12 Temmuz 2007 Perşembe

huzur bozan zincirbozan (film eleştirisi)

12 Eylül Darbesi hakkında söylenecek sözün kalmadığı noktada devreye giren bir devlet sözü, Zincirbozan. Sanki darbe toplumdan ayrı, kapalı kapılar ardında yaşanmış da şimdi birileri çıkıp büyük bir cesaret örneği göstererek bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış gizli gerçeklerden bahsedecekmiş gibi reklam edilen ve pazarlanan filmin sahip olduğu hatalardan çok, burjuva egemen ideolojinin ihtiyacı olan yeniden üretim fonksiyonunu yerine getirme yetisi ve filmin içinde bu savı destekleyen noktalar üzerinde durmak istiyorum.

Ancak önce iki temel noktanın; bu filmin bütününde vermeye çalıştığı mesajdan bağımsız olarak yer alan etkili bir toplumsal mesajı barındırışının ve filmi izleyen kitle ile izlemeden künyesine bakanların alması istenen genel geçer mesajının, bugünkü egemen ideolojinin tam da vermek ve korumak istediği mesajlar oluşunun altının çizilmesi gerekiyor. İlki filmde içten içe hissettirilen ABD korkusu, ikincisi ise darbenin eni konu gerekliliği ve 1980 yılı 12 Eylül’üne gelindiğinde ülkeyi harabeye çeviren sağ-sol kavgasının bu yolla bitirilip kötü bütün düşüncelerin temize havale edildiğidir. Arada kaynayan bir grup insan olmuştur (mesela simitçi amcanın o gün sokakta bulunmasından başka hiçbir siyasi veya düşünsel suçu bulunmamakla birlikte, o da militanlarla birlikte yargılanmış, idam kararı verilen insanlarla aynı koğuşta yatmıştır). Ancak, ülke aslında çok daha büyük uçurumların kıyısından, ABD eliyle döndürülmüştür. NATO’ya girmesi veto edilen Yunanistan ile aramızda dinmek bilmeyen kin ve nefreti, ABD, ajanları vasıtasıyla ve TSK’yı zorlamak suretiyle dindirmiştir. NATO’ya iki ülke de kardeş kardeş katılmalı ve büyük ağabey ABD’nin sözünden çıkılmamalıdır.

Zincirbozan’ın uykuya yatırılmış MHPsi
Filmde altı çizilenlerin dışında, bir de üstü çizilip hiç değinilmeyenler var. 70li yıllarda doruğa ulaşmış işçi sınıfı mücadelesinin varlığını, gerek sol gerek sağ hareketin hemen 1980 öncesinde geldiği noktayı hiçe sayan senaryo, salt komplo teorileri bağlamında oluşturulmuş. Senaryonun eleştirilmeden geçilmemesi gereken ve bugüne kadar çeşitli basın organlarındaki sağduyulu yazar çizer tarafından da gündeme getirilmiş noktası; sağda MHP’nin ve ülkücü örgütlenmenin, solda ise devrimci örgütlenmelerin varlıklarının salt kişiler bazında kaldığı ve hiçbir parti veya örgüt oluşumuna dayanmadığı, üstüne üstlük bu sağ ve sol örgütlere bağlı oldukları “hissedilen-hissettirilen” militanların da ABD tarafından güdümlenen birer maşa oldukları savının ortaya atılmasıdır. Filmde nedense parti ve örgüt isimlerinin geçmemesine özellikle dikkat edilmiş ama sol açısından ara sıra birkaç isme gönderme yapılmış. Sağda ise MHP sanki o dönemde kurulmamış bir parti, esamesi bile okunmuyor. Bütün siyasi liderler ortalıkta demeçler verirken Alparslan Türkeş’in adının dahî geçmemesinin hatadan çok daha fazlası olduğu gün gibi açık.

