15 Aralık 2015 Salı

Call me if you dare ya da aklın varsa beni arama…

Işığı kapadım ve loşlukta yastığıma ulaşıp yorganı çekiştirip gözlerimi yumdum. O kadar uykum var ki ve etraf öyle sessiz ki uykunun birinci basamağına geçişim birkaç saniye sürdü, sürmüştür bence yani. Derken telefonun sesiyle irkildim. Beni uyurken aramayacaksın kardeşim… Uzun yıllar, pazar sabahları 11’e kadar, arama gafletinde bulunan birçok kişiyi bozuk para gibi harcadım, yalan yok. Mendeburluğun kitabını yazarım! Bütün hafta boyunca 6.45’ten sonra uyanabilecek olduğum tek zamanda gelen ve genelde hafta içine, öğleden sonraya veya akşamüstüne asla bırakılamayacağından emin olunan bir meseledir. Kesin! Mendeburluğum bu yüzden değil elbet. Tam ben uyumaya karar verdiğimde ya da uyuyorken (nasıl olur da bilmezsiniz ne zaman uyuyor olduğumu?) birinin ısrarla benimle konuşmayı seçmiş olmasına olan hıncımdan. Yahu bir kere de elini böğrüne koy ve de ki “kızcağız şimdi uyuyordur, mesaj atayım o beni arar…” Neyse ki yeni nesil telefonlarımız var da artık arama yapmak yerine “vatsaptan yazışıyoruz.” Bu beklentimin, “gözlerime bak ve ne düşünüyorum bil” ile aynı anlama geldiğinin farkındayım. Ama kim dedi ki normalim?

Yıllarca pazar sabahları beynimi yakan telefon sesi, sonraları günün her saatinde, beyaz yakalılığın veya ticaret yapmanın bir arızası olarak benliğime nüfuz ettiğinden başka bir yol seçtim. Deliyi adam edemiyorsam, adamı deli edecektim…

Son yıllarda 24 saat aktif çalışan, ne zaman uyuyacağını kendi de bilmeyen bir androide dönüştüğümden, artık bu konu sorun olmaktan çıktı. Akşamüstü arkadaşım aradı misal, daha efendimle uyuduğumu anladığı an, merhabaya fırsat bile bırakmadan “yarın şeyederiz beybi hoop sen uykuya hadi bakiyim” deyip kapattı. Nefis insanlar bayılıyorum bu kafalara. Keşke hepiniz onun gibi olsanız hııh! Dedim ya artık 7/24 ne zaman arasanız psikopata bağlayabiliyorum. O yüzden “Watch Out!” Oh mis ben!

Hah tam da konuyu şeyedecektim. Nerde kalmıştık? Yıllar önceydi, evet. Tam uykumun başlangıç düdüğü çalmıştı ki… Cep telefonları daha bırak akıllı sıfatını, kapaklı sürüme geçeli birkaç ay olmuş, ekranda saati dijital değil de analog formatta görüntülemek bazı modellerde bulunabilen janjanlı bir özellikken, henüz Skype doğmamış, düşün o derece! Gece 01.30 sularında çaldı telefon. Tam uzanıp yeşil tuşa basacağım, ekranda da tanımadığım bir numara var, anaam bu kim derken, kapandı. Ben de yanlış numaradır deyip gözlerimi tekrar yumdum. Yine çaldı. Bu kez gözlerimi açmadan uzandım, tam açacağım, yine kapandı. Birkaç saniye geçti geçmedi, yine çaldı. Sabırlıyım, bu kez telefon elimde uyumaya çalışıyorum, kesin konuşacağız, bu saatte aramanın bedelini ödetmeden rüya görmeye geçemem. Altıncısıydı sanırım. Alo bile diyemedim, kapandı. Deli olacam! Normal vakitler olsa ben arayacağım, ama kimdir bilmediğimden o saatte asla aramam. Aramasa uyuyacağım. Aradığı için açmasam da uyuyamıyorum. Telefonu kapamak aklına gelmiyor mu diyorsunuz şu an, ah yerim sizi… Sahip olduğum tek iletişim aracını iletişmemek için kapatırsam sonra benimle nasıl iletişecek dünya? Niye aldım ben o telefonu? Diğer bir deyişle, iletişim araçlarını kullanmaya başladığım ilk günden itibaren, mecbur bırakılmazsam telefonlarımı asla kapamam, sesini kapatmam, titreşime almam. Amacından sapar. Arayabilirler, açmayabilirim o ayrı. Çünkü (zorunlu haller dışında-uçak, hastane vb) telefonu ortadan kaldırmama (kapatmama) gerek varsa, o telefonu taşımaya ihtiyacım yok demektir, gittiğim yere götürmem daha iyi.

