12 Temmuz 2015 Pazar

bir nirvanaya erme modeli olarak call centerla mücadele (ısrar ederim, iyi dans ederim)

Başlığa bakıp da call center mücadelesi hakkında kan, gözyaşı ve emek dolu bir yazı bekleyenlerin hayal kırıklığına uğrayacağı, ancak yıllardır firmaların tüketim çılgınlığı sayesinde arttırdıkları kârlarına kâr katmak için her yolu deneyerek eze eze bitiremediği, canını yidiğim yirmibirinci yüzyıl türkiyesinin benim gibi mağdurları için zafer nidalarıyla dolacak uzun ve neşe dolu bir yazıda daha beraberiz (oha cümleye bak!)

Tamam kısadan hisse verelim. Diyelim bir telefon hattı aldınız, diyelim ADSL bağlattınız vayvayvayırlıs hem de! Ya da belki kablolu TV sistemi, efendime söyliim teknolojinin nimetlerinden faydalanabileceğiniz bişeler bişeler aldınız. Bakınız, cümlenin içinden duble yol gibi geçiyor tüketim. Önce tüketiyorsunuz yani. Ya da bütün bunlar olmadı da siz gittiniz en elzem ihtiyacınızı en hesaplı şekilde bir yerlerden bulup buluşturup aldınız. Farketmez. Aldınız. Tükettiniz yani. (Dur be kardeşim, daha dün aldım ne zaman tükenmiş olabilir ki) Sonra? Vay sen misin tüketen. Kelimenin adlı adınca, sanki siz bir hizmeti ya da ürünü, aldığınız gün böyle sanki Borsa lokantasında tabağa önce krakerlerle temel atıp sonra kısır, amerikan salata sonra sırasıyla bütün kaplardan doldurduklarınızla gökdelen dikmişsiniz de, 200gram salata fiyatına 4 kilo salatayı götürmüşsünüz, dibine kadar sömürmüşsünüz gibi, dayanıveriyorlar kapınıza. Yok yok daha da kötü. Siz daha hizmeti aldığınızı beyan eden kelimeleri ağzınızdan döker dökmez, çörekleniyorlar tepenize. Yıllarını beyaz yakasından çekiştirile çekiştirile perperişan geçirmiş eski-ben gibiler için sisteme tam kölelik anlaşması anlamına geliyor bu.

Hatırlayın, şöyle on yıl önce, başımıza gelen en büyük olay, misal adı DolandırCell olsun, bir gsm operatörü firmasının önceki ayın faturasına zaten yansımış son beş altı görüşmeyi, bu ayın faturasına yansıtıp sizi düdüklemesi idi. 3 lira beş lira ama onyüzbinmilyon aboneden trilyar ediyordu. Evet duyduğum enbi boktan kazık böyle birşeydi. Hemen örgütleniyorduk, aman diyorduk, dökümlere iyi bakın! Vayanasını ne kadar para obçim para! Hatta Tarımdan sorumlu banka emekli maaşlarını öderken hesaptaki misal 20TL’nin altındaki tutarı ödemiyordu, böylece herkesin hesabında beş on para kalıyordu bir üç ay daha. (Siz bilmezsiniz vadesizde kalan paradan ne paralar kazanır bu bankalar.)

Şimdiki dolandırıcılıklar? Döküm almak parayla misal. Bankaların kredi kartı bedeli olarak yıllık aldıkları paralara itiraz edebilmeniz ve geri alabilmeniz için tarihsel döküm almanız (yani o paraların tahsil edildiğini yazılı olarak kanıtlamanız) ve bunun için de para ödemeniz gerekiyor. Ya da... Geçmiş bütün yılların ekstrelerini atmamış olup hepsini teeek tek bulup... E hani artık basılı ekstre olmayacaktı da ağaçları kesilmekten kurtaracaktık? Tepenize İ.Melih Gökçek’in angaranın göbeeene diktiği t-rex düşsün emi!
Uzun lafın kısası, hepinizin hayatında en az bir kez, en kısası onbeş dakikadan az olmamak kaydıyla, bir müşteri hizmetleri hattıyla yaşanmış travmatik bir görüşme olmuştur. Olmuş olmuş, yoksa şimdi gözler çipil çipil ekrana kilitlenmiş halde “ahan da aynı ben!” bakışıyla bu yazıyı okuyor olmazdınız.