Diziden bozma, fragman tadında
Filmin yönetmeni, “elimizde dizi olmak üzere hazırlanmış bir senaryo vardı, sonra bunu filme dönüştürürken pekçok sahneyi kırpmak zorunda kaldık” benzeri bir açıklama yaparak kendini aklamaya çalışıyor (Birgün gazetesi röportajından). Senaristinin ise eski bir MHPli oluşu göz ardı edilirse belki bu numara tutabilir. Nasıl ki sinema filmlerinin fragmanlarında, seçilmiş sahnelerin merak hissi uyandıracak şekilde bir sıralaması gözetiliyorsa, burada da yönetmen, ellerindeki uzun metrajlı dizi senaryosunun bir filmin fragmanı etkisi yarattığını kabul ve iddia ediyor. Kaldı ki Zincirbozan’ın belgesel tadındaki sahneleri arasındaki kopukluklara bakılırsa bu film, aslının fragmanı gibi duruyor.

Bir replikte “reis”in ülkü ocakları da kim oluyor? Ben çok daha sağlam bir destekten bahsediyorum şeklindeki yorumu o günkü deyişle bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz anlayışının destekçisi olup dönemin sağa, özellikle de ülkücülere mal edilen bütün cinayet ve saldırılarının aslında dış mihraklara tâbi olduğunu iddia ediyor. Solcuların repliklerindeki basitlik, örgüt içi hesaplaşmalara yapılan göndermeler, kadın militanların örgüt liderlerine peşkeş çekilme imaları... Böylece bir yandan solun ve mücadelenin altı boşaltılırken diğer yandan milliyetçiliğin o günkü yapısında parti ile sokaktaki ülkücü gençlik ayrımı yapılarak bugünkü MHP de aklanmaya çalışılıyor.

Dönemin solu ise ancak birkaç suikaste imza atan ve işleri bitince de hücre evlerinde kurşuna dizilen “kandırılmış” militanlardan ibaret. Baskınlardan kaçan bir miktar da darağacında son nefesini verirken, biz gençlerden, o dönemde atılan yanlış adımlara bakarak bugün doğruyu bulmamız isteniyor. Arada bir noktayı belirtmeden geçmeyeyim. İdam edilen sağcı militanın suçunun ne olduğu açık değilken, Erdan Eren’in idamında emniyet görevlisini öldürdüğü iddiasının altı çiziliyor. Erdal Eren’in 17 yaşında oluşu ve yaşının büyütülmesi ise çocuk yaştaki oyuncunun ifadesi ile anlatılmış (senaristinin notu). Ayrıca, Erdal Eren’in idam sehpasında boynu kırılsın diye, hücresinden çıkarılırken paltosunun giydirildiği ayrıntısını “özellikle” veren senarist ve yönetmen, bu şekilde “hah bak gördün mü bunu da söyledim” demiş ve günah çıkarmış oluyor.

Senaryonun ne kadar bilinçli bir tercih olduğu, filmin her sahnesinden, kopuk geçişlerden, sol ve sağ örgüt üyelerinin repliklerinde yer alan sığlıktan hemen anlaşılıyor. Hiçbir eylem görüntüsünün kullanılmaması ve suikastlerin sürekli kim oldukları açıklanmayan gizemli adamlarca bir kişiden bir başka kişiye aktarılarak iletilmesi ve sonuçta hep ABDli bir odağa ulaşılması filmin bir diğer mesajıyla birlikte bütün ideolojik arkaplanı temizleyen işlev görüyor. Birkaç idam sahnesinin ve sol örgüt evlerinin basılması olaylarının eklenmesi gibi solun başına gelenlerin örneklenmesi, filmin vermek istediği mesajın üstünü örtemiyor. Dolayısıyla 12 Eylül’de yaşananların gerçekliğinden uzaklaşırken dikkatimizi tamamen başka bir yöne, bugün güncelliğini koruyan başka bir gerçekliğe çekiyor.

