27 Mart 2015 Cuma

Zekasıyla rezil olan insanlar ülkesi (yaldızı dökülen kapitalizm)

Peşin söyleyeyim. Okulunu yarım kafayla okumuş, meslek ve iş arasındaki farklı bilmediği gibi, sabah işe gidip akşam eve gelmeyi çalışmak sayan, diplomayı alınca oldum ben diyen herkes benim için değersiz. “Aaa Aşkı Memnunun kitabı çıkmış kııız”daki kadar değersiz. Böyle derken, hem mesleki/iş becerilerini ve uzmanlığını kastediyorum hem de “bir yaşam biçimi olarak insan olmak”tan bahsediyorum. Ama yanlış anlamaları önlemek için ilk örnekten önce yine peşin söyleyeyim; bunda bireylerden çok sistemin suçu var. Ama yine de salt sistem suçlu diyerek olayı soyutlaştırmak faydasız hatta tehlikeli. Duydunuz bir Japon mühendis intihar etti, yaptığı köprünün halatı koptu diye. Sonra kopuşa neden olan işin Türk işi olduğu söylendi, falan filan. Öte yandan bir metrobüs aynen böyle alevde ızgara et gibi cızırdayarak yandı. Ben bu yazıya başladığımda soğumamıştır belki de daha enkazı. Sonra Germanwings uçağı garip bir nedenle çakılıverdi dağlara. Akşam eve dönerken aklıma geldi...

Yıllar önce, İstanbul’da zamanının en büyük inşaat şirketlerinden birinin yaptığı, sosyete, sanat ve iş dünyasının birçok isminin “kaç paraysa verelim yeter ki şunnarnan komşu olalım” derdine düşüp milyon dolarları saydığı, her tarafı elektronik ve süpersonik döşenmiş bir sitenin lojistik ekibi içinde yer almıştım. Sitenin inşaatı bitip de ilk sakinler yerleştikten sonra yaşadığımız bir olay geldi aklıma. Aslında bunu sıkça hatırlarım ve örneklerimde kullanırım. Anlatırken hafiften keyif aldığım da doğrudur.

Bize ilk başta projeyi tanıttı mimarlar. Şöyle ultra böyle mega şöyle vega böyle atraksiyon... Mesela, binalardaki havalandırma/ çöp hizmetleri ve diğer her şey tamamen güvenlik sistemine bağlı ve elektrikle çalışıyor. Elektrikle derken, elektronik hepsi! Diğer herşeyin içinde misal, su sensörleri var, hareket sensörleri var, hem de her yerde! Ana girişin orada garajın altına konmuş devasa iki tane kule var. Bunlar da jeneratör. Hem de yedekli! Bir tanesiyle, isterse toptan kesilsin elektrik peeh, en az bir hafta tüm site yaşayabilirmişmiş o derece! Aman yareppi nasıl kıvanıyorlar, göneniyorlar!

Örneğin, dedi mimar, banyoda su taşarsa anında güvenlik merkezine sinyal gidiyor. Amaç ne? Hani biri küvette diyelim bayıldı kaldı, etrafı su bastı vs, ya da musluk açık kaldı, bozuldu ve evde de kimse yok veya farkında değiller. Yani biz böyle düşünüyoruz. İn keys of imörcınsi! Ne mi oldu? Birkaç hafta sonra binalardan birine doğru koşuşturan güvenlik ekibini gördüm, su alarmı dedi bir tanesi. Aha! Dedim. Ekşın var. Ancak durum şu; evde temizlik yapan ablamız paspas kovasını doldurmak için duş kolunu kullanmış ve açıp kapatırken sensör civarına biraz su gelmiş. Güvenlik kapıya dayanınca da korkusundan bir süre açmamış (polis geldi sandı zaar!) Sonunda daire sakinlerine usturuplu bir yolla küvet ve musluk etrafına fazla su sıçratmamaları (!) gerektiğini anlatmaya çalıştılar. Sensör nerde? Musluğun dibinde! Nasıl yani diyen dillerinize kurban! Bir ara, yaptıklarını sıvamak için bir mimarın “biz o küvetleri temizlikçiler su alsın diye koymadık bık bık bık” dediğini hatırlıyorum. Kııız meğerse bu bir başlangıçtı, dinle bak...

Mimar anlatıyordu ya, burada herşey elektrikle çalışıyor diye. Evler tek bir termostatla ısınır/soğur. Çöp, tek düğmeyle öğütülür ve otomatik aynı yerde toplanır. Ana kapılardan ve garajdan katlar arası geçişler, herşey elektrikli sistemlere bağlı. Daireler birbiriyle intercom görüşebiliyor, ana girişte seni bekleyen misafiri uzaktan izleyerek istersen “nöpetçilerrr atın şunu dışarıııı” diyebiliyorsun. (Kapılarda vicuvvv vicuvvv kartlar falan böyle sanırsın federal büro of investigasyon binasına girdin.)

Tabii buna kanalizasyon da dahil, dedi. Mimarlara bakıyorum, proje çizimlerine bakıyorum, evet burası süpersonikli harika bir site. Ancak bu işte bir terslik var. Fazla teknoloji göz çıkarır mı? Bkz: Germanwings uçağının düşüşüne ilişkin bir iddiada uzman diyor ki “uçaklar artık tamamen elektronik ve otomatik sistemle yönetiliyor. Pilotlar da sadece izliyor aslında, pek de bilgili değiller. Bu yüzden...” Gerisini siz düşünün.

