa basarak yürüme imkanına sahibim. çevirdiğim kitap ve yazdığım romanın matbaaya doğru yola çıktığı haberi geldi. yeni kek/börek tarifleri denedim. avokado çekirdeği çimlendiriyorum. komşumuzun köpeğine arada yemek verip sohbet ediyorum. (monolog olduğunu düşünüyorsunuz ya you know nothing John Snow!) - böyle söyleyince çok havalıyım biliyorum!

mutlu muyum? evet. insanlar mutlu mu? hayır. çünkü "for the greater good" için, olmam gereken yerde değilim. yani onlara göre yetmezamaevet!

oysa ben olmak istediğim andayım. bu noktaya isteyerek geldim. sen de yap kardeşim? yap? vallahi tek kelime edersem... yahu umurumda değil (değil tabii. senin umurunda mı sanki?) yeter ki mutlu olun. mutlu olun ki bize sarmayı bırakın...

ikincisi de; bugün bir vezir düşürmesi oldu. durum bazı koşulları ve detayları bakımından tarihe geçti. o zaman bu alıntı da burada dursun ve kaydolsun. (zaten çok önce tarihe geçmişti.)

"Kamuoyunun gözünü kendi üzerinde tutmak zorunluluğu altında, sürekli şaşkınlık yaratarak, yani her gün minyatür bir hükümet darbesi yapmak zorunluluğu altında, Bonaparte, bütün burjuva ekonomisinin altını üstüne getiriyor..." (Karl Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Çev: S. Belli, Sol Yayınları)

17 Nisan 2016 Pazar

bayım, o dediğiniz bende gastrit yapıyor


şöyle bir soruydu bana bunları yazdıran... hafif çıldırmış yaşadıklarından, diyordu ki: siz çocuklarınıza ne yapıyorsunuz? hakikaten ne ya-pı-yor-su-nuz?

şimdi şöyle korkunç bir durum var (önce yazıyı okumak isteyebilirsiniz linki en altta- önceden uyarayım sonrasında insan bir süre mide krampından kendine gelemiyor). bu yazı ortaya çıkar çıkmaz bir duyarlılık da beraberinde yükseldi. bu normal ve iyi. ancak bizler (mesela çocuk sahibi olmayanlar ya da çocuğuna karşı daha katı politikalar uygulayan aileler) siz diğer aileleri uyarmak zorunda kalarak kendimizi tuhaf bir durumun içinde buluyoruz. neden? anlatayım.

neden bir ebeveyni yani en az bizler kadar eğitimli, akıllı ve bilinçli olduğunu düşündüğümüz (gördüğümüz kadarıyla misler gibi hayat yaşayan yetişkinler bunlar çünkü) bir kadın ya da erkeği, çocuklarına "gelişmişliğin ve zekanın bir simgesi olarak" internet/haberleşme ve bilgisayar dünyasının kapısını herhangi bir biçimde açarken dikkatli olmak konusunda (sürekli) uyarmalıyız? (adı geçen oyunun resmi sayfasına baktım, 10-16 yaş arası genelde kız çocukları sanırsın hayati önem taşıyan bir durum var gibi, neden etkinlik açmadınız, neden yayınlamadınız güncellemeyi türünden bıkbıklanıp duruyor. ben göremedim o yüzden iddia etmeyeyim ama, oyun için "çocuklarımıza saldıran sapıklar var içindeee" şeklinde bir uyarı yazısı yalnızca bizim dilimizde var. olsa zaten galiba sistem de bir önlem alır oyun kaldırılır. neyse konu salt bu oyun değil.)

ben hâlâ bu yazıyı yazarken çok tuhaf hissediyorum kendimi. bir ebeveyne "aman ha çocuğunu o internetle başbaşa bırakma, kontrollü içerik bak sonra kim sataşır bilemezsin vb" diye hatırlatmada bulunmak zaten kendi başına acı değil mi?

