12
Eylül Darbesi hakkında söylenecek sözün kalmadığı noktada devreye giren bir
devlet sözü, Zincirbozan. Sanki darbe toplumdan ayrı, kapalı kapılar ardında
yaşanmış da şimdi birileri çıkıp büyük bir cesaret örneği göstererek bugüne
kadar gün yüzüne çıkmamış gizli gerçeklerden bahsedecekmiş gibi reklam edilen
ve pazarlanan filmin sahip olduğu hatalardan çok, burjuva egemen ideolojinin
ihtiyacı olan yeniden üretim fonksiyonunu yerine getirme yetisi ve filmin
içinde bu savı destekleyen noktalar üzerinde durmak istiyorum.
Ancak
önce iki temel noktanın; bu filmin bütününde vermeye çalıştığı mesajdan
bağımsız olarak yer alan etkili bir toplumsal mesajı barındırışının ve filmi
izleyen kitle ile izlemeden künyesine bakanların alması istenen genel geçer mesajının,
bugünkü egemen ideolojinin tam da vermek ve korumak istediği mesajlar oluşunun
altının çizilmesi gerekiyor. İlki filmde içten içe hissettirilen ABD korkusu,
ikincisi ise darbenin eni konu gerekliliği ve 1980 yılı 12 Eylül’üne gelindiğinde
ülkeyi harabeye çeviren sağ-sol kavgasının bu yolla bitirilip kötü bütün
düşüncelerin temize havale edildiğidir. Arada kaynayan bir grup insan olmuştur
(mesela simitçi amcanın o gün sokakta bulunmasından başka hiçbir siyasi veya
düşünsel suçu bulunmamakla birlikte, o da militanlarla birlikte yargılanmış,
idam kararı verilen insanlarla aynı koğuşta yatmıştır). Ancak, ülke aslında çok
daha büyük uçurumların kıyısından, ABD eliyle döndürülmüştür. NATO’ya girmesi
veto edilen Yunanistan ile aramızda dinmek bilmeyen kin ve nefreti, ABD,
ajanları vasıtasıyla ve TSK’yı zorlamak suretiyle dindirmiştir. NATO’ya iki
ülke de kardeş kardeş katılmalı ve büyük ağabey ABD’nin sözünden
çıkılmamalıdır.
Zincirbozan’ın
uykuya yatırılmış MHPsi
Filmde
altı çizilenlerin dışında, bir de üstü çizilip hiç değinilmeyenler var. 70li
yıllarda doruğa ulaşmış işçi sınıfı mücadelesinin varlığını, gerek sol gerek
sağ hareketin hemen 1980 öncesinde geldiği noktayı hiçe sayan senaryo, salt
komplo teorileri bağlamında oluşturulmuş. Senaryonun eleştirilmeden geçilmemesi
gereken ve bugüne kadar çeşitli basın organlarındaki sağduyulu yazar çizer
tarafından da gündeme getirilmiş noktası; sağda MHP’nin ve ülkücü
örgütlenmenin, solda ise devrimci örgütlenmelerin varlıklarının salt kişiler
bazında kaldığı ve hiçbir parti veya örgüt oluşumuna dayanmadığı, üstüne üstlük
bu sağ ve sol örgütlere bağlı oldukları “hissedilen-hissettirilen” militanların
da ABD tarafından güdümlenen birer maşa oldukları savının ortaya atılmasıdır. Filmde
nedense parti ve örgüt isimlerinin geçmemesine özellikle dikkat edilmiş ama sol
açısından ara sıra birkaç isme gönderme yapılmış. Sağda ise MHP sanki o dönemde
kurulmamış bir parti, esamesi bile okunmuyor. Bütün siyasi liderler ortalıkta
demeçler verirken Alparslan Türkeş’in adının dahî geçmemesinin hatadan çok daha
fazlası olduğu gün gibi açık.
Diziden bozma,
fragman tadında
Filmin
yönetmeni, “elimizde dizi olmak üzere hazırlanmış bir senaryo vardı, sonra bunu
filme dönüştürürken pekçok sahneyi kırpmak zorunda kaldık” benzeri bir açıklama
yaparak kendini aklamaya çalışıyor (Birgün gazetesi röportajından).
