3 Haziran 2019 Pazartesi

Hayaller Paris, Hayatlar Öyle mi? | Yerli Dizilere Göre Biz

Her şey, altı bölüm polisiye dizisi izledikten sonra kendime “neden yabancı izleyince kendimde bir şeyleri değiştirmem gerektiği hissine kapılmıyorum da iki bölüm yerli dizi izleyince aynadaki aksimi beğenmez hale gelebiliyorum” sorusunu sormamla başladı. Yerli dizilere göre burası Avrupa, hayaller Paris, hayatlar da öyle. Sokaklar tertemiz, trafik açık, yüzler gülüyor. Taksi dediğin elini kaldırınca hemen duruyor ve kesinlikle “ne tarafa” diye sormuyor, tepesi atan için zengin-yoksul herkesin portföyünde garantili bir inziva mekanı mevcut. Kadınlar hep bakımlı; sabah yataktan ışıltılı yüz ve nefis kokan bir ağızla uyanıyorlar. Elinden hiçbir iş gelmez saf ev kızı olarak kodlanan karakter bir anda reklam kampanyası yönetiyor, kitap yazıyor, moda tasarımcısı oluyor.
İşe geç kalmak, metrobüs kabusu yaşamak, aşırı yağmurda telef olmak, güzel ve fakir başrol kızımızın yakışıklı ve zengin başrol oğlanımızla holding girişinde çarpışmasından önce ihtiyaç duyulan o “hayattan bezmişliği” yansıtmak için küçük bir detay. Aynı gerginliği, çıkmadan önce kapıda bulduğu kallavi doğalgaz ve elektrik faturası ile banka hesabındaki kocaman delikle de yaşayabilir. Neden illa otobüslerde telef ediyorsunuz kızcağızı, anlamıyorum. Ama şu kesin; kızcağızımızın oğlancağızla tanışmadan önce hep dibe vurması veyahut sinir küpü olması gerekiyor. Son zamanlarda senaryo yazanlarımızın “çatışma” ve “çelişki” kavramlarından anladığı bu.
Kadınlarımız hep ihtiyaç sahibi. Eğer kendi kendine yetecekse yıkılmadım ayaktayım diyecek ve kuru ekmeğe talim etse de o başı eğmeyecek. Masum ve mağrur değilse zaten dizinin vampirellası olmaya mahkum, onu asla eşofmanla göremeyeceğiz, hep birinci sınıf, hep gece elbisesiyle ofis turları… Esas kızın en yakın arkadaşı olacaksa hep bir bela hep bir eziklikle birlikte gelecek. Bunlar bundle. Ayrılamıyorlar.
İster yerli ister yabancı, dizilerdeki hayatlar ne kadar gerçek hayattan alınsa da hayal ürünü. İzlediğimiz tüm diziler, “bu hikâye gerçektir”, “gerçek hayattan alınmıştır”, “bu dizideki olaylar ve kişiler gerçektir” ibareleri olsun ya da olmasın, bir senaryoya, yani bir iddianın varsayımlarla süslü anlatımına, dayanır. Kısaca, dizi senaryoları istediği kadar “uçabilir” diyebiliriz. Uçmaktan ne anladığımız ise tam bir muamma!

Dizilerde Gerçekçilik

Dizi dünyasından bakınca bazı kısıtlar mevcut, kabul. Örneğin karaktere öyle istediğin mesleği/işi, yaşam alanını hop diye yazamıyorsun. Çünkü gerçekçi olmak zorundasın. Doktorsa mesela, devlet hastanesinde çalışırsa nöbet tutacak, geçim derdi olacak, hasta yakınından şiddet görecek. Öyle suya sabuna dokunmadan, istediği saatte işe gidip gelen ve sadece reçete yazacağı hastaları olan bir doktor ancak özel hastanede, o da eğer hastane sahibine bir şekilde yakınsa (hatta hastane kendininse) mümkün.
Ama…
Mesela Paris kadar güzel bir kentin, Champs Elysee kadar güzel ortamında, bir yalı dairesi ya da rezidans katında, güzel kadınla yakışıklı erkeğin imrenilesi aşk hikâyesini, araya karışan bir dizi Tuncel Kurtiz felsefesiyle, kurşunlar ve uçan tekmeler eşliğinde sunabilirler bize. Sekiz sezon boyunca sürebilir bu hikâye. Arabesk filminin sonundaki gibi bir dizi felaketten geçebilirler. Yeter ki güzel kadın hep yoksul, güçsüz, saf ve yakışıklı erkek de yurtdışından yeni dönmüş ya da yurtdışı görmüş holding sahibi olmasın.
Veyahut da iki yüzyıl sonra yaşayacak dünya insanlarının, yapay zeka yüzünden olası bir yokoluşu engellemek için zamanda geriye gelerek bugüne ayar çekme girişimini izleyebiliriz. Zamanda geri gelebilmenin yaratacağı paradoksu sorgulamaktan dizinin ana temasını, mesajını ve en önemlisi bu işin eğlencesini kaçırabiliriz. Kendimizi kaptırabilirz belki. Kısacası iki örnek de iyi anlatılırsa çok başarılı, iyi işlenirse inandırıcı olabilir. İki örnek de doğru kurgulanmazsa gülünçlük abidesi olarak tarihe geçebilir. Üstelik bu iki durum arasındaki çizgi sanıldığı kadar kalın değildir.

