Bir süredir yazmıyorum. Şöyle ele gelen, dadından yinmez avuçla konu var elimde.
Ama yazmak, bugünlerde sıkça dile getirilip beyinciğimize sokuşturulmaya
çalışıldığının aksine, “herkesin yapabileceği bir iş değil.” Değil kardeşim, zorlamayın.
Wattpad diye bir uygulamadan bahsediliyor. Daha doğrusu yazmak isteyen herkesin
kendi dünyasının büyük yazarı olduğu bu mekânda, nedir ne değildir anlamak için
“yazarlığın altın kuralları” başlıklı bir yazıya bakmak yeterli, siteden ne beklememem
gerektiğini bana hemen özetledi sağ olsun, ama siz mutlaka OKUYUN ve lütfen “yazarın” sonraki yazısı olan “klişelikleri” itinayla bekleyin süper bir finali varmış meğerse...)
Ben, herkes yazsıncı değilim. Yazmasın. Çünkü bir kitabevine
girip, ön sıralardaki iyi satma ihtimalli kitaplarda bile sayfaları biraz
karıştırınca gördüğüm içler acısı ifadeler, birbirinden kopuk kurgu zincirleri
beni bu konuda elitist olmaya itti, ne yapayım? Tamam, yazar kadar yayıncı da
sorumlu ama dinleyen kim? Buna birazdan değineceğim.
Yazmak eğer o kadar kolay bir iş, diğer bir deyişle sıfat ve
zamirlerle tütsülenmiş özne ve yüklem ilişkisinin gündeme bomba gibi düşüşünden
ibaret olsaydı, onca insanı AVM ortasında bol alkışlı ve imzalı kitaplı
toplantılara toplayabilen gelişim uzmanı birçok isim, aynı zamanda zaten güzide
üniversitelerdeki psikoloji, felsefe ve sosyoloji bölümlerinde okutulan
kitapların da yazarı olurdu. Ya da diğer bir deyişle, eğer çocuğunuz TEOG
sınavından veya adlarını hep birbirine karıştırdığım çorbaya dönmüş eğitim
sistemimizin güzide sınavlarından arzu ettiğiniz notları alamazsa, Aşkım
Kapışmak’ın Akademisi var, oradan da mezun olunabilir. Birkaç kitap yazılabilir
ve sonra sizin mahallenin orda bir akademi de açılıp köşe dönülebilir. Bir
düşünün derim, nihayetinde ülkemizde gerçek davranış bilimciler, psikologlar,
iletişim uzmanları yetiştirecek üniversite kadroları vardı ama yedik onu biz.
Şimdi moda, sertifika programlarından birkaçını bitirip, harcadıklarınızı geri
almak için hemen bir kurs açmak ve bir süre sonra da deneyimlerden yola çıkarak
“uzmanca” bir kitap yazmak. Sonra romana veya siyasi denemelere ya da felsefe
analizlerine de geçebilirsiniz, gerisi size kalmış.
Yazmak çok kolay bir iş olsaydı bugün Twitter’da üfürdüğü çalıntı
aforizmalarıyla kız tavlamak ve “falovır” kapmaktan öte gidemeyen birçok tip,
yaşadıkları deliklerinden pıtı pıtı çıkar, yazdıkları o harika kurgu ve kurgu
dışı kitaplarıyla listelerde (en azından) Yılmaz Özdil’in tekrar tekrar
basılınca yeniymiş gibi görünen köşe yazılarını sollardı (en azından onu
sollasın bari demek istemişse yazar…) – Aklıma gelmişken, Yılmaz Özdil’in köşe
yazılarından birini alıp tek kelimelik satırların hepsini bir paragraf halinde
yan yana yazınca “ahan da bak hepsi bu, yan yana okuyunca g.tüm gibi oldu”
anlamında bir anekdot anlatan kimdi ya, o şahıs kendini hatırlıyorsa arasın
beni, bişey denicem…
Böyle böyle başlayan, “bak o yapmış sen de yap, teee
Amerika’ya gidip hocasından dinlemeye ne gerek var, burada dinlenmişi var”
kıvamındaki suyunun suyu eğitimler sayesinde bugün ortalık hem şeybilimci hem
de binlerce yazar kaynıyor. Sürekli kendime kızıyorum, o 16 saatlik perspektif derslerine
katılsaydım ben de kimbilir kaçıncı kişisel resim sergimi açabilecektim. İşte
üstüne düşmeyince…
Bunlara destek veren onca şeyden sonuncusu da yeni kendin
pişir kendin ye yayıncılık hizmeti. Yani ver parayı al romanı. Yahu siz hiç yazdığı eseri bassınlar diye
para veren uzman/yazar tanıyor musunuz? Evet demeyin. Doğrusu şu,
tanımamalısınız…
En kısa haliyle, bugün “siz yazın biz basarız, artık yazar
olmak çok kolay” gazıyla herkesi yazmaya iten reklamlar, gazlar, teklifler sırf
entelektüel birikimi hafife almak üzere özellikle örgütlenmiş eylemler gibi
geliyor bana. Nasıl mı? Anlatayım.