Finlandiya'daki okullarda... yazmama gerek yok hepiniz biliyorsunuz. ama bilenlerin en az yüzde 1'i yine de çocuklarına "gelişmişliğin ve zekanın bir göstergesi olarak" akıllı telefon veriyor. Facebook'ta hesap açtırıyor ve kendi başına kullandırtıyor vesaire.

ne bileyim mesela lise çağına gelmiş de Faruk Nafiz Çamlıbel adını duymamış bir genç sizi şaşırtmıyor mu (siz duymuş muydunuz diye de sorayım arada üzülerek)? "yan sınıftaki M. ile bakışıyoruz ama bizim sınıftaki E.ye de boş değilim, hangisi bana çikolata alırsa onunla gezerim" diyen 7 yaşındaki bir A. sizi toplumsal, ruhsal ve kültürel açıdan tedirgin etmiyor mu? bundan daha kötülerini gördüğünüz için alıştınız mı? peki sosyal medya hesabı açtığınız aynı rahatlıkla onu sergilere müzelere de götürüyor musunuz? daha önemlisi iletişim araçlarından önce ona kendini anlama/tanıma, kendini koruma vb konularında açık açık her şeyi anlatabildiniz mi? emin misiniz?

günde kaç saat internete eriştikleri önemli değil, yaptıkları şeylerin bilincinde olup olmadıkları önemli. bunu uzunca bir süredir binlerce insanın bık bık bık söylemek zorunda kalması da acı.

örneğin; okuma yazma bilen herhangi bir çocuk bilgisayarın başına geçince kendi kendine tehlikeli maddelerle oynamayı da onlardan sakıncalı şeyler yapmayı da, uyuşturucuyu nereden bulacağını da öğrenebilir (aylardır bir projede, internetin nelere kadir olduğu üzerine dehşet verici veriler gözden geçiriyorum, tüm bu korkunçluklar için okuma yazma bilmeleri yeterli inanın bana), daha kötüsü sapıkların eline düşebilir (ekteki yazı ne acı anlatıyor bir bilsen!)

ha tabii bizim çocuğumuz yapmaz çünkü gelişmişliğin ve zekanın bir göstergesi olarak verdik biz bu aleti ona... tamam lakin bunu derken asıl sorunun çocuğunuz değil, bütün bunları yayan, üreten, ortaya saçan karşı taraf olduğunu bi'zahmet hatırlayalım lütfen. evet çocuğum sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum... çünkü o aynı çevre, koskoca insanları da dolandırıyor.)

siz gelişmişlik ve zeka göstergesi olarak onları elektronik aletlere hapsedip kendinize "zaman yaratırken", çocuğunuzun dünyayla arasındaki mesafeyi büyüttükçe büyütüyor, ona en büyük tekmeyi atıyorsunuz. 3-5 aylıktan itibaren "ama yemek yemiyor, ama susmuyor, ama napalım ödev, ama o zeki biçocuk, zaten günde 30 dakika" türünden tüm bahaneleriniz de boş. o aletlere yapıştırdığınız çocuklarınız zaten yeterince asosyal, yeterince donuk (iletişimsel açıdan) yeterince analitik düşünemiyor.

ta ki siz onlara başka türlü bir bilinci aşılamış olana kadar. bunu başarabilirseniz, kendisine "iç çamaşırın ne renk" ya da "evinizin adresi ne" diye soran bir yabancıyı hemen ailesine bildirecek bilince sahip olur. tersinden, iletişim araçlarınızı ancak bu bilince erişmiş çocuklarınıza vermelisiniz.

çocuğunu cep telefonu/tablete alıştırmış ve her seferinde kendilerince buna bir gerekçe üreten ailelerle karşılaştığım her durumda söylemek isteyip söyleyemediğimi şimdi söyleyeyim; bu vesileyle, konuya genel anlamda nasıl baktığımı anlatan bir final yapayım; çocuğunuz yaşıtlarından geri. vallahi tillahi geri. düzgün iletişim kuramıyor, basit diyalogları anlayıp yürütemiyor. birkaçı değil, hepsi böyle. eğitim sistemi zaten mortingen, siz bir de üstüne gerçek dünyayı algılama olanaklarından yoksun çocuklar yetiştirip bir de arada bununla gurur duyuyorsunuz. yapmayın.

not: benim söyleyeceğim bize dair. ötesi (ilgili kanalların kontrolü, denetimi, suçluların yakalanması vb) zaten bizi korumakla görevli emniyet güçlerinin, devletin ve hukukçuların işi. ne güzel cümle değil mi? yine de ümitsizliğe kapılmayın... zaten bizi gerileten hep bir ümitsizlik hep bir eziklik hep bir kader...