Neyse sonra birkaç dakika geçti, aramadı. Rahatlayıp uyudum. Uyuduğumu sanıyorum. En fazla 30 saniye geçti herhalde. Yine çaldı. Bu kez açmadım. Çaldı, çaldı, ama susmuyor. Sonra durdu, peşinden yine çaldırıyor. Ay senin ben… Bu kez bir tavşan kadar hızlıyım, açtım telefonu:
-Efendim. (soru işaretli değil, gayet yeter artık kimsin öt bakalımlı bir efendim.)
-Ya bi dakka bişe dicem, kapatma. Şimdi benim kontürüm yok da. Sen beni arasana, konuşcam…

İlk telefon sapığımla tanışmam böyleydi. Ve sondu. Hayatımda neredeyse hiç telefon sapığı olmuş bikimseyim. Olası adaylara, daha numarayı tuşlarken, “bu kesin telefonda bizi oyalarken diğer hattan savcılığı arayıp suçüstü yaptırır, manyak kesinnet” şeklinde vahiy geliyor olmalı. Ya da bir yerlerde call-center maceralarımı okuyorlar ve arkalarına bile bakmadan bu işten uzaklaşıyorlar.

You Know Nothing Jon Snow!
Cep telefonlarında arayanın numarasını görebiliyor olmamız (ya da göremediğimiz için görüşmeye temkinli yaklaşmamız), telefon sapıklığı işinde durgunluğa neden oldu. Sektör darbe aldı. Yeni yaratıcı keşifler, özel cihaz veya uygulamalar ve müşteriyi cezbedecek bir satış diline ihtiyaç vardı. Piyasa aktörleri, teknoloji üreticilerinden bu yeni eğilimlere yönelik pazar kısıtlarının üstesinden gelebilecek devrimci adımlar beklediler, yanıt ikibinlere doğru gelmişti. Akıllı telefonlar. Yanına ikibinlerde sosyal medya adı verilen, yaygın haberleşme ağı da eklenince, telefon sapıklığı evrim geçirerek sosyal medya sapıklığı ve hırsızlığına kolayca dönüşüverdi. (neşeli, komikli ve bağlam açısından “çokeksikli” sandığınız yazılarım, anında sosyo-ekonomik analizlere dönüşebilir, demek ki neymiş, eleştirirken kantarın topuzuna dikkat edecekmişiz.)

Günümüzde telefonla yapılan kandırmaca, hepinizin bildiği üzere, “sizi çok önemli devlet meselesi için arıyoruz, adınız terör eylemine karıştı” diye başlayan, tok erkek sesine yatırılmış ve arkaplanında telsiz sesleriyle helmelendirilmiş para üpletme eylemine dönüşmüş durumda. Böyle kandırılan çok kişi var. Bu dolandırıcıların yararlandığı şey; zor gücünden, o her şeyi yapmaya muktedir olan devletten ya da onun aygıtlarından öcü gibi korkuyor olmamızdır. Saflığımız değil. Telefonumuz çalınca, arayan bankaysa ve bizim borcumuz varsa, kafamıza silah dayamışlar gibi hissediveriyoruz Çünkü bize, borcumuzu ödememiz için uygun ödeme planından değil, durumumuzun aslında ne olduğundan hiç değil, neyimiz var neyimiz yoksa her şeyimizi kaybedebileceğimizden bahsediyorlar. Hayır tabii böyle demiyorlar ama ses tonları öyle şirret öyle kaba ki… Şahidim. Ama bu konuşma tonunu üst makama şikâyet edip “mevduat sahibi olsaydım sesiniz değişirdi. Ben şimdi bunu kişilik haklarına saygısızlıktan AİHM’e kadar götüreceğim” dedim diye tam 3 ayrı özür telefonu aldığım da oldu. Neden tek aramayla yetinmediler diye hep düşünür dururum. Savcılıktan arıyorum da polisim de falan filan diyenlere, annemle ağızbirliği edip aynı şeyi söylüyoruz: “tabii hemen ne gerekirse yapalım, gelsin ekipler bizi alsın, gidelim savcılığa...” Daha konuşmanın otuz saniyeden uzun süren versiyonuna biz rastlamadık.