Şimdi bu noktada, olayımızdaki “site sakini” kavramına değinmem lazım. Bizler, (o günlerin beyaz yakalıları) ne kadar uğraşsak bunların yamağı bile olamıyoruz. Hepimizi toplasan bir tanesinin tırnağı etmiyor. Yeminle! Misal, eve yerleşirlerken başıyla sonunu aynı anda göremediğimiz uzunlukta yabancı tırlar, delicesine eşyalar getiriyor, birkaç saat sonra (ya da ertesi gün) “aaay sıkıldım bunlardan, değiştir içmimarcım” diyen bir sarışın teyze sayesinde, görsen sekizinci Lui dönemi olduğuna yemin edebileceğin bir vazo, sadrazam koltuğu gibi bir berjer ya da metrelerce ipek perdeler kapının önüne konuyor. Soruyoruz noolcak bunlar diye. Çöp diyorlar. Çöp! Patates salatası ve bebek beziyle aynı torbaya koyup atılan cinsten çöp! Garaj girişlerinde her “daire sakininin” bir salon büyüklüğünde deposu var ve senin-benim depomda kömür ya da eski yaylı yatak (en fazla bi’pisiklet) dururken bunlarınkinde antika eserler, aslan bacaklı masalar, Paşa dedelerden tablolar daha ne diyeyim, bir servet yatıyor! Yeni sarayına sığdıramadığı ya da artık gözünün görmek istemediği, yenilerine yer açmak için kaldırdığı ne kadar mühim eser varsa orada! Mimar yeni teslim edilecek bir dairenin son kontrolünü yaparken bana “projedeki duvar boyasını beğenmedikleri için dairenin tamamında bıdıbıdı ülkesinden hedehödö isimli desinatörün çizimi olan bu zottirik markalı duvar kağıtlarıyla yeni dizaaayn yaptık. İç mimarları öyle istedi 20-30bin dolar civarında bir ek ücret ödediler sırf bu kağıtlara, tikatli olun” dediğinde bir süre hmm hmm diyerek duvara bakıp, bunun “tutkala yatırılmış, kıl fırçalarla helmelendirilmiş bambu ipler üzerine eskitme görünümlü duvar kağıdı kaktırma” olduğunu anladığımda bir süre kendime gelememiştim.

Bu ortam/ekipman ve benzeri durumlar dışında bir de sakinlerin kendileri var. Girişleri ayrı çıkışları ayrı hengame. Önceleri, Fransız madamlar, İngiliz şirketlerin CEOları falan. Ortalıkta asaletten geçilmezken, haftasına Prenses Diana yürüyüşüyle gelen Seda Sayan mı ararsın, Robert De Niro gibi klark çeken Mahsun Kırmızıgül mü, adını bilmediğimiz ama som altından kiloyla bahseden şeyh evladı mı. Nejat Uygur bir sahnede “asalet geliyor, süpüre süpüre geliyor” der, hiç unutmam o anı. İşte tam bu oluyor. Gerçekler ve hepsi aynı sitedeler... Yannız uyandırayım, yıl 90ların başı ve Mahsun henüz beyaz kaşkollu alem buysa kral benim tribinden kurtulamamış. Seda ise Hülya’dan özenerek “zengin burcuvalar arasına karışırsan mutasyon yoluyla onlara benzersin” lafına yazık kız hakkaten inanmış (ama sarı saça siyah dip boyasından vazgeçememiş yavrum). Bir before-after klasiği olarak Hülya ne kadar tez konusu olursa, Seda ve şürekası da bir psikiyatr tezinde o derece patolojik araştırma konusu olur.

İşte bu ahval ve şerait içinde çocuğum, biz bir grup beyaz ve mavi yakalı insan, içinde bulunduğumuz uzay gemisine uyum sağlamaya çalışıyoruz. Derken o gün geldi...

Sabah rutin tura çıkmışız, asayiş berkemal, jeneratörün yanından geçerken birkaç adam gördük. Noluyor demeye kalmadı, jeneratör firması Almanya’dan mühendis mi getirmiş ne getirmiş, bakım yapılacağımış. Babababababa! Bakım. Peki bakım olurken noluyor? Jeneratör kapatılıyor. Tamam ok, diğeri var nasılsa, yedek. Yok, dedi mimar. Diğeri arızalı. Arkadaşlar bakım bitince ona da bakacaklar. Nasıl yani dememe kalmadı, hafiften titredim. Bana bazen gelirler böyle. Ensemden ılık ılık hissettim. Lan dedim, bu işte bir bokluk var... Kesin bir şey olacak... Yerimize döndük ekiple. Garajın ikinci katında ofisimiz. Bir-iki saat geçti geçmedi. Elektrikler kesildi. Bir sessizlik oldu. Jeneratör sesi veya geri gelen elektrik yok. Aha! Ekşın var! Dur, sakin.

Biraz sonra bütün site çalışanları, bina girişlerine ve garaja doğru koşturdu. Bizi de çağırdılar. Efendim dediler, Houston we have a fuckin’deadly serious problem (Sıçtık Hüstın bez getir diyor!) Bir çığlık, bağırtı koptu sonra. Aha! Bu sefer harbi ekşın var! Noluyo laaan diye fırladık. Bir de ne görelim! O mihrace edasıyla hergün lüküs arabalarından inen, evlerinde ikişer hizmetçi ikişer de bakıcıyla yaşayan, tırnakları Bülent Ersoy, bakışları Banu Alkan, saçlar Semra Özal, yürüyüş Kim Kardashian sitede ne kadar hanımefendi varsa orada. Ama bu kez eli boş gelmemişler. Tava-tencere-kepçe üçlüsü de yanlarında. Dondum ben. Hani birazdan teyzelere yaklaşıp “şşt değişik, biz dünyadanız, ne bakıyon” dicem, onlar da bana “evrene gönderdiğin o mesajlar var ya, yedik onu biz” diyecek. Orada konu kapanacak. Sizi bilmem ama, ben şaşırması az biriyimdir. Ailecek böyleyiz. Konjenital diyorlar ya hani ondan. Annemde de var. Biz şaşırmayız pek. Burcuva teyzemlerin ellerindeki tava ve kepçeler kafamdaki uzay filmine uyuyor, ama burnuma gelen kokuyu açıklayamıyorum. Yanımdakine, sen de alıyor musun kokuyu, dedim. Evet, dedi. Tamam, böyle bir buluşma, Chanel koksun, Hermes koksun ne bileyim en hafifi Kenzo koksun lan. Ama bu bok kokusu nerden geliyor arkadaşım!