Facebook'taki Avataria oyununu oynayan 9 yaşındaki çocuğun yaşadıklarının anlatıldığı, yukarıda adı geçen yazının tamamı için TIKLAYIN

30 Mart 2016 Çarşamba

bir taşınmanın cehaletten terk anatomisi

Bazılarımız öyle garip, tuhaf, değişik, tatlı, acı, bombastik hatta çok namüsait bir mahiyette yazıyorlar ki akla bir soru geliyor ve nedense bu aynı soru hemen herkesin ilk aklına gelen sorudur: Bunları nereden buluyorsun? Siz arıyor olabilirsiniz, bize “geliyorlar.” Hemen her gün. Nereye gitsek ya da ne yapsak. Paratoneriz, çekiyoruz. Hep de bizi buluyor yahu! Ya da belki tamamen kafamdan uyduruyorum, neden? Çünkü bendeki hayal gücü hiçbirinizde yok. (meğersem de şakaymış!) Tamamen bir “yaşadığımı yazıyorum” durumu bu ve içeriği tuhaflaştıran, onca saçma tesadüfü bir araya getiren şey de bütünüyle benim şahsi absürdlüğüm. Esneyerek doğmuş bir bebekten bahsediyoruz ey kitle!

En son kaldığımız yerde, 500 güne yakın bir zamanı pazar dahil günde 14 saat kadar bir AVM’de gözlem yaparak geçirdikten sonra (o sırada yaptığım işi kendime açıklamanın yolu buydu, yoksa devrelerim yanmak üzereydi), 2015’in Temmuz ayında her şeyi geri sardım, dükkanı kapadım, evdekiler dâhil eşyalarımı ve hayatımı küçülterek delicesine bir inzivaya çekildim. Hani kışlıkları bir plastik torbaya dolduruyorsun da elektrik süpürgesinin hortumuyla deliğinden havasını çektirince böyle bin kat küçülüp dümdük oluyor ya o kocaman paket? İşte ben de hayatımın tamamını, duygularım ve elimdeki gerçeklikle birlikte bir torbanın içinde küçülttüm, minnak bir paket yaptım, koydum cebime, düştüm yola (zihnimde tabii. Fiziksel yolculuğa daha gelmedik.)

2016’nın ilk günlerine kadar yaptıklarımı zaman zaman yazdıklarımın içerisinde bulabilir, anlayabilirsiniz. Eşyalarımdan, okunmuş kitaplarımdan, en önemlisi de yıllardır omuzlarımda taşıdığım ve arada küfeyi sırtımdan atarken indirmeye kıyamadığım her şeyi ATTIM. Çok zor mu oldu? Aksine, bir kez kurtulmaya başlarsan daha hızlı, daha vahşi, daha katı bir şekilde atmaya devam ediyorsun. Bunu daha önce “vazgeçmek özgürlüktür” sözüyle anlatmaya çalışmıştım buralarda bir yerlerde.