Telefon sapığım çok gerizekalıydı, kabul. Devir eski devir, o da tamam. Meslek daha gelişmemiş falan... Kültürel zenginliğin maddi zenginlikten daha yavaş hareket etmesi gibi bunlar da teknolojinin hızıyla azcık itelemiyorlar ki kendilerini anacım? Madem bu dolandırıcılık işlerine girişecekler, biraz akıl görmek istiyorum. Yoksa sadece gerizekalıların aklına mı geliyor dolandırmak? Sanmıyorum. Bence dolandırmak, kandırmak, sapıklık (kastım sadece telefondaki versiyonu) biraz zeka gerektiriyor. Planlayacaksın, önlem alacaksın, karşı taraftan gelecek salvolara yanıt üreteceksin. Gol atacaksın gol, hacı!

Dolandırıcılıkta zeka örneği (!) yıllar sonra yine beni buldu. Kapanışı onunla yapayım. Kendisi, bu yazıyı da karalama nedenimdir, iyi ki varsınız teşekkür ederim. Siz olmasanız 7/24 işlerimden vakit bulup da bir blog yazısı yazamıyordum, iyi oldu bu.

Az önce sosyal medya hesaplarımdan birinden, başka bir şehirde yaşayan kuzenim anlık mesaj gönderdi. Gece olmuş 1.30 bana diyor ki naber… Elli yaşındaki kuzenim. Evet, gece gece internette sosyoloji, ekonomi ve siyaset araştırması yapmayı seven, bazı yazarların kitap ve makalelerini takip eden, bu ve buna benzer şeyler için uykusuz kalabilecek kuzenim. Diyor ki sadece, naber… Oldu canım. Neyse ben konuştum yine de. Yapmaz ya belki acil bir durumdur dedim. Olabilir yani. Bak şimdi sen şu işe: Bizim kuzen yememiş içmemiş, bugün bir laptop almış, kampanyada telefon kontörü mü ne vermişler, o da misal çocukları dururken hemen bana ulaşmak istemiş. (böyle demiyor, “ya bak ne dicem biz bugün leptop aldık, 300 liralık hak verdiler, hattın faturalıysa numarayı ver de ekliim 3 ay bedava konuşcan” diyor. Elli yaşındaki kuzenim, w ve q harfleriyle ve ergen Türkçesiyle bana numaranı versene diyor) Bedavadan 3 ay konuşacakmışım. Ama kuzenim saf galiba ki geceyarısına kadar beklemiş. Babababa! Üstelik ben, kuzenimin “telefonunu yazsana” lafına “ay bizimki şirket telefonu ki nasıl olcakki” diye gayet saf yanıtlar vereceğim, o da yine gayet safmış ki “olsun sen yaz yine de, yazman lazım buradan” deyince ben yutacağım. Bunu beklemiş yani. Garibim…

Ama yok, dedim ya dolandırıcılıktan da biraz zeka bekliyorum. Mesela, bak bakalım aşırdığın sosyal medya hesabının profiline. Bu insan bu cümleleri kurar mı? Hem bak bakalım kime yazıyorsun bunları. Profilde kuzen diyor gerizekalı! Akrabasına “telefonunu yazsana” diyorsun. Sende var ya deyince “kaybettim” diyecek beynin yok. “yazman lazım” diyorsun. Ey rabbiyesir, neden bunları bana gönderiyorsun?