Korkuyu beslerken
Zincirbozan filmini eleştirirken tümden karşıma almamın nedeni, bugün güncelliğini koruyan çok daha büyük bir tehlikeye, toplumun akıl tutulmasına neden olan ABD korkusuna işaret ediyor olması. Film bu korkuyu açığa çıkarmıyor, gizliden besliyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra “korkacak” bir odak bulamayan, kendini yeni tek kutuplu düzende konumlayamama sıkıntısı içindeki burjuvazi kendi adına “süper” bir yol bulmuştu. Emperyalizmin gösterdiği yolda ilerlemek ve “uluslararası terör”den korkmak, bir yandan kitleleri yönlendirmek için, diğer yandan kapitalizmin uluslararası entegrasyonuna eklemlenmek adına daha kolay bir geçiş süreci olacaktı. İşte bu nedenle, biraz da mecburiyetinden, burjuvazi için neoliberal akıl tutulmasını destekleyen her türden üretim “para ediyordu”. Sanat da bu açıdan üretimin paraya dönüştürülebilme sürecinde hem aydın kesimi kıskaca alan hem de toplumları daha hızlı dönüştüren bir alan olarak dikkati çekmeye başladı. Sanat eliyle toplumsal mesajlar daha kolay yayılıyordu.

ABD “ol” deyince
Emperyalizmin gemi azıya aldığı ve toplumsal çürümenin had safhaya ulaştığı bir dönemde 12 Eylül’e dair söz söyleyen filmlerin pıtırcık gibi çoğalmasının, biraz da başlangıçta bahsettiğim yeniden üretim sürecinde işe yarayan aletler olarak, tesadüfî olmadığı görülmektedir. “Babam ve Oğlum” bu anlamda 12 Eylül’e dair söz söylemiş ama sözü başka türlü söylemiş filmlerden biridir. Ellerinde böyle örnekler varken “karşı tarafın” da söyleyecek sözü Zincirbozan’da olduğu gibi, “inanın ki ABD yüzünden” şeklinde cereyan edecektir. Dış mihraklar bizim üzerimizde çeşitli oyunlar oynamaktadır ve bunun için gerekirse ülkedeki hazır örgütlenmeleri istedikleri gibi kullanabilirler. Zaten 12 Eylül öncesinde Türkiye’de bir ideolojik örgütlenme; sağ ya da sol birikim olsa bile ABD öylesine güçlüdür ki bu ideoloji odaklarını kendi istediği şekilde organize edebilir.

Diğer bir deyişle, 12 Eylül darbesinde, hemen öncesinde ve sonrasında ülke içinde yaşanan çatışmaların tamamı, aslında ABD’nin ulaşmaya çalıştığı hedefe göre ülkenin programlanması sonucu olmuştur. Öyle ki ABD Türkiye’de darbe yaptırabilmekte, başbakanı veya sendika başkanını öldürtebilmekte ise daha kimbilir neler yapabilir. ABD’nin her tarakta bezi, dünyanın her tarafında gözü kulağı vardır. O zaman ABD’den öyle öcü gibi değilse de bir şekilde korkulmalı, bir o kadar da bağlı kalınmalıdır. Bu korkunun, kurbanın katilinden korktuğu gibi olması ancak Stockholm sendromundaki gibi bir çaresiz bir sevgi bağının da kurulması gerekmektedir.

Söz sırası bizim

Yukarıda bahsettiğim nedenlerle ikibinyedi mayısının sonlarına doğru devletin ve devlet eliyle sanatın veya medyanın, 12 Eylül’e dair söylediği söz, “iyi ki varsın ABD” ile “inanın ABD yüzünden oldu” arasında gidip gelmektedir. ABD “ol” deyince oluveren 12 Eylül 1980 darbesinden otuz yıl sonra, ABD “öl” derse ne yapacağımız ise sol mücadelenin temel konularından biri olup “öldürmeyen ABD öldürmez”den çok daha farklı bir söyleme, bir direnişe, ayağa kalkışa işaret etmektedir. Üzerimize salınan ABD korkusunun karşılığı, 1 Mayıs 1977 katliamının ardından yaşanan 1 Mayıs 2007 devlet terörü ile anlaşılmıştır. Asıl onlar korkmaktadır. Güçlenen, örgütlenen ve asıl sözü sona saklayan sınıftan ödleri kopmaktadır. Sınıf ise burnunun ucuna sokularak koklatılan ABD korkusunu elinin tersiyle itmeli, korkmadığını haykırmalıdır. Söz sırası bizimdir ve susmaya niyetimiz yoktur. 