Aynı anda paralel evrende...

Hatırladın mı, bizim bu süpersonik sitenin zottirik elektrikli sistemine kanalizasyon da bağlı. Mimarlar mühendisler o kadar güveniyor ki sisteme, sen yerden kazanıcam diye kanalizasyon sistemi ile garaj katını aynı kota paralel yerleştir. Sen jeneratörün biri bakımda, diğeri de arızalıyken elektrikler kesil. Pompalar dursun mu? Kanalizasyon geri bassın mı? Koskoca sitenin kanalizasyonu bu, boru diiil! Sen on dakika geçmeden, (daire sayısını hesapla artık) 17 binaX18 daireden çekilen onca sifon sayesinde, geri basan kanalizasyon garaj katına dol! Haa şimdi bi’dakka! Kanalizasyon basan yer garaj katı, evlere bişeycik olmadı. Hatırladın mı ne vardı garaj katında? Kokoş teyzemlerin yeni dekorasyonuna uymayan ama müzayedelerden toplandıkları için birkaçyüzbin dolar falan edebilecek sanat eserlerinin durduğu depolar! Ellerinde tava-tencere ve kepçelerle teyzeler ve karşılarında gözleri yuvalarından fırlamış halde mimarlar ve idari ekip. Seeen diyor Chanelli teyze, bizim canımıza mı kastediyorsun! Bu ne rezilliktir!

Sahne şu; Ben bu anı bir kameraya alırmışcasına ve ileride böyle yazılara konu olsun diye done toplar vaziyette öznelerin tam karşısında konumlanmışım, mimarlar Laleli vitrinlerindeki soyut bakışlı cansız mankenler gibi kalakalmış, teyzemler “dükün doomgünü hediyesi tablolarmız mahvolduuuaaaa” diyerek ve burada yazamayacağım daha başka neler neler diyerek... Hepimiz durduk. Bir süre sanırım evren de durdu. Ben evren olsam bir daha genleşmem o derece.

Gülmemek için zor tutarak kendimi, ortamdan uzaklaştım. Sonra ne mi oldu? Oraları hep bizim çocuklar temizledi. Acaba hastalık kaparlar mı diye tedirgin, acaba bu sistem gene arıza verir mi diye şüpheli, işimizin başına döndük. Depolarındaki birçok ürünü “çöpe attırdı” kokoş teyzemler. Sonraki günler her rastladığımda onlardan birine, aynı kokuyu aldım. Artık kim olursanız olun benim için aynı kokacaktınız.

Benim için, bundan sonrasında bu insanların bakışıyla cisimleşen şey şuydu: Hani eskiden ördek soba vardı (siz ne dersiniz bilmem bizde böyle derlerdi.) Boruları böyle birkaç kış geçince paslanırdı da biraz daha dayansın diye metalik gri boyayla boyanırdı. Hani sobayı yakınca da o boyanın kokusu yayılırdı ya etrafa. O bok kokusu da böyle zamanlarda hep çalınır burnuma. Sonra, benim gibi meraklısı, elinde sivri uçlu bir şeyle yaklaşıp boruları kazır, altındaki pası görmek için uğraşırdı ya (yapmadın mı hiç? Peeh). Bunları yapmasan da bir süre sonra ısınma-soğumadan mütevellit, alttaki pas boyayı kabartır da dökülmeler başlardı ya. İşte böyle durumlarda kokuya eşlik eden, aklıma çakılan manzara da tam olarak budur.

O gün bugün, ne zaman bir yerde biri, göründüğü/iddia ettiği halinden bir anda koparak bambaşka yüzüyle önümüze dökülüverir, ne zaman birinin o çirkef ya da aciz ya da sürünen hali yerlere saçılıverir, o zaman aklıma bu teyzeler ve burnuma o koku gelir. Birbirleriyle sidik yarıştırmak için yapmadığını bırakmayan, kendisine hizmet veren insanlara emirler yağdırıp tiksinerek bakan bu burcuva (!) teyzeler, ellerindeki tencere-tavalarla ve ettikleri laflarla gözlerimin önünden gri metalik boyası yer yer dökülen ördek soba gibi geçerler.

O gün bugün, ne zaman bir yerde mühendislik/mimarlık harikası olduğu söylenen bir şeyin zortladığını görürüm, yıllar önce gözümün önüne bir bok çukuruna gömülen garaj katındaki sanat eserleri ve tüm sistemi bir tuş ile iki jeneratöre bağladığını sanan gözüne ışık tutulmuş tavşan misali mühendis ve mimarlar gelir. Ben bunları yazarken, yaklaşık yirmi yıl sonra bile karnımı tuta tuta güldüm. O manzaraya, o pespayeliğe ve diplomayı alıp bir şirkete kapağı atınca oldum sananlara güldüm. Ama...

O gün hiçbirimize bir şey olmadı. Ama dün düşen uçakta insanlar öldü. Depremde Veli Göçer ve benzerleri yüzünden yüzlerce insan öldü. Soma’da sayamadığımız kadarını bıraktık yerin altında. Aklıma önce deprem, sonra Soma en son da bu uçak kazası geldi. Uçak Fransızların deyimiyle “bir konfeti gibi dağılırken” acaba içindekiler ne düşünüyorlardı diye düşündüm. Hatırladınız mı 99 yılının en ünlü sorusunu? “Orada kimse var mı?”

Canım sıkıldı çok. Her daim gülmekten anlatamaz hale geldiğim bu boklu hikayeden çıkardığım sonuçların, yıllar geçtikçe daha da vahimleşerek sürmesidir canımı sıkan. Daha çok, bedelinin biraz koku ve birkaç eşya dışında insan hayatı oluşudur.