Yamalı Bohça

Sahneler birbirine eklenince ekrandan bakışlarımızı çekemediğiniz kâh heyecanlı kâh romantik anlar sunan bu diziler, parçalar halinde incelendiğinde birbirinden saçma hikâyelerin ve detayların bir araya getirildiği, birbirinden kopuk iddiaların birbirini kovaladığı yamalı bohça gibidir. Her dizi böyledir denemez. Böyle çok dizi olduğu söylenebilir. Yine de biz, bu yamalı bohçanın bir atlas yorgan olduğuna inanmayı seçeriz. Öyle olmasa bunca diziyi izleyen bunca milyon insan olmazdık. Mesela, Hakan Muhafız’ın ikinci sezonunu inadına izleyişimin arkasında, böyle bir atlas yorgan bulma hayali yatar. Yorganı bulamayabilirim ama arayışa saygım var.
Daha doğrusu, böyle olmasa, sadece diziler değil sinema da olmazdı. Fantastik ve bilimkurgu, vampirler ve gelecek yüzyılları anlatan fütüristik diziler de olmazdı. Dizi işi hayal işidir; bir hayali gerçekmiş gibi allayıp pullayıp satma, bizi olmayana olabilecekmiş gibi inandırma sanatı. Şahsiyet‘te yaşı 70lere dayanmış ve Alzheimer pençesindeki bir adamın, onca trajikomik detayın içinde seri katil olabilme ihtimaline inanabilmemiz bu yüzdendir. Hayal ürünü ve gerçeküstücü bir anlatımı gerçeklikle bezeyerek hayata geçirebilme gücü. Buradan hareketle, gerçekçi olma iddiasını dizinin anlattığı hikâye ve onun kurgulanma biçimiyle değil, bunu gerçekmiş gibi anlatabilme gücü açısından eleştirmek lazım. Anneannem bu durumu “hiç başrol ölür mü? hem salçadır o, kan olsa duramazsın” sözleriyle açıklardı.

Mümkünse az mı görüşelim?

Buraya kadar her şey normal. Bana anormal gelen, dizilerin yarattığı sanal yaşamların gerçeğe dönüşü, senaryoların çoğunlukla pazarlama aracı olarak kullanılması ve gerçek hayatta olmayan/olamayacak detayların normalmiş gibi sunulması. Belki de bana anormal gelen, dizileri (özellikle yerli dizileri) neden bu kadar ciddiye aldığımız, bilemiyorum. Sonuçta ben de şu anda oturmuş yerli dizi eleştirisi yazıyorum. Üstelik daha izlenecek onyüzbinmilyon yabancı dizi bölümüm varken.
Bu yazıyı yazma nedenim yaygın bakış açısına eleştiri getirmek; dizilerde bize dayatılan bir yaşamdan bahsediliyor. Diziler bize şunu salık veriyor, böyle yaşayın diyor, kadını şöyle yansıtıyor, şu mesajları veriyor ve benzeri birçok eleştiri var. Böyle deyince, söylemde suç karşı tarafa yükleniyor. Nedir bu suçlar? Diziler bize neyi nasıl yaşayacağımızı dayatıyor. Doğru. Sonra? Biz de o dayatmayı izlememeyi seçme gücüne sahip değiliz. Dolayısıyla kendi içinde yuvarlanarak giden mutlu mesut hayatlarımız, bu yönlendirme ve dayatmadan kötü etkileniyor. Nasıl bir sonuç çıkar buradan? Kimilerinin aptal kutusu diyerek güya dışarıdan ve üsten bir bakış açısıyla izleyenine b.k attığı o kutu, size gerçekten dayatılmış mıdır? Ortadirek (kaldıysa) ve yoksul ailelerin neredeyse tek eğlencesi sayılan televizyon, gerçekten de karşı koyamayacağınız bir dayatma mıdır? Önceki sıralı ifade (italik), hayatınızı edilgen yaşadığınızın ispatıdır. Size sunulanı olduğu gibi aldığınızı, akıl süzgecinden geçirmediğinizi, kendinizi hayatınızın iplerini elinizde tutacak kadar güçlü görmediğinizi söyler. Öyle misiniz? Hiç sanmıyorum.