Uzatmak istemedim. İlla numaranı yaz deyince, “savcılığa haber veriyorum, yerini tespit etsinler, sonra babam gelir alır evden seni, işi bu kuzen biliyorsun” dedim. Kuzenimin hesabı uçtu anında. Ya da bilmiyorum beni engellemiştir pek kafalıçocuk hekkır. Neyse haber verdim bizimkilere. Sosyal medyanın müşteri hizmetlerine de "koş kız kooş Aşk-ı Memnu'nun kitabı çıkmışşş" şeklinde bir uyaran gönderdim. bakalım, hayırlısı.

İletişimde dolandırıcılığın gerek emniyet (gecikmeli de olsa) gerek medya tarafından ifşa edilmesiyle birlikte, halen ülkemizin güzide birçok insanı bunlara maruz kalıyorsa da, bu işte durgunluğa neden oldu. Sektör darbe aldı. Yeni yaratıcı keşifler, özel cihaz veya uygulamalar ve müşteriyi cezbedecek bir satış diline ihtiyaç vardı. Piyasa aktörleri, teknoloji üreticilerinden bu yeni eğilimlere yönelik pazar kısıtlarının üstesinden gelebilecek devrimci adımlar beklediler. Hâlâ bekliyor olmalılar. Zira üreticiler, akıllı telefon beraberinde aksesuar olarak bir gram akıl eklemeyi kârlı bulmadıklarından olsa gerek, aktörler de bu aksesuar olmadan piyasanın yeni koşullarına adapte olamadıklarından… Lamarck’a göre vücudun fazla kullanılan organları gelişip bü­yüyecek, kullanılmayan organlar ise körelecek veya ortadan kalkacaktı. Olmuş demek ki…


(Jean Baptise de Lamarck’ın düşüncesi, “çevre şartlarındaki bir değişikliğin o muhitte yaşayan bir hayvan türünde meydana getireceği değişme ihtiyacına göre, yeni alışkanlıkların kazanılacağı” esasına dayanıyordu. Accık okiiin de soona bunu tartışak mı!)

30 Kasım 2015 Pazartesi

hanımlar mücde! sıtkım sıyrıldı aşısı ayağınıza geldi!

(Yazımız yazıldığında, göktaşı yağmuru vardır ve kimisi yıldız yağmurunu şarap ve sevgili eşliğinde izler, kimisi de bu manyak gibi olaylaaar olaylar...)

İki gecedir, gözümü gökyüzüne dikmiş Perseid göktaşı yağmurunu izlemeye çalışıyorum. Tam bu sırada, bakışlarım gökyüzüne kenetlenmiş haldeyken, bizden sayısız ışık yılı uzakta, bir takım yıldız, gezegen ve meteorların, kaya parçası diyelim kısaca, varlıkları üzerine hayatları boyunca kafa patlatan insanlar geldi aklıma. Bazıları, biz burada bir ayakkabının 37 numerosunu bulamadık diye tükkan tükkan gezerken, dünyadan milyon kilometre uzağa atış yapıyor, “belki oralarda hayat vardır” diye. Biz burada, organik süt ve yumurtayı nereden bulucam, evde çamaşır deterjanı nasıl üreticem diye “gugıl manyağı” kesilirken, Mars’ta yaşam projesi için 365 günlüğüne uzaya gidiyor ve daha birkaç ay geçmişken uzay gemisi içinde marul yetiştirip yiyor (NASA sitesinden videosunu izleyebilirsiniz). Hani şu dünyayı evrenin milyonda bir karesi içinde bir toz tanesi kadar gösteren fotoğrafa atıf yaparak “ne kadar ezik” bir halde olduğumuzu falan söylemiyorum. Hiç de değiliz! Derdim başka.