Facebook’ta gördüğüm bir içerik reklamı sonucunda ulaştım bu
yeni nesil yayınevicilik olayına. Adından da anlaşılacağı üzere (reklam olmasın
diye değiştirdim) kitabımıkendimbastımnoktakom yazıyorsunuz, giriyorsunuz
siteye. Sonra size akıl veren bir üslupla ve görsen kimbilir kaç kitabın
editörlüğünü yapmıştır deneyimi kokan cümleleriyle (yok yok o kadar da akıl
atfetmeyeyim gayet dümdük biçimde) site, şu koşulları sağlarsanız (kendi
kendinize), kitabınızı bastırabileceğinizi söylüyor (yine kendi kendinize).
Buraya kadar tamam. Size ablalık yapıyor, onlayn editörlük koklatıyor falan.
Üstelik ücretsiz ha! Diyor ki, “eğer yayın hayatına yeni başlayan yazar, şairseniz,
kitap bastırmak istiyorum anahtar kelimeleri ile internetten arama yapmak sık
kullanılan yöntemlerden biridir.” Yani diyor ki bakın bize kanmadan önce gidin
başka kimler böyle bedelini size ödeterek kitabınızı basıp sonra eşe dosta
dağıtmanız için sizi kendinizle baş başa bırakıyor bi zahmet gugıllayın anacım…
Devam ediyor, “İlk olarak kitap bastırıp ücreti kendisi
karşılayan bir yazar için 3.000 adet gibi yüksek sayılarda kitap bastırmak
büyük ihtimalle parasının boşa gitmesine sebep olacaktır. Kitabınız çok
kaliteli bir eser olabilir ama tanınmak için zamana ihtiyaç vardır.” Yani diyor
ki kötü yazar yoktur henüz olmamışı vardır…
Ardından şöyle devam ediliyor; “şu ifadelere EVET yanıtı
veriyorsanız kitabınız baskıya hazırdır.” Peki, hangi sorular bunlar?
“Kitabımın yazımı bilgisayar ortamında tamamlandı (19yy’dan kalma sandık kokulu
yazarlardan mıyım ki elle yazayım tabiyki de bilgisayarlan yazdım). Eserimi
gözden geçirerek muhtemel yazım hatalarını düzelttim (zaten editörlük insanın
kendi kendini editlemesidir). Kapak tasarımını gerçekleştirdim veya kapakta ne
olmasına gerektiğine genel hatlarıyla karar verdim (bizim amcaoğlunun
fotokopici tükanı var ona çizdirdik, ha olmadı zaten siz onu da
yapıyorsunuzdur). Gerçekçi olarak kitabımın ne kadar bastırılması gerektiğine
karar verdim (sürrealist veya deist bir yazar olamam de mi ille gerçekçi
olacam. Aga burada seni yiyorlar haberin yok, paran varsa 10bin basalım, yoksa
2binle idare et diyorlar hacı!).
Yukarıdaki sorulara cevabınız EVET ise kitabınızın basımını
çok kısa süre içerisinde tamamlayabiliriz (haa bu self servis değil miydi? Siz
mi yapcanız? Peki.) Ancak yukarıdaki sorularda tereddüt içerisindeyseniz veya
yardıma ihtiyacınız varsa müşteri temsilcilerimiz size yardımcı olacaklardır
(baskı dışındaki maliyetleri de kakalarız itinaylan diyor bebişim.)
Arada bir yerlerde kitabınızın çalınmasını engellemek için
ISBN yayın kodu almak gerektiği, ayrıca kitabınızı satacaksanız bir bandrol de
alınması gerektiği neyse ki söylenmiş. Şimdi tabii siz bu kadar şeyi ben mi
yapacağım heyhat diye ağlayadurun, tüm bu bilgilendirici kısmın sonu, kendi
kendimize yazıp kendi kendimize bastıracağımız ve kesinlikle kendi kendimize
satacağımız o kitabın kaça mal olacağı tablosunun olduğu linke bağlanıyor.