En son, 2 kapılı bir gardıroba sığacak kadar kıyafetim (her türden), 3 raflı kitaplığa sığacak kadar kitabım, bir kamyoneti doldurmayacak kadar ev eşyamla artık uçuşa hazırdım. Yeni yıla girdiğimde, bana ne olduğunu tam olarak çözebilen iki kişi vardı; biri, İzmir’de bıraktığım gönül dostu iki arkadaşım ve diğeri yazılarıma zaman zaman konu olan (taşındığım için eski) komşum Dağlar Kızı. Eski demek hoşuma gitmediği için durum belirtmek adına parantez içine hapsettim. Onun bendeki izi çok mühimdir. Birazdan detaylandırarak gülmekten karnınızı ağrıtacağım hikâye ve benzeri birçok vakada başrol veya yardımcı kadın oyuncu olarak Oscarlık bir performansı mevcuttur. Hatırlarsınız canııım, hani 4 kişilik bir hanenin yıllık su tüketimini evde bulunmadığı 15 gün içerisinde tüketebilme yeteneği olan arkadaşım, hah bildin mi? Şimdi okuyacağınız olayın başladığı gün, dağlar kızıyla tanıştığımız gündür. Farklı bir deyişle, her şey benim o apartumana taşınmam ve dağlar kızının interneti paylaşalım mı teklifiyle kapıma gelmesiyle başladı…
Sonraki 2 yıl boyunca dağlar kızı ve ben neredeyse her akşam (özellikle de şu tükanı kapama vakasından sonraki her gece hem biz hem de annelerimiz) kahve yaptım gelsene, kısır oldu mu ben çayı koydum, ay şurdan iki çekirdek çitleyek Poyraz Karayel izleyek, salça yapıcaz senin şu blenderi kap gel, mutfak üst dolabından tencereyi indiriver kızım, perdeleri ben asarım anneeem gibisinden daha binbir bahaneyle birbirimizin evinden çıkmadık. O kadar ki dağlar kızının “insan 2 yaşındaki kızından daha sevimli olabilir mi” tipli (ve çipil bakışlı) ablasının deyimiyle “keşke iki daire arasında iç merdiven olaydı, ayakkap giy-çıkar yoruluyorduk vallahi!”

Dağlar kızı, annesi, ablaları ve onların kardeşim gibi sevdiğim eşleri ile oynamalara doyamadığım kızları sayesinde kabuğuna çekilme dönemimin en bombastik günlerini yaşadım. Köye gittim, yılan gördüm, acı su denen yeraltından gelen soda suyundan içtim. Ayda en az 10 kez fal baktım, baktırdım (aşırı bilimsel bir insan olmama rağmen spritüal konularda üstüme yoktur!) Derken İstanbul beni baydı beybilerim…

İşin aslı gayet pragmatik bir yaklaşım. Son altı aydır evden çalışıyorum, dünya artık mobil zaten. Eh İstanbul’da yaşamak demek, en azından kira, ısınma parası vb derken tekmili birden ayda ortalama 2,000TL demek ve karşısına koyabildiğim şey de bu miktar cebimde kalırken deniz manzaralı 20 metrekare balkonuyla İstanbul’dan 800 kilometre uzaklıktaki aile evimiz. Deniz manzaralı lafını duyunca bana gıcık olan sayısız arkadaşımın “allaaah seni naapmasın”ları ve artık kazancımı eve değil gezmeye tozmaya (nereye gidecektik Singapur mu?) harcama kararım birleşince kendimi tam 25 yıl önce ayrıldığım kentte buldum. Dünyanın en mutsuz ülkesinin en kuzeyinde, ülkenin en mutlu kentindeyim şimdi. En basitinden “bu kentte trafik lambası yok arkadaşlar.”

Gelince neler olduğunu bir blog açıp anlatsam ancak yeter. Ama ben size buraya nasıl geldiğimi yazıyorum şimdi.

Ocak ayının son günlerinde, kıymetli saraypartmanımızın güzide derebeyi, düşes ve şansölyeleri toplantı istediler. Efenim mesela bahçemiz neden sensörlü değil de saat ayarlı lambalarla aydınlanıyor? Ayrıyetten neden bambaştan söz verilen videolu kameralı kapı gözetlemeler çalışmıyor? Görüntülü kapı zil sistemi biyerimize yetmiyor, video kaydetsin ki geçen hafta Salı günü bize gelen kıskanç eltime “hayır kız geç geldiniz işte, bak görüntüde var görüyoruz yani bunnarı” diyebileyim. Yani kentsel dönüştürülen eski gecekondu mahallesinde yaşıyor olabiliriz ama nihayetinde duplekis ankastıra dairelerimiz var, bahçesinde çamaşır yıkayan komşularımıza bikbik yanıp sönen sokak lambamız, kameraynan izlenen girişimizle felan havamızı atamıycak mıyız?