Senaristinin ise eski bir MHPli oluşu göz ardı edilirse belki bu numara
tutabilir. Nasıl ki sinema filmlerinin fragmanlarında, seçilmiş sahnelerin merak
hissi uyandıracak şekilde bir sıralaması gözetiliyorsa, burada da yönetmen,
ellerindeki uzun metrajlı dizi senaryosunun bir filmin fragmanı etkisi
yarattığını kabul ve iddia ediyor. Kaldı ki Zincirbozan’ın belgesel tadındaki
sahneleri arasındaki kopukluklara bakılırsa bu film, aslının fragmanı gibi
duruyor.
Bir
replikte “reis”in ülkü ocakları da kim
oluyor? Ben çok daha sağlam bir destekten bahsediyorum şeklindeki yorumu o
günkü deyişle bana milliyetçiler adam
öldürüyor dedirtemezsiniz anlayışının destekçisi olup dönemin sağa,
özellikle de ülkücülere mal edilen bütün cinayet ve saldırılarının aslında dış
mihraklara tâbi olduğunu iddia ediyor. Solcuların repliklerindeki basitlik,
örgüt içi hesaplaşmalara yapılan göndermeler, kadın militanların örgüt
liderlerine peşkeş çekilme imaları... Böylece bir yandan solun ve mücadelenin
altı boşaltılırken diğer yandan milliyetçiliğin o günkü yapısında parti ile sokaktaki
ülkücü gençlik ayrımı yapılarak bugünkü MHP de aklanmaya çalışılıyor.
Dönemin
solu ise ancak birkaç suikaste imza atan ve işleri bitince de hücre evlerinde
kurşuna dizilen “kandırılmış” militanlardan ibaret. Baskınlardan kaçan bir
miktar da darağacında son nefesini verirken, biz gençlerden, o dönemde atılan
yanlış adımlara bakarak bugün doğruyu bulmamız isteniyor. Arada bir noktayı
belirtmeden geçmeyeyim. İdam edilen sağcı militanın suçunun ne olduğu açık
değilken, Erdan Eren’in idamında emniyet görevlisini öldürdüğü iddiasının altı
çiziliyor. Erdal Eren’in 17 yaşında oluşu ve yaşının büyütülmesi ise çocuk
yaştaki oyuncunun ifadesi ile anlatılmış (senaristinin notu). Ayrıca, Erdal
Eren’in idam sehpasında boynu kırılsın diye, hücresinden çıkarılırken
paltosunun giydirildiği ayrıntısını “özellikle” veren senarist ve yönetmen, bu
şekilde “hah bak gördün mü bunu da söyledim” demiş ve günah çıkarmış oluyor.
Senaryonun
ne kadar bilinçli bir tercih olduğu, filmin her sahnesinden, kopuk geçişlerden,
sol ve sağ örgüt üyelerinin repliklerinde yer alan sığlıktan hemen anlaşılıyor.
Hiçbir eylem görüntüsünün kullanılmaması ve suikastlerin sürekli kim oldukları
açıklanmayan gizemli adamlarca bir kişiden bir başka kişiye aktarılarak
iletilmesi ve sonuçta hep ABDli bir odağa ulaşılması filmin bir diğer mesajıyla
birlikte bütün ideolojik arkaplanı temizleyen işlev görüyor. Birkaç idam sahnesinin
ve sol örgüt evlerinin basılması olaylarının eklenmesi gibi solun başına
gelenlerin örneklenmesi, filmin vermek istediği mesajın üstünü örtemiyor. Dolayısıyla
12 Eylül’de yaşananların gerçekliğinden uzaklaşırken dikkatimizi tamamen başka
bir yöne, bugün güncelliğini koruyan başka bir gerçekliğe çekiyor.
Korkuyu beslerken
Zincirbozan
filmini eleştirirken tümden karşıma almamın nedeni, bugün güncelliğini koruyan
çok daha büyük bir tehlikeye, toplumun akıl tutulmasına neden olan ABD
korkusuna işaret ediyor olması. Film bu korkuyu açığa çıkarmıyor, gizliden
besliyor.