Bu yazımda sizlere, yaşanmış öykülerden kazanılmış zaferlerle bir geçit resmi yaşatacağım. Sona geldiğinizde, her seferinde eliniz telefona gidip sonra vazgeçtiğiniz bu call centerla mücadele meselesinin sizin için de destansı bir hikayeye dönüşebileceğini göreceksiniz. Bayrakları açın kardeşlerim, konfetiler benim için... (bayılırım böyle konfetiler başımdan dökülürken, Oscar alıyormuşum edasıyla etrafıma hııııh bakışı atıp kırmızı halı üstünde yürümeye. Son yıllarda sıkça gördüğüm bir rüyadır).

Yıllar önce, bir firmada eğitim departmanında çalışırken, çok büyük bir vakıf eğitim sonrası aylar geçtiği halde ödeme yapmadığından patronumuz bana, “sen muhasebeci gibi arayıp konudan habersiz olarak faturanın ödemesini sorabilir misin bakalım ne diyecekler, vakıf başkanı beni oyalıyor” demişti. Ahizeyi kaldırdım, sekreterliğe vakıf başkanının adını verdim, eğitimle ilgili aradığımı söyledim, doğrudan bağladılar, ben de kibar kibar dedim ki “sizin gibi ülkece bilinen bir vakfın, düdük kadar bir faturayı ödeyemiyor olmasını bu piyasanın kaldırabileceğini sanmıyorum” böyle birşey dedim. Yani dedim ki ya o parayı hemen ödeyin, ya da ödeme aczinde misiniz psikolojik olarak aciz misiniz nesiniz herkes öğrensin. Ama bunu o kadar Suzan Avcı ya da Lale Belkıs gibi söylemişim ki ertesi sabah ödeme geldi. Patronum, sonraki tüm bekleyen ödemeler için beni görevlendirdi. Eğitime özel şoförlü BMW ile gelen ama ödemesini 3 ay geciktirmeyi başaran süslü abladan “ay bebeğim sen de çok alemsin”ler arasında tahsilat yapmışlığım var.

Demek ki ben, beyaz beyaz yakalarımla çalışırken, emrinde olduğum kurumun tahsilatları konusunda böyle canavar kesilebiliyordum. Ama iş kendime gelince... Aslında her şey yıllar önce Adana’ya uçak bileti almak için DumurAir acentesinin kapısından girdiğimde başladı. Dışarıdaki tabelada (örnek olarak veriyorum) 69TL yazan bilet fiyatı, içeride tam ödeme sırasında 89 liraya ulaştı. Ben de itiraz ettim... Etmez olaydın (dedi DumurAir yetkilileri eminim). Adana’ya gittim geldim, sonra sanırım bir ay boyunca her gün DumurAir’i aradım. Mücadelemin sonunda para iadesi alamadım. Çünkü o yıllarda DumurAir’de çalışan bir tanıdığım, durumdan kendisi de rahatsız olmuş ki “ya gel şunu halledelim, yapma böyle” gibisinden tersine bir arkadaş hatırı kullanmak istedi, ben de hem onu hem DumurAir’i sildim (aradan 13 yıl geçti, bir daha DumurAir ile uçmadım.) İş arkadaşlarım bu konuşmalara şahit oluyorlar ve bundan belki de bıkıyorlardı. Kim 20TL için bu kadar uğraşırdı ki? Aman yaaa uf bi’bitmemiş gitmemiştim. Ama göremedikleri bir şey vardı. Haklıydım. Çok zoruma gitti bu hakkını yerde bırakabilme lüksüne sığınan arkadaşlarımın rahatlığı. Oysa onların o şirkette o kadar güzel bir ortamda çalışıyor olmaları (öyle diyorlardı) benim şirkete karşı verdiğim hak arama mücadelelerinin bir sonucuydu. Hepsi kazanılmış haklardı, ben gidince eriyip gittiler. Arkadaşlarım bunu fark etti mi bilmem. Ama ben akıllandım.

Nasıl bir hırs yapmışsam demek! O gün bugündür hiçbir yerde hakkımı bırakmam. Minibüse bindiğimde 5 kuruşun hesabını sorarım. Yanlış okumadın, 5 kuruş. Bildiğin hani şu en minnak madeni para. Sorarım çünkü bütün hak yeme hikayeleri (trilyonluk olanlar dahil) burada başlar. 5 kuruşta. Sen bir kez hakkın yenmesine izin verdiğinde. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı demeyi biliyorlar, biliyorsunuz, duyuyorsunuz her yerlerde. Söz konusu bir tüysüz yetimse orada dur bakalım, ben de yetimim lan!