18 Haziran 2007 Pazartesi

bir okurun devrim muhasebesi (kitap eleştirisi)

Çünkü, sirenlerin söylediği bir şarkı için mücadeleyi bırakmak, korkaklık edip kaçmak (evet korkaklık dedim yanlış duymadınız) kendimi, ruhumu, hayallerimi herşeyi şeytana satmak olacaktır.
(Francisco Sanctis’in Uzun Gecesi’nden)


Okuduğum romanlara politik-eleştirel bir bakışla yaklaşmak benim işim değil, dedi bu yazıyı yazan 3.tekir şahıs. Ancak, okuduğunu anlamak kadar anlatabilmekti marifet. Paylaşmadıkça ne anlamı olacaktı? İyi de, dikdörtgen gözlüklerinin üzerinden bakarak ve sıcak, sade ve kopkoyu kahvesinden aldığı yudumun eşliğinde mi ahkamı kesilmeliydi bu romanların? Yok daha neler. Şimdi bu da nereden çıktı dedirten, eleştirmenlere eleştirel bu bakışın, gerçekte eleştirmenin kendisiyle bir alakası yoktur. Olsa olsa eleştirmenle okuru birbirinden ayıran ve onu okur ile yazarın ortasındaki tek bacaklı sandalyeye hapseden anlayışın suçu ve payı vardır bu serzenişte. Halbuki ben okurum. Cümle içinde zamir veya yer belirtgeci (Türk Dil Kurumu beni affetmeyecek!) gibi yer değiştiren, fiilen geniş zamanlara hapsedilmiş haliyle okur. Ara sıra da yazar, yazmış ya da yazacak olan bir eylemlilik hali benimkisi. Neyse, yazar olmak değil okur olmak bu sayfada bu satırları okumanızı sağlayan tarafım. Eleştirmenin en güzel tarafı, konuşmaya veya yazmaya başladıkça “utanma, sıkılma, kırmaktan ve gelecek tepkilerden korkma” halet-i ruhiyesinin yok olması. Bir kez ipler elime geçmişse beni kim susturabilir ki!

Ya dışındasın ya içinde; yoksa Francisco Sanctis olacaksın!

Okur ve yazar arasında sıkışıp kalmaktan ve okur-yazar olmaktan sıkılanlar için ya okur ya da yazar olmak, Francisco Sanctis gibi hayatında ya devrimci ya da evine bağlı sadık koca olmak arasında sıkışıp kalmak gibi bir şey. Çünkü salt okur ya da yazar olmaya çalışmak, sonunda hiçbir şey olamayan Sanctis’in aslında “bir şey” olduğunu ispatlamaya çalışırken verdiği mücadele gibi sonuçsuz, dahası acı bir sonla noktalabilir.

Kahramanımız Francisco Sanctis, aklına güvendiği için ipleri eline bıraktığı güzel karısı ve çocuklarıyla, bir yanda kendisine bahşedilmiş mütevazi işinin verdiği durağanlık, diğer yanda kontrolünün dışında gelişmekte olan dünya düzeninin ortasında, bir zamanlar uğruna mücadele verdiği devrimci günlerinden oldukça uzakta yaşamaktadır. Ta ki bir akşam üstü gelen telefonla hayatı bütünüyle değişene kadar. Eski devrimci günlerindeki gibi gizem dolu bir buluşmanın ardından, iki adresi ezberlemek ve sonra da bu insanların hayatını kurtarmak göreviyle yola çıkmak zorundadır. Bütün gece süren mücadelesinde Sanctis, bir yandan kendi geçmişini, devrimi, mücadele ateşini ve birden bire çıkagelen bu görevi düşünerek ilerler. Sonunda adreslere ulaşır. Kitabın sonunda biz de en az Sanctis kadar yorgun düşmüşüzdür. Onun kadar çabuk kanmamışız, ipuçlarını ondan daha iyi değerlendirmişiz fakat sonunda bizde Sanctis’le aynı sona mahkum olmuşuzdur.

Okuduğu kitabın sınırları dışına çıkarak bakanlar, Francisco Sanctis’in Uzun Gecesi romanındaki olayların bir kaçan-kovalanan ilişkisinden daha derinlerde olduğunu fark edeceklerdir. Sanctis’in uzun gecesi sırasında, geçmişine yönelik geri dönüşlü anlatımlarda devrim mücadelesinden yorgun düşen, daha doğrusu hayatın sıradan adımlarını takip ederek devrimi kendiliğinden olacak ya da başkaları tarafından yapılıp takip edilmesi gereken bir reçete gibi görmeye başlayan Sanctis’in yıllar itibariyle karışan aklına da şahit olmaktayız.