Sabahın 5’inde, pencereyi açıp bağırmak istedim. Orada gerçekten kimse var mı? Belki birileri daha sıkılmıştır, belki onlar da aynı soruyu soruyordur diye hepsini bir başlığa yerleştirdim. Zekasıyla rezil olan insanların hizmet ettiği, yaldızı dökülen kapitalist bir ülke burası. Alternatif ısınma kaynaklarımız var kardeşim, o ördek sobasını boyayıp durmayın...

20 Mart 2015 Cuma

Hangi istatistik? (38 kiloyum lan ben!)

Ben ekonomi okudum. İktisat değil, ekonomi. Farkı ne deme. Ben onlarca yıldır farkı bilerek ve acı içinde yaşıyorum. Sen de alış buna. Ben okurken, Çiller başbakandı. Ayrıyetten hocamızdı. Bir ekonomi öğrencisi için öyle bereketli bir dönemdi ki; mesela bazı kavramları ve teorileri grafiklerden ve ekonomi tarihi kitaplarından değil, doğrudan Arjantin ve Şili krizlerine bakarak test edebiliyorduk (öyle diyorlardı bize, hı hı diyorduk, hangi sosyal bilimcinin laboratuar ortamı vardı ki!) Lakin bunları Çiller’den dinlemedik çünkü kendisi full ve part time hocalara nazaran “sometime”hocaydı (zaten sonra başbakan olunca iki işi birden yapamadı. Sakız çiğneyerek bisiklete de binemiyordu. Bir tür anomali işte, idare edin)

Accounting dersinin (muhasebe değil, accounting) hocası Deniz Gökçe’ydi. Şaka değil bacım. Onparmakta on marifet diyebilirsin, Gökçe’nin yapmadığı tek iş sanırım bir mahalle kuaföründe kaş-bıyık-ağdaydı. Bir dersinde vergi dilimlerini ve muhasebeleştirilmelerini anlatırken “bu ülkede vergi kaçıranlar memurlardır. Bakın size göstereyim; işte şuradaki bu ve bu rakamlar var ya gör bak bir memur bunları devlete ödemeyerek vergiyi alenen kaçırıyor” demişliği vardır. Kadın düşmanıdır, yok yok tam tersi, biz kadınlar tiksiniriz böyle erkek kopyalarından. Şahsen, eskiden Asaf Savaş Akat ve Deniz Gökçe’yi aynı ekranda görünce kahve kupası elimde titrerdi, televizyona acıyıp zap yapardım. Şimdi, yaşıyorlar mı onu bile bilmiyorum.

Bunlar beni ekonomist yaptı. Ancak bir de beni iktisatçı yapanlar var. Birincisi, İktisadi Düşünceler Tarihi dersini, Wealth Of Nations kitabının bir kopyasını (kopya derken ilk baskısı nerdeyse) sınıfa getirip “bu kitap ikiyüz yaşından eski, dokunun şu kitaba, hatta koklayın” diyen çılgın bir hocadan aldım. Sadece final sınavı vardı, öğle saatlerinde başlar, (açık kitap usulü), akşam 7 gibi derslikler kapanırken biterdi. Sınav sırasında istersen kantine gider, hocayla geyik yapar veya ofis saatinde yakalayabilirsen sorunun cevabını tartışmak için diğer hocaları kovalayabilirdin. Evine, arkadaşına, bara gitmek bile serbestti, test eden öğrenci olmuştu. Tek soru vardı. “Sizce iktisadi düşünceler tarihi, ölü düşünceler tarihi midir?” Ben hayatta hiçbir zaman bir daha kendimi/aklımı/düşünce algoritmamı böylesine ispat etmek zorunda kalmadım.

İkincisi, ekonometri dersinin hocası ilk dersinde anlatmıştı, ömrüm boyunca unutmam. “Ekonometri ne işe yarar? Ekonometri elinizdeki verileri işleyerek bir iddiadaki öznelerin aralarında olan ya da olmayan bağları ortaya çıkarmanıza yarar.” Sonra durdu. Bir sağa bir sola yürüdü. Tekrar başladı. “Ama eğer bugün buraya sadece test yapmak için geldiyseniz bence gidin. Ekonometri, toplumdaki sorulara ve sorunlara yanıt ararken yaptığınız saha çalışmasını yorumlamanıza olanak sağlayan şeydir. Çözüm üretmeyecekseniz ekonometri hiçbirşeydir.” Dönem ödevi verdi sonra. Ekonometrik analizler yapacaktık. İstediğimiz veriyi kullanabilecektik. Mesela 1975-1993 yılları arası bıdıbıdı verileri ile hedehödö verilerini alıp “bıdıbıdının artması, hedehödönün azalmasına yol açıyor” iddiamızı kanıtlayabilecektik. Bizden önce seksenküsür öğrencinin yaptığı bir işlemdi ve müthiş kütüphanemizin references kısmındaki tez notlarında bir dolu örneği mevcuttu. İsterseniz, demişti. Gerçek bir çalışma da yapabilirsiniz. Sorulmamış bir şey sorun. En azından özgün bir çalışma olur. Özgünlük bizim işimiz! Ben hemen atladım. “Üniversiteye giriş puanı ile üniversiteden mezuniyet derecesi arasında pozitif bir korelasyon vardır.” Nasıl çalışacağımı sorduğunda da “binlerce öğrenciyle aynı kampüsteyim, kendi saha çalışmamı kendim yapacağım” dedim. İnsan bir kez cins olmayagörsün... Sonraki üç ayımı kampüste herkesle tek tek anket yaparak geçirdim. Bu yüzden bir dönem o kampüsten geçmiş herkes beni tanır. “hangi yıl mezun oldun, kaçıncı dönemindesin/kaçıncı sınıftasın, kaç puanla geldin buraya, kaçıncı tercihindi, yıl sonu ortalamaların kaç, sigara kullanıyor musun, sevgilin var mı, bir kulübe üye misin, haftada kaç saat ders çalışıyorsun, ikinci/üçüncü kez aldığın ders var mı vs vs, (hahah bu sorular nerden çıktı demeyin, ekonometri okumadıysanız bilemezsiniz) Neler öğrendim anlatamam...