Düşünün, çocuklarınız radyasyona maruz kalmasın diye ne çabalar harcıyorsunuz, oysa keşfi yapan bay ve bayan Curi, yıllarca bıkıp usanmadan üstünde çalıştıkları bu şeyin öldürücü etkisine maruz kalarak bilim yolunda can verdiler (biraz drama katınca böyle söylenebilir). Fukushima’da nükleer kaza olduğunda, durum değerlendirmesi ve önlemlerin alınması için orada bulunan bilim insanı ve mühendislerin tamamı, oradan sağ çıkamayacaklarını ya da çıksalar bile ölümlerinin kısa sürede bu nedenle olacağını bile bile oradaydılar. Amerikan bilim-kurgularında sıkça işlendiği üzere, Armageddon filminde dünyaya çarpacak astreoidi püskürtmek için yapılan plan kısmen geri tepince, ekibin geri kalanı dünyayı kurtarmak adına astreoidin göbeğine ölüm dalışı yapmaktan çekinmez. Benzer şekilde, Interstellar (Yıldızlararası) filminde de astronot Cooper, dünyada kalan nesli kurtarmak için, bir umut bile varsa, kendini feda eder.

Peki bu, dünyayı kurtarmak uğruna sıradan yaşamlardan vazgeçerek kendilerini bütünüyle bilime adayan insanlar, senden benden çok mu farklı? Yani parmakla sayılacak kadar az insan mı var böyle? Yoksa, aslında çoğumuzun içinde benzer bir fedakarlık, adına ne derseniz deyin, var mıdır? Başka bir şekilde sorayım. Söz konusu sizin çocuğunuz olduğunda kaplan kesilmeniz normaldir de başka binlerce çocuk için ama sizin çocuğunuz aralarında değil diye arkanızı mı dönersiniz? Çöplerinizi plastik-kağıt-cam-metal diye ayrıştırmanızın, Afrika’da ya da Papua yeni Gine’deki çocukların daha rahat oksijen solumasını sağladığını düşünür müsünüz? Yoksa sadece bir kentli insan portresi olarak mı bu alışkanlığa sahipsiniz?

Yanıt basit. Söz konusu ebeveyn olmaksa, ebeveyn olmayanın gözünde ne kadar şaşırtıcı olsa da, bütün çocuklar aynıdır ve içlerinde sizin çocuğunuz olmasa da genel olarak onlar için kaplan kesilirsiniz ve evet yukarıdaki soruların hepsinde yanıt aynıdır. Bunu kendiniz için değil, yeri gelirse tüm dünya için yaparsınız. Evet, yaparsınız bunu. Biliyorum. Birçoğunuza garip gelebilir. Karşı da çıkabilirsiniz. Ancak insan türüne atfedilen bencillik, sandığınız kadar yaygın, belirgin ve genlere kadar işlemiş bir hal değildir. Bizi, eğer öyleysek, bencilleştiren şey, içinde yaşadığımız toplum ve ondan beslendiğimiz kültürdür. Bu başka bir yazının konusu olacak kadar geniş. Gelelim bu yazının konusuna.

Çocuk sahibi olmasam da uzun yıllardır çocuklarla çalıştığımdan, ebeveyn davranışı hakkında tahmin ettiğinizden daha fazlasını biliyorum. Üzerine kafa yorarken ve araştırırken, bir süredir yazdıklarımı da inceleyerek, bu kez farklı bir dil kullanmayı tercih ettim. Mesela, blog dilimle yazacak olsam şimdi şöyle derdim; “bacım, madem çocuğunu aşılatmak istemiyorsun, o zaman topla tası tarağı, git bir dağ köyüne yerleş, o çocuğu da mümkünse bir asır boyunca bir daha aramıza gönderme.” Böyle deyince ne kadar katı, bencil ve dışarlıklı görünüyor değil mi? Çocuğun yok ya, ooh!

Gel gör ki aşı, çocuk sahibi olmakla ilgili bir şey değil. Tam da bunu diyorum. Kendim de dahil dünyanın bütün çocukları ve yetişkinleri adına, gerekirse hepsini kurtaracak planın içine balıklama atlayacak gözü kara siz ebeveynlerin, eksikli bilgiler, yanıltmalar ve ideolojik oyunlara kanarak dünyanın geleceğine kurşun sıkmamanızı rica ediyorum.