Dediler demesine de birkaç ay öncesinde birbirlerine girdiklerinden, dili en çatallı ama en adil komşuları olarak beni yönetici seçme gafletinde bulunmuşlardı bir kere. Talep ettikleri bu dahiyane taleplerin hepsine kafamı yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak kesintisiz biçimde hı hı, ı-ıh, tebi tebi, hayır asla olmaz, hadi canım iyi günneer diyerek taş koydum. Sonra baktım ki arabuluculuk, ekonomi, bütçe, akılcı çözümler falan derken, adil ve becerikli apartuman yöneticisi rolümü pek âlâ oynarken bir yandan da özellikle birbirine diş bileyen (ve her ikisi de diğerini paçoz kendini ikoncan gören) iki derebeyinin süregelen telefonlu tacizine maruz kalmaya başlamışım. Biri arıyor “bana bak (yani o baksın) o ayakkap dolabı kapıdan kalkıcak (kaldırsın)”, tam ben bunu kendisine söyleyip söylemediğini soracam çaat kapanıyor suratıma telefon. Ötekine kibarca ileteyim diyorum (apartman kuralı gereği de o dolabın kalkması gerekiyordu o ayrı) “benim ondan dinleyecek bişeyim yok” deyip suratıma kapatıyor. Biri çirkefse öteki çamur banyosu. Üstelik bunlardan biri ev sahibim ve kendisi sık sık komşularıma uğrayıp “yau komşulardan Ayşaanım evini 1300’e kiraya vermiş, benimki ucuza gidiyor valla”, “yau şu ilerdeki köylüm dayresini 1200’e vermiş valla benimki ucuza gidiyor valla” diye diye canlarından bezdirdi. O kadar ki biz taşınmasak da birkaç ay içinde kapımıza dayanacaklarını ve 800 olan kirayı 1300 yapmamız için baskı kuracaklarını biliyorduk.

Derken toplantı başladı. Neyse ki bu kavgalı iki tipten biri yok. Toplantı ne diyeceğini bilemeyen ama söz bir kendisine gelse hemen şunnaaarı bunnaarı isteyecek olanlarla dolu. Dolu diyorum gerçi epi topu 5 daireyiz 7 kişiyiz. Dağlar kızı da yanımda oturuyor. Ben hal hatır sorduktan hemen sonra, herkesin içinde “eee yolcu yolunda gerek, ben Mart’ın başında taşınıyorum. Yöneticilik nöbetini de devrediyorum, artık oğlunuza mı verirsiniz, meşhur komşunuz derebeyine mi verirsiniz, size mutluluklar diliyorum. Haa bu arada bahçeye sensörlü aydınlatmadan önce, apartman ortak alanına gelen 800 liralık elektrik faturasına bir itiraz edin” deyiverdim.

İçeride depozitom var ve taşınma kararını verdiğimizden beri annemle “kesin bunun üstüne yatacaklar, bari kalan son 15 gün kirasını oradan düşelim” deyip az miktar akıllılık ettik. Ev sıfır tamam, biz de elimizi sürmemişiz. İnşaat işi yapan veya ev sahibi olanlar daha iyi anlar, duvarlarında bir tane bile çivi yok. Ev sahibine depozitodan kira düşmek kelimelerini aynı anda söyleyince “yauu dur daha o yeter mi bakalım, ev boyanacak, boya parasından artarsa…” dedi. Hah dedim bak, yatacak üstüne dedik biz. “Yahu Dere Bey, bu ev iki yıl olmadı yapılalı, duvarlar tertemiz, bir baksaydınız da öyle karar verseydiniz boyaya” dedim. Yooktu, karar kesindi, ev sıfır verilmişti, sıfır alınacaktı. İçimdeki intikam haznesine birinci çentiki attım.

Biz artık taşınacağız ya annemin memleketteki evine döneceğiz, İstanbul’dan da kurtulacağız ya, içimiz rahat, huzurlu eşya toparlayıp komşularla kekli kısırlı kıkırdamaya başladık. Ama unutmadım, o komşuya kira parası çekiştirmelerini, o depozitoya el koymalarını, o gözlerinin doymamalarını unutmadım. Peki ne yaptım?