Üçüncüsü, Büyüme dersi alırken hoca bir ödev vermişti. Ülke seçecektik ve onun son on-yirmi veya elli yılını iktisadi açıdan, büyüme modellerine veya bıdıbıdılarına göre inceleyecektik. Herkes güncel hareketli ekonomileri seçiyor (Arjantin kaynıyor, Rusya’da bir tuhaflık var, ABD banko zaten), iki kişi aynı ülke seçmek yasak olduğundan ülkeler kapış gidiyordu tahtadaki listeye baktım baktım ve olmayana erdim. Afrika, dedim. Hoca baktı yüzüme, are you serious? Dedi. Kızım deli misin? Hakkında en az veriye sahip kıta orası. Ülke bile seçemiyorsun, toptan kıtayı veriyorlar hani belki verileri bir araya getirince birşey çıkar diye. Sınırları kalemle çizilen ülkelerin kıtası. İnat ettim. Haftalarca kütüphanede içinden Afrika geçen kitap bırakmadım. Sonunda Afrika’dan bir büyüme hikayesi çıkarmayı başardım. Söyleyecek sözüm vardı. Söyledim. Hoca notu açıklarken “zorlu çalışmaları seviyorsun, benim seçmeli dersimi alsana” demişti. Gender & Economy diye seçe seçe aldığım bu dersin feminist çalışmalarıyla ünlü bu hocası sayesinde, ısrarın, çabanın ve kadın olmanın bu dünyada ne farklar yaratabildiğini gördüm. Dahası, o dönemde iddialı Afrika çalışmamla Greenpeace veya bir Soros projesine katılmayı düşünecek sapmalara garkolmadım ya artık hayatta bana bir şey olmazdı. (ve evet, Afrika hakkında ilaç firmaları orada deney yapıyorlarmıştan daha fazlasını biliyorum!)

Buraya kadar ne anladığınız değil, ne anlamadığınız önemli.

Bir hikaye var. Karınca yönetilmeden de çok çalışıyordur, arslan der ki bir müdür alayım. Müdür asistan ister, sonra bilgi işlem derken müdüre bir CEO bir de planlamacı falan katılır. Karınca giderek mutsuz olur (neden?) Birgün arslan bakar ki verimlilik düşmüş, hoop karıncayı işten atar... Hikayeyi biliyorsunuz işte. Temel ile Dursun versiyonu da var bunun. İşçiyi atıyorlar geri kalan “bindirilmiş kıtalar”hayatına devam ediyor.

Ne anladınız? Kapitalizm işçisini böyle ilerletmek isterken canına ot tıkıyor veya kapitalizm kendi menfaatine hareket edince saçmalıyor. Ya da belki şöyle denebilir; Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı (eskiden dutluktu şimdi sapsaray oldu oralar...) Lakin ne anlamadığınız daha önemli. Şu da bir haber başlığı yurtdışından-2013 tarihli; “Shanghai suicide hotline come from white collar workers and the unemployed” (Şangay’da intihar hattına başvurular daha çok beyaz yakalı çalışanlar ve işsizlerden geliyormuş) Ne anladınız? O diil de beyaz yakalılara çok ayıp oldu. Ya da kapitalizm hem beyaz yakalının hem işsizin canına okuyor. Ya da kapitalizm mavisi-beyazı tüm yakaları yakıyor. İşsizlik zaten üvey evlat...

Üniversiteden çok önce, ta bebeyken başlayan, “sorulmayanı sorma, görülmeyeni görme, bulunmadığın peşine düşme” hevesimin beni getirdiği nokta buralarda bir yer. Her zaman “Ne Anlamadığınız Daha Önemli.” Sabahtan akşama gördüğünüz o haberlerde, istatistik veriler arasında, kadınların % şu kadarının % bu kadarı şöyle, isveçli bilimadamları buldu erkeklerin % şu kadarında olmayan hedehödö kadınların % bu kadarında da yok demek ki kadınla erkek eşit türünden anketlere bakarken aklınızda bulunsun. Mümkün olduğunca tüm bu medyatik, istatistik, görsel etkili analizlerin,anketlerin veya “aha buldum”ların tek amacı anlamamanızı sağlamak. İstatistik veriyle dolu açıklamaların en önemli görevi, gerçekte olanı sayıların arkasına saklamaktır. Göz boyamaktır, kimi zaman sakinleştirmek kimi zaman heyecanlandırmak ama asla uyandırmamaktır. Gördüğünüzde ya da artık biliyor olduğunuzda sizi yerinizden kaldırıp sokağa çıkartmayan hiçbir istatistik veri ya da ekonometrik analizin kıymeti yok aslında. İntihar edenlerin yüzde bilmem kaçının beyaz yakalı mı işsiz mi olduğunu bilmenin, eğer beyaz yakalıların dertlerini göremeyecek veya işçinin neden daha dirençli olabildiğini anlamaya çalışmayacaksanız, bir anlamı yok. İntiharların çoklukla beyaz yakalı olması bir gerçek, ama anlamı yok. Sen merak etmedikçe, sormadıkça, sen bakılmadık kapı arkasına kafanı uzatıp “yangında ilk kurtarılacak” değil de “feda edilebilir” dolabın muhteviyatını sorgulamadıkça... bunların hepsi birer çöp. Şimdi yazacaklarımı da lütfen bu bağlamda oku:

“Tüm dünyada 20-24 yaş arası kadınların %36’sının 18 yaşına ulaşmadan evlendiği belirtilmektedir. Erken evliliklerin en sık görüldüğü GüneyAsya’da, 15-24 yaş arası kişilerin %48’inden fazlasının 18 yaşına gelmeden evlendiği saptanırken, Afrika’da bu oranın %42 (Doğu ve batı Afrika’da %60’lara varan oranlar bildirilmektedir.), Latin Amerika ve Karayibler’de ise %29 civarında olduğu bilinmektedir. Orta doğu’da erken evliliklerin sık görüldüğü Yemen ve Filistin’de, 18 yaş altındakilerin yaklaşık %50’sinin evli olduğu saptanmıştır.Hindistan’da ise kız çocuklarının %40-60’ını çocuk gelinler oluşturmaktadır. Afganistan’da kızların %54’ü, Bangladeş’te ise %51’i 18 yaşına gelmeden evlenmektedir. Ülkemizde TÜİK evlenme istatistikleri verilerine göre ortalama ilk evlenme yaşı kadınlariçin 2001 yılında 22,2 iken, 2010 yılında 23,2’ye yükselmiştir. Bu oranlar sadece resmi evlilikleri kapsamakta olup, kayıt dışı ve dini nikahları kapsamamaktadır.”
Tecavüz davasında hakime cevap veriyor genç mağdur; "38 KİLOYUM BEN, NASIL DİRENEYİM?" Sahi TÜİK Chi-square testile 38 kilonun ortalama 70-90 kiloya olan direncini “bilimsel” olarak gösterebiliyor mu? Mağdur ifadesinde dünyanın kaç bucak olduğunu göstermiş de o bakımdan.

Size gece gece bu yüzden rahatsız ettim, özür mözür de dilemiyorum, canım sıkkın ancak oh canıma değsin, belki gözümüz açılır…

13 Mart 2015 Cuma

MÜSAİTİZ.EVET. Ne edeceğuk şimdi?

Bir arkadaşım aradı. “Zoruma gitti” dedi.
Dişi organlarıyla doğmuş şahıslardan biri (kendisinin müdürü), bir Facebook beğenisini görüp “ne zamandır kullanılır bu kelime, abartacak yer arıyorlar” demiş. Ve devam etmiş. “Bugün kadın tartışması sanal bişey. Ortaya eski meseleleri atıp duruyorlar. Kadın her zaman ezildi, laf yedi bu ülkede. Ne oldu? Kendini koruyan yine koruyor. Ne yani şimdi müsaitin anlamı mı değişti? Hep böyleydi. Üstüne alınırsan kabul etmiş oluyorsun aslında. Sen ben bu laflara muhattap değiliz. Uygun dersin olur biter” Arkadaşım, sesi titreyerek “sen,” dedi. “Böylesini duymuş muydun?” Sakin ol bebeyim, dedim. Neler duydum bir bilsen...

Bu yazı, hem arkadaşıma, hem de hayatı boyunca kadınlığı üzerinden gördüğü her türden baskıya sonuna kadar direnmiş tüm bacılarıma gelsin. Dişi kişilerden uzak durmayın. Burunlarının dibine kadar yaklaşıp şöyle deyin:
Müsaitim.Evet. Sen de müsaitsin. Ne edeceğuk şimdi?

Dedim ki adresini ver ablanın... Napıcan dedi. Çağıracağım meydana. Gel gel, şöyle ortaya gel. Tam burada dur ki kan eşit olarak dağılsın... Yaparım. Seri katilli polisiye bir romanın yazarıyım. Yekten gömerim... Şaka bebeyim şaka. Çakmağı çakar sonra seyrine bakarım. O beni tanımış olmanın ancak kırk yıl tövbeyle atlatılabileceğini anlayarak huzurdan çekilir. Ben kalırım kendimle başbaşa. Kırkındaki ben yapar bunu. Yirmisinde otuzunda yapmadı. Pişman şimdi. İşin gerçeği, onca zaman sonra, bu zihniyetle mücadelenin, aldığımız yol bakımından bir fayda sağlamayacağını, ancak onları bir şekilde durdurmanın ya da engellemenin geçerken bir çaresinin de bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden “müsait babandır!” diyebildiğim kadar, “müsaitiz evet, ne edeceğuk şimdi” demenin de bir anlamı var benim için.

Adını söyledi. Durdum. Ahanzi! Tanıyorum la ben bunu?!?!? Daha bir kötü oldum. Sanki tanımasam, daha az midem kasılırdı. Hani bir üçüncü sayfa haberinde, korkunç birinden bahsediliyor, haberin sonuna kadar kimliğini bilmediğin biri hakkında “bu nasıl bir yaratık” türünden hayretler içindeyken, adlı adınca eski bir tanıdık olduğunu öğreniyorsun da kanın çekiliyor ya. Sanki o korkunçlukları sana yapmış gibi. Ama aslında hiç tanımayınca o korkunçluklar da başkalarına yapılmış oluyor, sen bir temiz rahatlıyorsun. İşte bu türden bir yabancılaşmanın ürünü. Bu yabancılaşmaya yabancı olmayışımızın ürünü... Demek bunca yıldır orada öyle sinsice var oldun, yok yok aslında gözümüzün önünde, biz besledik seni.

Ulan dedim, biliyorduk bunların varlığını. Bunca yıldır dilimizin ucuna kadar geldiğinde söylemedik. İndirmedik baltayı. Pişmanım. Arkadaşım da pişmandı. Bunca yıldır, kadınından erkeğine, bugünkü ortamı bu kadar rahat kabullenebilecek, o ortamın içine yeniden doğabilecek, kendini bir çırpıda sıyırıp sisteme göre yeniden tanımlayabilme kapasitesine sahip insan sürüleriyle mücadele etmediğimize, bayrağı açmadığımıza pişmandık. Biz ki yaşadığımız bekar evimizde apartmandan bize gelecek bir lafı anında püskürtebilecek dirayette, aynı zamanda o lafı edenin cahil ya da geri bırakılmış aklını da anlayabilecek insanlık seviyesindeydik. Bu cehalet ya da geriliğin, nesilden nesile, uzun zamanda ama tamamen sistemsel, tamamen siyasi bir arkaplandan hortladığını biliyor, en azından zaman içerisinde bunu kavrayarak tavrımızı bunlar üzerinden koyabiliyorduk. Ama ötekiler? Biz bu dişi kişileri görmezden gelmişiz ya da belki besin zincirinde bizden epey uzağa düştüklerinden örümcek ağı zihniyeti de görememişiz. İnanamamışız belki de, bu kadar acımasızca kadınlık katili olabileceklerine. Yazının konusu biraz bu pişmanlığımız, biraz da artık bugün gelinen noktada susmanın, arkanı dönmenin asıl kendine atılmış en büyük kazık olduğunu bilişimiz...