Evet. Konumuz aşı. Bakın şimdi ne diyeceğim? Hani az önce sizlere, aralarında çocuğunuz olmasa bile tüm çocuklar için kaplan kesileceğinizi söyledim ya. Hah, işte tam bu cümlenin ardına, “valla doktorumuz aşıların otizme neden olma fikrini destekliyor, o yüzden biz de aşıları yarıda kestik (veya yaptırmadık)” cümlesini, ve “Afrika’da aşılama sayesinde çocuk felci korkulacak hastalık olmaktan çıktı” cümlesini ekliyor ve soruyorum, aşı yaptırmama konusunda bu kadar emin misin?

Bu yılın Ocak ayında Disneyland’a ziyarete giden dokuz kişi çocuk felcine yakalandı. Birkaç aylık bebekten 21 yaşındaki gence kadar çeşitli yaş gruplarından dokuz kişi. Çocuk felci ABD’de 2000 yılından bu yana görülmüyordu. Birkaç gün önce de yine ABD’de bir doğal parkta piknik yapanlardan bir kişide veba görüldü. Ben bu yazıyı yazarken, Afrika’da son bir yıldır çocuk felci görülmediği haberi düştü medyaya. Pakistan’da da geçen yıldı sanırım, çocuk felci korkulacak bir hastalık olmaktan çıktı. İlk iki haberde hastalığın aşı yaptırmamış kişilerden bulaşmış olabileceği belirtilirken, sonraki iki olay tamamen aşının başarısıdır. Aslında, vebanın bir zamanlar Avrupa’yı nasıl kasıp kavurduğu hatırlanacak olursa, yalnızca bir kişide görülmesi ve yayılmaması yine aşının başarısı değil de nedir?

Solda: 1955 yılında bir hemşire, çocuk felci nedeniyle demir ciğere mahkum olan bu hastaya, ona faydası olmayacak olsa da, gelecek nesilleri kurtaracak aşının müjdesini veriyor. ( Ontario March of Dimes)

Bugün, siz de bilgiye kolayca erişebilirsiniz, daha çocuk yaşta ölümle sonuçlanan, salgın hastalıkların çoğu, dünyanın birçok ülkesi için korkulacak seviyenin çok çok altına indi, hatta yok edildi. Çok değil 100 yıllık bir döngüde (dünyanın yaşını kaç kabul ederseniz edin 100 yıl oldukça kısa bir süredir), bu dünyada bir hastalıktan birkaç milyon insan ölebiliyordu. Bugün en tehlikeli hastalıkları bile bulunduğu kıtadan daha fazla yayılmadan durdurmanın yollarını bulabiliyor bilim. Bunların tamamının temelinde adına aşı dediğimiz, bir hastalığa karşı bağışıklık sağlamak için vücuda verilen, o hastalığın mikrobuyla hazırlanmış madde yatıyor. Her ne kadar hastalık ya da virus denen şeyin kökü tamamen kazınamayacak olsa da (her seferinde bir yenisiyle karşılaşmak da mümkün oluyor), sizler zamanında aşı yaptırırsanız bunlar kabus olmaktan çıkıyor. Denklem bu kadar basitken, en yakınımdaki insanlardan bile hâlâ aşının otizme neden olduğu cümlesiyle başlayan yakınmaları duyduğumda, izin verirseniz çileden çıkıyorum.

Türkiye’de pekçok kişi, aşı ile ilgili tartışmaların KKK aşısının otizme neden olduğu iddialarıyla başladığını düşünse de, aşı karşıtlığı çok daha eski bir tartışmanın kollarından sadece bir tanesi. ABD ve Avustralya’da başlayan hararet, sonunda “aşı yaptırılmamış çocuğun okula alınmaması” ve “aşı yaptırmayan ailelerin çocuk yardımı alamaması” gibi meclis kararları çıkarılmasına kadar giden bir dizi olaya ve bunlar üzerinden süren bitmeyen söz düellolarına dayanıyor. Öyle ki hepimizin filmlerini severek izlediği Jim Carrey, ABD’deki senato kararına tepki olarak bir otizmli gencin fotoğrafını “aşı bir insana bunu yapıyor (onun aklını alıyor)” minvalinde tweete ekleyip ardından pişkin bir şekilde özür diliyor. Bak hâlâ…

Şimdi özetle yazdıklarımı, yazının sonundaki linkten* ayrıntılı (ve eğlenceli) şekilde okuyabilirsiniz;