Bakın bu noktaya kadar olay, otuz sayfalık bir sunum dosyasının yirmi adet
baskısıyla, 250 sayfalık bir polisiye romanın onbin baskısı aynı şeymiş,
ikisine yapılacak işlemler aynıymış ve bir yazarın kendisinden başka kimseye
ihtiyacı yokmuş varsayımına dayanıyor.
Adı geçen süpersonik sitenin verdiği otomatik hesaplama
tablosuna göre, eğer kitabı siz yazar, kapağını bir zahmet amcaoğluna çizdirir,
tüm düzeltme ve editörlük işlerini de tamamlayıp internetten tanıtım, dağıtım
vb işlerine de bakarsanız, 2bin adet kitabı 5binTL’ye size teslim etmeye
hazırlar. Haa yok aga, ben kapak tasarımını bilmem, imlası falan tamam da edit
medit yapamam, internet tanıtımıyla uğraşamam bari bir sitesi olsun kitabın,
derseniz fiyat hoop 7bine kadar çıkıyor. Verdiniz bu parayı değil mi? Kitaplar
basıldı geldiii. Şimdi bunları satmak sizin işiniz. Tanıtımı yapılsa da
dağıtımı size kalıyor. Onu da biri yapsın derseniz, biraz daha para
bayılacaksınız. 250 sayfalı bir romanınız varsa tabii. Önce kasıp bir roman
yazıverin bir zahmet, ne olacak canım? Ben söyliim canım kardeşim, 550
sayfasını 2,5 ayda yazdım, sen 1 ayda cillop gibi bir roman döşenirsin merak
etme.
Sonra kızıyorsunuz, ama sen de Arzucum diyorsunuz, nasıl
kızmayayım? Daha bu konuda diyecek çok lafım var ama… Zaman dar. Ben istemez
miyim her sabah na bu kadar yazıyı (o sırada beş A4 sayfasını elimde sallamaktayımdır)
bloğa koyayım siz de nasiplenin? Ben istemez miyim a kitle? Ama yapacak çok
işim var. Örneğin, ilk romanım baskıya girerken ikincisinin kurgusuna ait zaman
çizelgesini düzenlemek, mekânları belirlemek, ana karakterleri yerlerine
oturtup yan karakterlerin nerelerde işe karışıp nerelerde öleceğine (ahan da
spoiler var!) karar vermem lazım. Ayrıyetten, yeni romanın konusuna ait bir
dolu okuma yapmam gerekiyor. Adli tıptaki gelişmeler, zihin manipülasyonu ve
bilgisayar programlama dilleri gibi bir dolu konuda teknik araştırma yapmam da
şart. Ohoo beybiler ne sandınız?
Ama ben bunun olmuşunu gördüm aga… İlk yazıldığından bugüne
belki 10 kişi tarafından düzeltmeden, kontrolden ve elemeden geçen, çok farklı
görüşlerin bir potada eritilmesiyle bir ruha ve kimliğe kavuşan, özünde elbette
“yazarının romanı” olan ilk romanım, 550 sayfalık tam teşekküllü formatından
230 sayfalı makul boyutuna gelip, tüm yukarıda adı geçen “yazım sonrası
işlemleri” de profesyonel bir ekipçe tamamlandıktan sonra, yine işini çok iyi
bilen ellerde dağıtım kanallarına ulaştırılıyor (az kaldı, merak etmeyin). Bir
romanın geçirdiği evrelerin ilki olan “yazarın yazmak eylemi öncesi yaptığı
hazırlıklar” ise tam 30 yıl sürdü… Yani…
Meramım şu; yazmak zaman alır, emek ister, düşünmek ve en önemlisi
de yaşamak (yaşanmışlık) gerektirir. Yaşamak dediysem, sabah kahvaltıdan sonra
biraz televizyon izleyip konu komşuyla veya mahalleliyle sohbetin ardından
yenen akşam yemeği sonrası uykuya dalarken “ay kııız bugün neler oldu, neler
neler yaşadım”dan bahsetmiyorum. Sallanan koltukta otururken “ay napçam ben
şimdik” diyerek ele alınan bir kalem-kâğıt ya da bir tabletle
çiziktirilebilecek bir eylem de değildir yazmak. Ha öyle yazı yok mu, var. Ama
o bir roman değil, bir inceleme, derleme ya da makale hiç değil.