Konu belli. Devletin dil düzenleyicisi, “müsait” kelimesine daha önce darbe dahil birçok kelimeye yaptığı gibi ayar çekmiş, buna da “müsait ne ayol?” ve “müsait babandır!” diye doksandan goller çakılmıştı hemen. Tek bu da değildi. Başka kelimelerle de oynanmıştı bir güzel. Artık müsait, uygun, serbest, kötü kadın... bunların hepsi bir ve aynı şeydi. Yakında kimbilir hangi kelimelere de böyle dadanacaklardı. Oradaydın, hazırdın, kolaydın, zaten haketmiştin. Özgecan da zaten mini etekle çıkmıştı sokağa... Senin haddine mi kadın olmak! Toplum mühendisliğine bak!

O dişi kişisi, benim de paylaştığım “müsait ne ayol” türünden mesajları okuyunca, “bu durumdan rahatsız olmak sen-ben gibilerin işi değil” demişti arkadaşıma. Demek istediği tam olarak “bir tulüm giyseydın, yürurken sallanmasaydin olurdı ama bizimla diiilsın” ile aynı “tandanstaydı.” (hadi hadi magazin seyretmiyirsiniz hiçbiriniz biliyirim). Ortam bu, yeni düstur bu, bas geç. Bu da aynı tandans. Biraz üstten yetmez ama evet, biraz aşağıda ortama uyceksin. Aslında, bizim gibi münasip insanlar demiş de, bu kısmı açmayacağım zira yazı bir parodi değil.

“Bunu mu demek istedin” tarzı bir insan olduğumdan ben de arkadaşımın kalp sızısına derman olacak bu yazıyı kusmak istedim dişi kişiye ve onun nezdinde tüm dişi organlarıyla doğmuş taklit kadınlara. Kusmak istedim, çünkü bu dişi kişi, hani ortalama gerici bir aklın ya da zaten hep böyle görmüş geçirmişliğin sonucu biri değil. Bir mahalle baskısından ya da kadınsı korkularından hortlatmıyor bu düşünceleri. Çok güzel şirketlerin pek renkli koltuklarından birinde oturuyor. Plaza perisi olarak arada evrakları imzalayıp kahvaltı öncesinde erkencikten reikiye yogaya gidiyor. Burjuva değil, kapitalist. Beynini sisteme satmış, bedeni kendine kalmış. Bildiğin kolalı beyaz yakalı. Ancak, “münasip” döpiyes tayyör değil tam tersi afilli ve janjanlı, dekolteli ve kışkırtıcı giyiniyor. Tarzımsın! Ama ne bakıyon sen ona kardeşim, o ekonomik özgürlüğünü eline almış, otobüse binmemiş ki taciz bilsin! Onun yaşadığı izole cennette üniversite bitene kadar ailenin condo tipi evinde kalınır, arkadaşlarla Pasha’ya gidilir, sevgiliye aşırı kapris yapılır ve diploma töreninden sonra nişan takılır. Nişandan sonraki gün artık geçmişin toz pembe bir düğün fotoğrafları albümüne tıkılır, hayat oradan başlar. “Çok aristokratsın” lafını iltifat olarak kullanmış biridir. Ben sana çakmayayım da kime çakayım? Arzederim...

Bak ablacım. Ortalama bir şirketin neredeyse her çalışanı, günde ortalama bildin beş bilemedin otuzbeş kez, karşı taraftaki “zamanını çalmak istemeyen” kişiye böyle der. Müsaitim evet, buyrun. Bu çalışanlardan bildin üçte biri bilemedin yarısı kadındır. Eskiden beri var demişsin ya haklısın, “müsait bir yerde incek var” senin hiç görmediğin toplu taşıma araçlarında kullanılan oldukça geleneksel bir ifadedir ve kadınlarla ilgili değildir. Dil düzenleyicisi, yaptığı basın açıklamasında, bundan öncekilerde dediğini demiş, bizden önce de böyleydi, biz değiştirmedik ki! Ha orda duracaksın. 80lerin sonlarını sizden öğrenecek değiliz! Flört, bizim bildiğimiz 80ler-90lar Türkiyesi’nin kadın ve erkeklerinin gözünde naif ve çok hassas bir konudur. Seçme ve seçilme hakkı verir, bu açıdan müsait senden daha bilincindedir kim olduğunun. Bu yüzden korkusu yoktur. Ortama göre pozisyon almaz. Kendini düzene göre tarif etmez. Öte yandan, bu topraklarda yeni türkiye düzeninden önce de var olan, senin de anlaşılan pek sevdiğin bir itelemedir “rahat ve müsait” kadın olmak. Halk arasında kullanımı olduğundan değil, siz örümcek kafalılar kendinizi aklamak için her defasında bizlerin üstüne basarak ve bize göre pozisyon alarak hareket ettiğinizden sözlüklere “sokuşturulmuş”, başka türlü söyleyeyim; bu yakıştırmalar halkımızdan değil sizden ve sizin yüzünüzden çıkmıştır.