- Aşı ile otizm bağlantısını ortaya atan kişi, ki iddiası tamamen bir sahtekarlığın ürünüdür, daha sonra özür diledi ve iddiasını geri çekti. Siz de çoktan öğrendiniz ki tartışma aşılarda bulunan cıva ile ilgili. Ama bilmenizi isterim ki konu cıvayla sınırlı değil. Cıva bitti hidroklorik asit başladı, o bitti formaldehit başladı. Yine siz de kolayca öğrenebilirsiniz ki eğer aşının içinde cıva ya da başka benzer maddeler olmasa o aşı hazırlandığı anda kullanılmak zorunda kalır, çünkü ilgili maddelerin korunması mümkün olmaz. Size günler hatta aylar önce üretilmiş aşıyı, tam etkin içerikle birlikte sunabilmenin tek yolu gerekli koruyucuların kullanılmasıdır ve bu maddeler size zarar vermeyecek miktarlarda olup bu miktarlardan çok daha fazlası zaten vücudunuzda mevcuttur. Örnek olsun, kimyasal maddelerin zararları isimlerinde değil miktarlarında gizlidir. Su da bir kimyasal maddedir ve 3 saat içinde 6 litre su tüketerek bu sebepten ölen insan da mevcuttur...

-Aşı karşıtlığı kapsamlı, özenle gizlense de dini referanslara dayandırılan ve ailelerin çocuklarının her türden tedavisine kendilerinin karar vermesi ve tıbbi yardımı reddedebilmelerine kadar giden, çözüm olarak arkasında alternatif tıbbın kandırmacalı yüzünü barındıran geniş bir bilim karşıtı kampanyanın eseri. Burada özetle alternatif tıbba karşı değilim, ama suyun hafızası vardırla başlayan homeopatik dalgaya kökten karşıyım diyeyim.

- Aşı karşıtlığı merkezine aşı üreten firmaları, dolayısıyla güya kapitalizmi ve küresel ekonomiyi alsa da, özünde insanların sağlık konusunda kendi başlarına karar verebilmelerini savunan, bu yönüyle bir yandan bilim karşıtlığı üretirken, bir yandan insan hayatıyla oynayan tehlikeli bir başlık. Unutmayalım ki söz konusu olan sadece bizim çocuğumuz değil.

Tüm bunlardan sonra, size bu fikirlerimizin içinde yaşadığımız toplum ve kültürden etkilendiğini söylerken neden bahsettiğimi özetlesin diye, biraz medyatik bir girdi yaparak iki tane sosyal medya fotoğrafını hatırlatmak isterim. Biri yurtdışından; kadın doktoruyla görüşüyor, yazıda şöyle diyor; “doktor bana içinde kimyasal madde olmayan bir beslenme önerebilir misiniz” ve doktor yanıt veriyor “açlıktan ölmeni tavsiye ederim”. Diğeri ise bizden; hastane fotoğrafının üstünde şöyle yazıyor, kızlar okumasın diyen amcam, eşini hastaneye getirdiğinde kadın doktor sormasını biliyorsun ama…” İki farklı kıtadan ve kültürden, birbiriyle aynı zeminde iki esprili paylaşım, bize temel olarak bilim karşıtlığının gayet politik/ideolojik temelleri olduğunu göstermiyor mu?

Uzun lafın kısası, bunca bilgi kirliliğinde ilaçlara ve aşılara temkinli yaklaşmak isteyebilirsiniz, bu anlaşılır. Ancak lütfen temiz bilgiyi seçmek konusunda biraz daha özenli davranalım. Aşının otizme neden olduğu korkusunu bir yenelim hele. Yok öyle bir şey. İçinde cıva var diye korkmayalım. Bilime güvenelim biraz. Kendimize şunu soralım önce; bundan birkaç yıl sonra çocuk felci, kabakulak, kızamık, veba, difteri ve benzeri hastalıkların kol gezdiği bir şehirde/ülkede/dünyada aşılatmadığımız çocuklarımız yetişkin halleriyle bize hesap sorduklarında ne diyeceğiz?