Peki genç yeni yazarlarımızın arasında, örneğin, hiç mi
böyle pat diye parlayan, çok ciddi geçmiş deneyim ve birikimlerine sahip
olmadan yükselen yazar olmamıştır? Olmaz mı? Yahu hiç olur mu öyle şey? En
gencinden, deneyimsiz diyebileceğiniz yazar bile, okur olarak, araştırmacı
kişiliği ve merakıyla, okuldaki edebiyat derslerinde veya katıldığı
münazaralarda “sivrilecek şeyler” yapmıştır. Çok kitap okumuştur mesela,
yazdığı konuda çok şey “biriktirmiştir” zihin çıkınında. O ilk kitabını
yazarken de, bakmayın pek anlatmaz ama, çok kahır çekmiştir. Bunların hiçbiri
olmasa, edebiyat öğretmenlerince “yazı dilin, anlatımın çok güzel, yazmaya
devam et” diye teşvik edilmiştir hep. Üstelik, yazdığı andan itibaren de ek bir
sorumluluk yüklenir, daha çok okumak, daha çok araştırmak, şimdi artık bir
yazar olarak daha fazlasını yapmak zorundadır… Eee, bir yazar kolay yetişmiyi…
Ama yazmak, bugünlerde sıkça dile getirilip beyinciğimize
sokuşturulmaya çalışıldığı gibi, “herkesin yapabileceği bir iş değil.” Değil kardeşim,
zorlamayın!
Kapatırken yazar
nasıl biridir sorusuna birkaç örnek vereyim de içimiz açılsın:
Ünlü yazar Ernest Hemingway genelde sabah saatlerinde ve
günde ortalama 500 sözcük yazardı. Sabah saatlerini seçmesinin sebebi sıcak
bastığında çalışamamasıydı. 1934’te F. Scott Fitzgerald’a yazdığı mektupta
şöyle diyordu: “Yazdığım doksan sayfanın
hepsi çöpe atılacak kadar kötü olabilir ama doksan birinci sayfada bir şaheser
yaratabilirim.”
Ya da şöyle olabilir:
Truman Capote’nin yazmak için üç tane “olmazsa olmaz”ı
varmış: Sigara, kahve ve koltuk. Capote tam anlamıyla miskinlik hayranıymış.
Yatakta ya da koltukta uzanmış bir şekilde, kahvesi ve sigarasıyla birlikte
düşündüğü ya da bir elinde İspanyol şarabı, diğer elinde kalemiyle çalıştığı
biliniyormuş. O da kendisini şöyle tanımlıyormuş: “Tam bir yatay yazar.”
Peki şuna ne dersiniz?
Oğuz Atay, tedavi için bulunduğu Londra’da, 29 Ocak 1977
tarihli günlüğüne şöyle yazacaktır: “4 Ocak’ta St. Teresa’dan çıktım, 17
Ocak’ta ışın tedavisi başladı. Geçen hafta sonunda nezle, sonra öksürük… Gene
de soğuk kış günlerini ayakta geçirmeye çalışıyorum; hafta sonları dışında her
gün Surrey’e tedavi için gidiyorum. Bu aralar çok mektup geldi İstanbul’dan.
(…) Birçokları benim iyileştiğimi, ‘Eylembilim’e devam ettiğimi düşünüyor.
Herhalde hayat-ölüm-trajedi gibi karmaşık ilişkileri olan şeyler bekliyorlar.
Oysa çoğu anlarda her şey –acıklı da olsa- çok sade ve basit geçiyor. Mesela
ameliyat günü sabah önce zenci bir berber geldi, bütün saçlarımı tıraş etti.
(…) Şimdi dedim uyusam ve ameliyatta ölsem, hiçbir şey duymayacağım. Hepsi bu
kadar. Çok kötü hissetmedim.” 3 Ekim’deki günlükte ise şunları yazar: “İçim
karışık -düşüncelerle değil, bulanık. Yalnız, vaktim ve kafa gücüm olursa
‘Eylembilim’ ve ‘Geleceği Elinden Alınan Adam’ adlı hikâyelerimi bitirmek
istiyorum. İkisinin de ana hatlarını bu deftere yazmıştım, ama yazacak kuvveti
ve düşünme çabasını kendimde bulamıyorum. (…) Artık kafamın bulanıklaştığını ve
saçmaladığımı düşünsünler istemiyorum.”
Yazdığı eseri
bassınlar diye para veren uzman/yazar tanıyor musunuz? Evet mi? Doğrusu şu,
tanımamalısınız…