Sovyetler
Birliği’nin dağılışından sonra “korkacak” bir odak bulamayan, kendini yeni tek
kutuplu düzende konumlayamama sıkıntısı içindeki burjuvazi kendi adına “süper”
bir yol bulmuştu. Emperyalizmin gösterdiği yolda ilerlemek ve “uluslararası
terör”den korkmak, bir yandan kitleleri yönlendirmek için, diğer yandan
kapitalizmin uluslararası entegrasyonuna eklemlenmek adına daha kolay bir geçiş
süreci olacaktı. İşte bu nedenle, biraz da mecburiyetinden, burjuvazi için
neoliberal akıl tutulmasını destekleyen her türden üretim “para ediyordu”.
Sanat da bu açıdan üretimin paraya dönüştürülebilme sürecinde hem aydın kesimi
kıskaca alan hem de toplumları daha hızlı dönüştüren bir alan olarak dikkati
çekmeye başladı. Sanat eliyle toplumsal mesajlar daha kolay yayılıyordu.
ABD “ol” deyince
Emperyalizmin
gemi azıya aldığı ve toplumsal çürümenin had safhaya ulaştığı bir dönemde 12
Eylül’e dair söz söyleyen filmlerin pıtırcık gibi çoğalmasının, biraz da
başlangıçta bahsettiğim yeniden üretim sürecinde işe yarayan aletler olarak,
tesadüfî olmadığı görülmektedir. “Babam ve Oğlum” bu anlamda 12 Eylül’e dair
söz söylemiş ama sözü başka türlü söylemiş filmlerden biridir. Ellerinde böyle
örnekler varken “karşı tarafın” da söyleyecek sözü Zincirbozan’da olduğu gibi,
“inanın ki ABD yüzünden” şeklinde cereyan edecektir. Dış mihraklar bizim
üzerimizde çeşitli oyunlar oynamaktadır ve bunun için gerekirse ülkedeki hazır
örgütlenmeleri istedikleri gibi kullanabilirler. Zaten 12 Eylül öncesinde
Türkiye’de bir ideolojik örgütlenme; sağ ya da sol birikim olsa bile ABD
öylesine güçlüdür ki bu ideoloji odaklarını kendi istediği şekilde organize
edebilir.
Diğer
bir deyişle, 12 Eylül darbesinde, hemen öncesinde ve sonrasında ülke içinde
yaşanan çatışmaların tamamı, aslında ABD’nin ulaşmaya çalıştığı hedefe göre
ülkenin programlanması sonucu olmuştur. Öyle ki ABD Türkiye’de darbe
yaptırabilmekte, başbakanı veya sendika başkanını öldürtebilmekte ise daha
kimbilir neler yapabilir. ABD’nin her tarakta bezi, dünyanın her tarafında gözü
kulağı vardır. O zaman ABD’den öyle öcü gibi değilse de bir şekilde korkulmalı,
bir o kadar da bağlı kalınmalıdır. Bu korkunun, kurbanın katilinden korktuğu
gibi olması ancak Stockholm sendromundaki gibi bir çaresiz bir sevgi bağının da
kurulması gerekmektedir.
Söz sırası bizim
Yukarıda
bahsettiğim nedenlerle ikibinyedi mayısının sonlarına doğru devletin ve devlet
eliyle sanatın veya medyanın, 12 Eylül’e dair söylediği söz, “iyi ki varsın
ABD” ile “inanın ABD yüzünden oldu” arasında gidip gelmektedir. ABD “ol”
deyince oluveren 12 Eylül 1980 darbesinden otuz yıl sonra, ABD “öl” derse ne
yapacağımız ise sol mücadelenin temel konularından biri olup “öldürmeyen ABD
öldürmez”den çok daha farklı bir söyleme, bir direnişe, ayağa kalkışa işaret
etmektedir. Üzerimize salınan ABD korkusunun karşılığı, 1 Mayıs 1977
katliamının ardından yaşanan 1 Mayıs 2007 devlet terörü ile anlaşılmıştır. Asıl
onlar korkmaktadır. Güçlenen, örgütlenen ve asıl sözü sona saklayan sınıftan
ödleri kopmaktadır. Sınıf ise burnunun ucuna sokularak koklatılan ABD korkusunu
elinin tersiyle itmeli, korkmadığını haykırmalıdır. Söz sırası bizimdir ve
susmaya niyetimiz yoktur.