Öncelikle biz gidesiye kadar evi kiracı adaylarına hem de hemen gösterebileceklerini, bizzat kendim söyledim. Ama ne zaman “evi göstercedik evde misiniz” diye sorsalar ayağımı sürüdüm. İşim çıktı, misafirim geldi. Tamamen yalan değildi. Ama kesinlikle işlerini kolaylaştırmadım.

İkinci olarak, mahallede, apartmanda, herhangi bir şekilde taşınacağımızı duyunca “acaba kaça oturuyorduk ve kaça kiraya verilecekti ki” sorularına “valla biz 800den oturuyoruz, 1300e verceklermiş, zaten depozitoyu da vermiyorlar, ille evi boyatcaklarmış, sanmam yeni evi neden boyasınlar tertemiz valla bir çivi bile yok” diyerekten salladım da salladım. O kadar rahat konuşuyordum ki ev sahibim evi önce 1100 sonra 1000 liradan kiraya vermesine rağmen çevrede çoğu kişi hep 1300’den bildi.

Son günler… 27 şubatta kamyonet geldi eşyaları yükledi gitti. Ardından biz de son iki günü (inat ettim 29 Şubat gecesine kadar anahtar teslim etmeyeceğim!) dağlar kızının evinde geçirmek üzere üst kata geçtik. O sırada aklımıza geldi. Şimdi bu depozitoya boya için el koydular (ve ne hikmetse boyacı tam da depozitoya denk bir fiyat verdi) eh 15 günlük kira isteyecekler üstüne, belli bişey. İçimde kalmasın ben bunlara güzel bir gol atacam ama du bakali dedim. Hırs yaptım. Annem “bugüne kadar bir çivi bile çakmadık, al eline çekici, madem boyayacaklarmış bütün odalara beşer onar çivi çak” dedi. Bana aman da çok bık bık ediyorsun, gaddarsın falan demeyin hiç, siz daha annemle tanışmadınız…

Dağlar kızıyla son kahvelerimizden birini içerken mutfakta gözlerimiz parladı. Dur kız dedim, son bir gol atalım… Duvarları delmesek de boruları uçuralım kıh kıh kıh (bu operasyonun hayata geçememe sebebi yeterince kötü olamamamızdan değil, son gece son dakika kedi kumuna ulaşamamamızdandır.)

Ertesi gün komşularla vedalaştık, annemle bindik otobüse döndük memlekete. Ama talihsizlik bu ya nakliye firması mutfak eşyalarımızın bir kısmını evde bırakmış, dolapların içinin dolu olduğunu da fark etmemişiz, nihayetinde pahada ağır eşya değilse bile hatıra kahve kupalarım falan kalmış, üzüldüm tabii. Ev sahibim olacak çakal, kalan parayı alabilmek için bu eşyaları alıp evine götürmüş (yahu ben senin ocağına incir ağacı dikmemişim ne zorluyorsun!) Birkaç gün geçti ses yok. Aha dedim çakallığa bak, aklınca eşyalarımı göndermeyecek, para istiyor. Aralarında kafası çalışan tek insan olan oğullarını aradım ve dedim ki “eşyalarım annendeymiş, göndermiyor. Adresim şu. Eşyalarımı bekletmeyin çünkü onlar hatıra eşya zaten işinize yaramaz. Paraya gelince, boyayı yaptırın, faturasını hazırlatın, ondan sonra kalan parayı öderim. Boya yaptırmazsanız sizin bana ödemeniz gereken para var bilginiz olsun.” Bilimli insanın hali başka oluyor. İki gün içinde eşyaları dağlar kızına teslim etmişler…


Şimdi ne mi olacak? 1 ay geçtikten sonra nihayet kiracı bulmuşlar ve onlardan aldıkları depozitoyla boyacıyı sokmuşlar içeri. Bekliyorum. Bakalım cesaret edip benden hala o parayı isteyecekler mi? (İsterlerse ne yapacaksın demeyin, artık beni tanımış olmalısınız. Çağrı merkezlerinde “ne diyorsa yapın yeter ki sussun” denilen insanım ben…!)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...