Bak mesela “ağda” bizim Anadolu’da tatlının şerbetidir. Ayrıca çok ağır bir dille konuşmaktır. Sen cümle içinde kullanamazsın çünkü bildiğin tek anlamı saklamak zorunda olduğun bir gerçekliktir. Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Aziz Nesin ya da herhangi bir Anadolu yazarı okumuş olsan, “banal” bulmayıp 80 sonrası Yeşilçam yeni dönem filmlerini izlemiş olsan (Müjde Arlı Banu Alkanlı filmlerden bahsediyorum), böyle kelimelere ne kadar aşina olduğumuzu, ancak velev ki bir kez olsun kullanıldı ve biz bunu duyduk diye de hemen birşeylere yapıştırmayışımızın/yakıştırmayışımızın hem kültürel, hem bilimsel hem de dili kullanma becerisiyle ilgili olduğunu anlardın. Ne sanıyordun ablacım? Müsait ile bugün ima ettikleri şeyden utanacağımızı mı? Biz flörtün masumiyetinden öğrendik sevmenin kutsallığını. En azından kapalı kapılar ardında kapalı zarf usulü arttırmalardan geçmedik sizin kokuşmuş zihniyetiniz gibi. Ben müsaitim deyince hiç de başka çağrışımlara gark olmuyorum, ya sen? (not: müsait Arapça bir kelimedir ve ne kadınla ne flörtle alakası yoktur.)
“Korkma!” diyeceğim de “çok namüsait bir mahiyette tezahür eden” bir geçmişten geliyoruz biz bu topraklarda, uyarayım. Ama bu cümleyi guugıl transleytle dahi çözemezsin cicim. Zorlama.

Tamam, izolesin. Pamuklarda büyüdün. Sisteme entegresin ve sana bir şey olmaz. Peki ama şaşkınlıkla soruyorum. Kısa süre önce “şimdi ben çocuklara paralel kenarın karşılıklı açıları.... cümlesini nasıl kuracağım” diyen Zaytung’tan fırlamış öğretmen gibi mesela, saklandığın köşenden, “sizi dinleyebilirim, buralardayım” benzeri ağız değiştirilmiş yanıtlar vererek mi kurtulacaksın müsaitliğinden? Ya da ne bileyim, bir sorum olacaktı müsait misiniz dediklerinde tersleyecek misin NEMÜNASEBET! diye? Şaka değil, metastaz bu durum. Belki hafif bir kahkaha ile “ay sorma yahu, çok şükür müsait değilim gerçi, istediğimiz gibi konuşamaz olduk!” dersin. Ofiste müsait, uygun ya da darbe diyenlerden beş lira alır Ikea kavanozuna atar, birikenle mojito içersiniz siz bir de! Mesele trending topic ya anam! Olur oluur. Sen bu kadar çürüksün çünkü.

Sorun, adıgeçen aklın konuyu anlamaması, kendini tanıyamaması, örneklerin herhangi biriyle karşılaşmamış olması, fanusta büyümesi ya da genel olarak “bizim gibi solcu-kadınlaşamaması” değil, kadınlaşıyorum derken insanlığından uzaklaşmış olmasıdır. Kendi ilerlemesini, kurallar ve normlar (aslen dayatmalar) çerçevesinde tamamladığını düşünürken, tüm hemcinsleri arasından sıyrılarak yalnızlaşmanın ileride ona ödetebileceği bedelden bihaber olması, dahası geçmişten gelen gücü sayesinde bundan korkmamasıdır. Sorun, bu tipolojinin yaşama hakkını salt kendinde görmesidir.

Böyle bir zihniyet, Üresinler, Elönüler ve daha niceleri özellikle kadına ve insana dair ne varsa kendi kadınlıklarından utanmadan hem de, yerlere indirirken görmezden geldi. Çünkü bahsi geçen kadın kendisi değildi. Böyle bir zihniyet, dayaktan ya da tecavüzden ölen kadınların haberini üçüncü sayfalardan bile okuma zahmetine katlanmadı, görmezden geldi. Çünkü o kadınlar onunla aynı gezegende yaşamıyordu. O, bir hemcins olarak Ancelina Coli’ye daha yakındı. Ona göre, bu kadınlar belki de ölmeyi haketmişlerdi. Bu zihniyet işte, bugün tüm beyaz yakalı çarkın dişlileri arasında, oluşturduğu steril ortamda, verilen mücadeleyi dışarlıklı bir akılla eleştirebilir hale geldi. Çünkü ona dokunamazlar. Senin Elönülerden, Üresinlerden, senin Alçı’lardan veya daha birçoklarından ne farkın kaldı? Ne farkın vardı...

Ulan gebeş, senin haddine mi böyle düşünmek! Kaçımız dayaktan tecavüzden, işyerinde yolda tacizden kaçamayıp ölüyor, tepeden inme bu toplumsal aşağılanmalardan yaka silkerek direne direne yaşıyoruz biliyor musun? Ve kaçımız sana rağmen ve seni de bu direnişte kadın namına cümle içinde dahil ederek yola devam ediyoruz haberin var mı? Kaçımız senin yüzünden, senin izole dünyanda yarattığın o kar beyazı şatonda şuh kahkahalar atılırken, derin bir karanlığın içinde bir nefes için, ama boğulursak yine de başımız dik yürüyoruz? Senin haddine mi bizlerden birinin yanında durabilmek? Kızım sakin... Şimdi bir nefes al ve devam et.

Sonuna geldik mi mide bulantımızın. Güneş doğuyor... Tüm bunları, yıllardır içimde sakladığım dışa vuramadığım birikintilerimi bir çırpıda dile getirebilmek için yazdım. Tüm bunları, hemen hergün orada burada karşılaştığımız ve kafamızı çevirerek unutmaya çalıştığımız, bacımıza anlatıp içimizden atmaya uğraştığımız, günlük/klasik replikler arasından bir geçmiş hesabı çıkarmak için çekip aldım. İşin gerçeği, onca zaman sonra, bu zihniyetle mücadelenin, aldığımız yol bakımından bir fayda sağlamayacağını, ancak onları bir şekilde durdurmanın ya da engellemenin geçerken bir çaresinin de bulunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü artık, savunma hattını aşma zamanı. Çünkü artık, yeter. Çünkü artık onlarla birlikte ve onlara rağmen ayaktayız. Bu yazı, hem arkadaşıma, hem de hayatı boyunca kadınlığı üzerinden gördüğü her türden baskıya sonuna kadar direnmiş tüm bacılarıma gelsin. Burunlarının dibine kadar yaklaşıp şöyle deyin:
Müsaitim.Evet. Sen de müsaitsin. Ne edeceğuk şimdi?


Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...