Tam 15 ay boyunca aynı yolu gittim, sabah akşam. Aylardır 1,65TL olan kısa mesafe ücreti için verdiğimiz paradan arada sırada 1,75 alıyorlardı. Aynı diyaloglar, her sabah, her akşam. “ya 1,75 oldu ücretler!” diye çıkışıyorlar ama ben ısrarla laf sayınca vazgeçip parayı veriyorlar, artık öğrendim. Para üstü gelmiyor mu? Net ol. İste. Önce zam geldi diyecek, birkaç hafta içinde cümleler “siz kaç para verdiniz ki orası zaten o kadar değil miydi”ye dönecek. Bir ay sabredersen şoför sen binince (artık aynı minibüsler aynı yolcular, tanıdın de mi?) hemen hazırlayacak para üstünü. Üstüne “üçkuruş paranın hesabını mı yapıyorsun cık cık cık” diyen papucumun kenarı yolcular var, inanamazsın. Cık cık eden olursa “teyzeee ben o üçotuz parayla sekizatmış kere gidip geliyorum bu yolu biliyon muuuu” gibisinden bir lafı savuruyorum bir bakmışsın teyze erör vermiş. Bir keresinde “para üstü vardı” dedim, “ne kadar” dedi şoför. “5 kuruş” dedim. Güldü genç bir adam. Şoför de güldü ve parayı gönderdi. Sonra biri parasını gönderirken yere düştü, yolcu panik oldu, yerden almaya çalışacak, nefes alınmıyor minibüste. “Şu abi versin eksiği, zengin o” dedim ben. Dedim. Adam mor mor baktı bana. Yoksa minibüsün iç ışıklarından mı artık bilemem, geçmiş gün öyle kalmış zihnimde. Geri kalan yolcu takımı gülüyordu ama. Gece gece eğlenmedik mi dürüst olun!

Sadece minibüs değil. miiiitiiinet, zuferonline, kikiturk, turkmelekon, bankaların bazıları. Bunlar bana kazık atmış, haksız yere çeşitli ücretler alıp sadece kendilerini inandırabilecekleri saçma bahanelerle meselenin üstüne yatmış firmalar. Hepsini ifşa ediyorum. Hepsiyle travmatik düzeyde mücadele edip takıntılı bir mücadelenin sonunda her birinden 290, 600, 300, 275, 67 ve benzeri Türk Liraları karşılığı bedelleri GERİ ALDIM. Evet, bayıla bayıla ödediler. Peki, nedir onlara havlu attıran? Yani çok düşündüm bunu. Acaba diyorum, bu call centerlarda ben artık yirminciye aradığımda, koltuğundan hışımla kalkıp “eeeğğh yine mi bu kadın! Verin istediğini de sussun yahu!” diye kriz geçiren bir yönetici mi var? (istatistik olarak arkadaşlarımdan en az 3’ü böyle düşünüyor) Ya da acaba call centerlar arasında bilinen bir googledocs ya da cloud hesabında belalı müşteri listesi paylaşımda da oradan beni bulan veya yeni teknolojiyle ekranında adım çıktığında blink blink diye ışıklar yanıp sönen, viyuvv viyuvv diye alarmlar çalan call center çalışanı “kaçılınnn Arzu geliiiiee” diyor da hemen çözüme mi gidiyorlar? (istatistik olarak arkadaşlarım arasındaki anlamlı bir yüzde kesin böyle düşünüyordur) O diil de komşulara çokayıp oldu...

Benim bu mücadeleme şahit olan İzmir-İstanbul hattı üzerinde birkaç arkadaşım var, dediklerine göre “benim call center görüşmelerim hayatlarının en eğlenceli takiplerinden biriymiş.” Bir başka İzmirli dostum da şirket hatlarındaki hataları bir türlü düzeltemeyen gsm operatörü call center çalışanına telefonda söylediklerimi dinleyip “hayatımda böyle kibar bir cana okuma görmemiştim” demişti. İşte istatistik olarak anlamlı yüzdeler buralarda gizleniyor. Kulaklarınız çınlasın, bunlar ne ki! Yetimim ben hatırladın mı? Hakkımı yerde bırakmam. Çünkü ben hakkımı yedirirsem bütün haklar yenir.