Sizden İlham Aldık

Oysa dizilerin iddiası tam tersi. Zaten nasıl yaşıyorsak öyle yansıtıyorlar. Yani diziler diyor ki “işte bu, sizin hayatınız.” Popüler bir deyişle “sizden ilham aldık.” Karşı taraf açısından bu söylem de suçu karşı tarafa atmaktadır. Yani izlediğiniz her şey bizden ötürü. Böyle diziler varsa, siz hayatı böyle yaşadığınızdan var. Öyle mi? Sabahları müstakbel sevgili adayı/eş onu hep ışıl ışıl görsün diye daha erken kalkıp yüzüne highlighter ve allık, dudağına nemlendirici sürüp geri yatmak kurnazlığı nereden geliyor? Sahi, biz gerçekten böyle miydik de dizilere konu olduk? Yoksa dizileri izleye izleye onlara mı benzedik? Ben asıl bu meseleyi yumurta-tavuk çıkmazına sürükleyen ve ilk taşı atanın peşindeyim ama du’bakalım…
Aslında, yerli dizilerle bir alıp veremediğim yoktu. Uzun yıllardır yabancısı kadar yerlisini de izlerdim, izlerim hâlâ. Ama gittikçe yerli dizi ekseninden kopuyorum. 2000’li yıllar ve sonrasında bir sezonda izleyecek 10 dizi bulabiliyorken, şimdi iki veya üç diziyle yetiniyorum, bunlardan da birini sürekli izlerken diğerlerini tekrarlardan özet geçmece şeklinde bitiriyorum. Geri kalanını ise daha ilk bölümden terk ediyorum. Gönülsüz ve meraksız biçimde izliyorum. Üstelik, zaman geçtikçe (belki yaştan, belki baştandır) kitleler arasında fenomen olan dizilerle severek izlediğim dizilerin kesişim kümesine giren dizi sayısı bir veya ikiyi geçmiyor.
Senaryolar da heves kırıcı oluyor. Her yeni dizi iddiasıyla ve gümbür gümbür geliyor, birçoğu geldiği gibi gidiyor. Kadrosu veya konusuyla (tutsun veya tutmasın) bunu kesin izlerim dediğim, heves ettiğim dizilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Devran kötü, ekonomi berbat ve sektör zaten çok yaralı, bunun da etkisi var elbette. Ama asıl, gerçekçilik faktörünün iyiden iyiye zayıflaması ve dizilerin eskisinden daha çok, hatta dörtnala, kapitalizmin liberal döngüsüne hizmet etmek için yarışıyor olmasından kaynaklı, bir izleyici olarak mutsuzum.

Yazı sonu sürprizi

Senarist arkadaşlara henüz yazılmamış birkaç konuyu verip şu bayram öncesi günlerde sevaba gireyim. Yazın üstüne düşülürse yeni sezonda reytingler garanti… Biz de temcit pilavı gibi sürekli aynı konunun pişirilmesinden kurtulmuş olmaz mıyız?
Zengin kız-fakir oğlan ikilemi (Varolmayan Şövalye): Dikkatinizi çekerim, oğlan fakir olacak. Başrol için Özcan Deniz ikna edilebilirse -hazır İstanbullu Gelin de final yaptı- efsane olur. Zira kendisini hiç bir araba tamircisinde çalışan, kıt kanaat geçindirdiği ailesiyle mütevazı bir hayat yaşayan yiğidoğlan rolünde göremedik, hep patron hep CEO. Reytinglerde ilk üç garanti.
Şehre göçen en az üç çocuklu (onun da en az biri para hırsıyla yanıp tutuşan) muhafazakar müştemilat ailesi ile evin eşrafı arasında geçecek Aşk-ı Memnu çakması çelişkiler yumağı. Aşk-ı Memnu’nun onyüzmilyonuncu tekrarı bu hafta başlıyormuş, yoksa kesin reyting starı olurdu bu senaryo.
Son olarak eksikliğini tüm kadınların duyduğuna emin olduğum, pozitif ayrımcı bir konu var: Tüm iç ve dış minnaklar sayesinde başına gelmedik kalmayan, uçan kuştan grip kapan, kocasının zulmünden kaçarak yakışıklı ve mağrur kurtarıcısıyla birkaç sezon kaçma-kovalamacalı arkadaş görünümlü aşk macerası yaşayan “önce anne” kadın. Reytingleri sollamak bir yana, başrolün ev işleriyle ilgili en az üç markadan reklam teklifi garanti!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...