Devrim komşuda pişer, bize de düşer mi?
Seçimlerini yapıp bireysel radikalizmine takma isimler bulabilmişler için her yol devrim! Peki ama ne zaman yapılır bu devrim? Bir sabah uyanınca olunuyor mu devrimci? Şöyle en ateşlisinden, bayrağı eline alıp çıkılınca sokağa, oluyor mu? Ya da ne bileyim, araya yıllar ve yollar girse değişir mi bir devrimcinin insanlığa ve geleceğe bakış açısı?

Bir devrimcinin en büyük günahı ataletidir. Ya da bir devrimcinin başına gelebilecek en büyük hastalık. “Önce kendimizden başlamalı”, “yaş kemale erdi biraz da gençler uğraşsın” tavrı giderek kendini, “herkes kendi kapısının önünü süpürse” devrim oluverecekmiş umuduna bırakıverir. Gençlik yıllarının en ateşlisinden olmasa da harareti devrimcisi Francisco Sanctis aslında yazarın kendisi midir sorusu en başından defedilmelidir. Yazının merkezine ne romanın kurgusu ve akışını, ne de kahramanın gerçekten kim olduğu sorusunu almak istemiyorum. Zaten kahramanın gerçek kimliği de romanın bir yerinde ifşa edilmektedir. Ben burada böylesi bir devrimci anlayışın gençlikten orta yaşa doğru evrilen sakinleşme sürecini masaya yatırabilirim.

Devrim inancı ve isteğinden vazgeçmenin binbir türlü bahanesi vardır. Zaman değişir, politikalar değişir, insanlar da. Zaten küreselleşme almış başını gitmiştir. Büyük Sam Amca yaşlandıkça dikelmiş ve kaslarını şişirerek ağzından alevler çıkartmak suretiyle üstümüze salınmıştır. Kim durdurabilir? Üstelik bizim süpermenimiz değil, kitleselliği yeren, bireysel güce önem veren gazı alınmış gazmanlarımız vardır. Yaşımız otuzlara tırmanırken ve sonrasında ufaktan vazgeçilir bu sevdadan, hani başımıza da bir şey gelmesindir. Artık evde bekleyenlerimiz vardır. Hem sonra giderek demokratikleştiği iddia edilen dünyamızda, binlerce kilometre uzakta, daha adını bile telafuz edemediğimiz beş Kübalı adam için imza vermek de ne demektir. Dünyayı olsa olsa güzellik kurtaracaktır, imzalar değil. (İçsel güzellik efendim kesinlikle abartmıyorum, birgün beni de alırlarsa yarışmaya, dünya barışı diye bağırmazsam Arzu değilim!)

Hay bin kunduz adına! Beterin beterinden çıkarılacak dersi, taşın altında kanayan ele sormalı. Dedim ya binbir türlü bahanesi var devrimden soğumanın, üşümenin ve hatta tabanları yağlayıp kaçmanın. Son dönemde vizyonlarımıza girmiş 12 Eylül veya 27 Mayıs dönemi dizi ve filmlerinden akıllarımızda kalan da tahammülü zor işkence sahneleri değil midir? Hangimiz Deniz Gezmiş’in savunmasında yaptığı konuşmayı merak ediyoruz mesela? Ama yeşil parkalı resminden masaüstü deseni yapanlarımız da olacaktır, olmuştur. Bazıları kapısının önünü böyle süpürüyor.

Klasik müzik dinlerken devrim yapılabilir mi? Devrim, düşünerek mi olur düşüncelerden mi çıkar? Klasik müzik dinlerken değil ama dinledikçe devrim yapılabilir kanımca. Hatta bence devrim Maria Callas haykırırken yapılsın. Konumuza dönelim, bir çırpıda okuyamayacaklar için okusaydı acaba neleri kaçırmamış olacaktı’nın cevabı olarak;

Sanctis’in devrim muhasebesi
Ya dışındasın ya içinde, çaresi yok kardeşim, her akşam böyle içip kederlenip Francisco Sanctis olacaksın. Çaptan düşeceksin, çemberden çıkacaksın.