Pasif agresif tipolojiden progresif hedonizme geçiş
Önceleri, haftalar sürüyordu bu call centerla mücadele etme meselesi ve psikolojik olarak yorucuydu (şaka değil, Ttnet 290TL’lik haksız bedel iadesini 13 ay sonra yaptı. Ama yaptı). Bir arkadaşım, altıncı aydan sonra “bu adamlardan şikayetçi olan çok insan var, aylardır uğraşıyorsun kendine zarar veriyorsun, boşver” demişti. Bir başkası da “sen hayata negatif bakıyorsundur o yüzden bunlar hep seni buluyordur” yorumuyla, homeopatiye verdiğim bol kahkahalı tepkinin ardından ikinciliği alır. Sen nerdesin ben nerdeyim? Bakış açısı sen nelere kadirsin...

Şimdilerde palazlandım. Yeni yöntemlerim var. Yeni sloganlarım, yepisyeni dillerim. Ay bi’beş dilli, ay çokbi’havalı atarlarım var. Hiiiç sinirlenmiyorum artık. Böyle pamuk gibi, önce planımı yapıyorum, mahallenin Belkıs ablası gibi bir bir aklıma diziyorum sözlerimi... Bileziklerimi sıvıyorum şöyle dirseğime, bir girişiyorum kısıra... Bunu bunu da söylemezsem kız günümde kekim sönsün, böreğimin dibi tutsun valla! Sonra açıyorum telefonu... Hşşşt sen bana bak bi.

En son, hattıma tanımlanmış kampanya bittikten sonra, bedavadan 300 dakika tahsisine devam etmişler (ama hattı kullanmadığımdan bu bedavaların bir saniyesine bile elimi sürmemişim) ve aradan on ay geçince “ahan da biz nettik” deyip o dakikaların karşılığı bedeli bana yansıtmışlar, ne bir email ne bir haber... Bababababa! Lan ibişler! Demedim tabii. Gayet şuh Catherine sesimle “kullanılmayan bir hatta, onayımdan geçmemiş dakikalar tanımlamanız ve bunu kampanya bittiği halde ısrarla yapmanız sizin salaklığınız, lütfen bunu hemen düzeltin” dedim. Aynen bunu dedim. O kadar. Sanırım googledocs’taki belalı müşteri listesi yine çalıştı ki bir hafta sonra özür dolu bir email ile bedelin iadesinin yapıldığını bildirdiler.

Uzun uzun yazabilirim daha. Sanmayın ki bitti. Sanmayın ki artık kazık yemiyorum. Ne maceralar geçiriyorum bir bilseniz... Ama en önemlisi, artık o kadar hazırlıklı, hazırcevap, nüktedan ve rahat biri oldum ki herhangi bir kurumdan/şirketten hizmet/ürün kazığı yersem hiiiç sinirlenmeden hemen bendeki ürün/hizmet paketini açıyorum. Bakıyoruuuuz evet, sizin için uygun klinik metot bu. Hemen uygulamaya geçiyorum. Elbette klinik çalışmalarda kimi zaman eğitim zaiyatı mı diyolla onlardan oluyor. Ağzımdan çıkan benim kulağıma geliyorsa da karşı tarafın sağır olduğu durumlar yaşanmıyor değil. O zaman da, artık nasılsa bir kez mücadeleyi kazandım yine kazanabilirim güveniyle, işi dalgaya vuruyorum. Bu noktaya gelmek için şaka değil en az on yıllık bir tecrübeden geçtim. Hizmet gibi görünen bir dolu kazığı ortaya çıkardım, haksız alınan bir dolu ücreti geri aldım. En önemlisi de ne olursa olsun haksızlığın karşısında sessiz kalmadım. Belki herkese yetişemedim ama kendime de haksızlık ettirmedim.


Şimdi elini böğrüne koy kardeşim. Bugüne kadar yediğin kazıkları düşün. Sonra haksızlıkları. Şimdi bunları topla, alt alta yaz. En eskilere müdahale edemeyebilirsin ama güncel olanlarına hemen. Hemen! Haksızlığa dur de. Aç telefonu, git tüketici mahkemesine, ısrar et, dans et. Peşini bırakma. Çünkü sen göz yumarsan haksızlık hak olacak. Eskiden de böyleydi bugün de böyle dedikleri şey, haksızlıkların olağanlaşması ve güçlünün (ya da zorbanın) hep kazanması değil. Unutma kahraman olmak için ille de büyük olmak gerekmez. Sen şimdi bu gazla ayna karşısında son cümlemi tekrarlarken, ben de aşı karşıtlığı ve vazgeçme özgürlüğü üzerine yazacağım yazılarım için transa geçeyim (şaka şaka majör depresyon konulu 164 sayfalık bir akademik çalışma okuyorum, formum bozulmadan sen en iyisi mi buraları terket. Hadi bakıyim selametle!)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...