Peki bu mudur? Bir okur bir kitabı okuyunca sayfaları arasında bunu bulmalıdır denilecek mesaj bu mudur? Hayır, olmasın da zaten. Bu kitabın verip verebileceği en önemli mesaj, geç kalmadan hayat muhasebesini yapmak ve iplerini elde tutmak gerekliliğidir. Anlayan için. Komşularımın plak dinlemeye bize geleceği ve elimdeki torbalarla sokakta nasıl göründüğümü düşüneceğim bir bir akşam üstü benim için hiç yaşanmamış bir akşamüstüdür. Bu anlamıyla, Francisco Sanctis, Elena’dan talimat aldığı saatlerdense, aynı gecenin sabaha karşısında o kapıyı çaldığında daha çok “yaşamıştır” benim için. Ancak, yaşamak için bazen geç kalınır. Aynı, devrim mücadelesinde “bazı kriterler sağlansın, bazı dinamikler harekete geçsin bak hemen yapıveririz devrimi” anlayışında olduğu gibi. Gençler örgütlenip sokağa çıktığında, orta yaş bunalımının kıyısında gezinenlerin tamamının yapmak isteyeceği gibi Francisco Sanctis de bir işaret bekleyip durmuştur yıllarca. Hatta bir keresinde arkadaşının oğlunun yüzünde aramıştır o devrimci ateşi, ancak genç tarafından muhtemelen ajan sınıfına sokulmuştur ve kaçılmıştır kendisinden. Devrim sana gelmezse sen devrime koş sözünü unutmuştur Sanctis.

Devrimciliğin ortasından dışsal bir bakış
Bir kitabın karakteri olarak kitabı okumak çok zahmetli bir iş. Kendinizi "briyantin nasıl kokar ki? sorusuyla başbaşa banyonun ortasında bulabilirsiniz ki çoğu zaman da okuyucu, banyosunda briyantin bulunduran tiplerden değildir. Hay aksi! Sıkı bir devrimcinin okurken, “böyle olunmamalı işte” diyeceği romanda, Sanctis’in kişisel dönüşümü ve iç hesaplaşmasının yanı sıra, devrimden uzaklaştıran toplumsal bütünün analizi de yapılıyor. Gençlik yıllarından kalan mücadele ateşini yıllar sonra nasıl alevlendireceğini kestiremeyen Sanctis’in hatası, bence, nesnel durum analizinden uzakta kalıp, güncel gelişmeleri ideolojik ardplanla birlikte değerlendirememek oluyor.

Okur aforizmaları
Ajan-komplo-cinayet-gizem harmanı, Agatha Christie tadında, Sherlock Holmes inceliğinde yazılmış, hoş, evet bir gecede okunabilir kitabımız Sanctis'in bitmek bilmeyesi gecesinin sonunda gizli bir gerçeği suratına çarpıyor. Yazarı bir sosyalist. Ya da bilmiyorum, “Bir kalem bir pergel bir de çikolata alacağım” çocuksuluğunda, solda duran herkesin sosyalist olmasını istiyorum ben.

İki satırda yazılmış, kırk katıra razı gelinmiş bir hayatın, iki satır arasına sıkışmış adreslerle başlayan ölümcül temposu. Devrimden devşirilmiş devrik düşünceler arasında tek gecede devrilen bir hayat.

Kitap, seni beğendim. Bitip tükenmiş bir devrik hayatın son çırpınışındaki çaresizliği, hesap kitap muhasebesizliğini değil de bir yola çıkış öyküsünü okumuş olmayı tercih edecekler için son söz; Hep kazananların değil, bazen de kaybedenlerin öykülerinde gizli olabilir kazanmak için gereken içsel bütünlüğün nasıl dengede tutulacağı gerçeği. İşte bizim ihtiyacımız olan biraz bu aslında. Ayağa kalkmamız için, kronikleşmiş liberal hıçkırığımızın geçmesi için, biraz da kaybedince bir kez, neleri kaybedeceğimiz konusunda ödümüzün koparılması için kesekağıdından daha iyi bir şeyler gerek.

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...