*Aşı ve aşı karşıtlığı üzerine resimli anlatım için: TIKLAYIN

13 Eylül 2015 Pazar

keçi inadıyla helmelenmiş insanca yaşama dürtüsü

ne zaman buraya geldik, bilmiyorum. hatırlayamıyorum fiili daha uygun kaçardı belki, ancak beynimin her kıvrımından geçen sıvının her bir mikronküp hacminde bu kırk yılı öyle güzel hatırlıyorum ki bir kısmında bir şeyleri bilmiyor olduğum bahanesine sığınırsam aklımdaki yükten kurtulabileceğimi biliyorum. bak ne güzel bağladım cümleyi?!? hakkında ne çok şey bilmediğim onca şeyden bir bakıma özür dilerken, nasıl da her bir ayrıntısını bildiğim milyonlarca şeye karşı sorumluluğumu ortaya koyuyorum ki sonra biriniz gelecek yıllarda yüzüme bakıp "ama sen de suçlusun" derse, günümüzün ve geçmişimizin onca aymaz, akıllanmaz, çapsız kifayetsiz ve tıynetsiz oluşumlarından ayırabileyim beni.

yoksa yaşamak bir o kadar kolay dostum...

abla bi'hamburger alır mısın bana, dedi. aslında ve kesin 7-8 yaşlarında, o sabah akşam süt, arada meyve ve sebzeyle ve en hasından ana kucaklı sevgiyle beslenememişlik yok mu, en fazla 5 gösteriyor. kara saçlar, kara bir surat, çıplak ayaklı kontes gibi de salınıyor. hamburgerin sakıncalarını anlattık biraz. niyeyse! ister çıplak ayak yürüyen bir sokak çocuğu, ister has bakımlı mutlu mesut bir yuvanın tıpta okuyan endamlı genci ol, ister bir mahkemede hak savun, ister kallavi kitapların yazarı ol, hele bir de kadınsın, hamburger değildir korunman gereken, niye demedik?

ne yapsan, her biri esaslı markalardan "canım çekti, ama bu çok modaaağ, bunu da kombinlik aldım cnm" diye alınmış ve asla giyilmemiş toplamı bir araba parası eder gardrobuyla o hemcinslerin ve akranların kadar hakkın özgürlüğün olmayacak senin. sen bu topraklarda ve hatta bu gezegende kayıp bir neslin ürünü olarak ömrünü yarım tamamlayacaksın, göremeden evrenin o muhteşem güzelliğini bile, üstüne korku ve acıyla dolu bir son garanti üstelik! niye demedik?

ama karnın açtı. ilk ve en acil sorunu giderelim bari dedik. biz iki kadın, anca buna gücümüz yetti akşamın o saati belki de. döner ekmek alalım dedik. o kıçıkırık büfede, kendisi de kimbilir asgari ücrete ev geçindirmek için ağustos sıcağında günde 16 saat pişen adamın, paketi sana uzatırken o iğrenen iğrenç bakışı gördü ya bu gözler.

yaşamak, senin yanında, bir o kadar pişmanlık ve utanç kardeşim...

müzik sussunmuş. demiyor mu Ogün Sanlısoy; sen tükanını kapadın mı, çocuğunun doğumgününü iptal ettin mi, düğününden vazgeçtin mi ya da işe gitmiyorum üç gün, personele de bastım izni diyebildin mi de bana laf çakıyorsun demiyor mu? (Tam metni burada) o müzik o insanın ekmek teknesi lan gerizekalı! benim için, birkaç bir araya gelmiş sanatçının "ne olur sanatı susturmayın" çağrısından bir adım öteye geçen duruştur bu.

oturduğun yerden sıkması kolay beybabalar...

tuşlara basarak midenizi boşaltmak, oooh şöyle kızlı erkekli küfürlü küfürlü ortalığı boka bulamak kolay. sen bulanan kanı silebiliyor musun ki üstüne kusuyorsun bir de utanmadan?

sıcacık yuvanda, nefeslenirken taze mısır patlağı kokusunda, hayattaki en büyük üretimin göğsünde uyurken misal, ya da en büyük derdin salona sığdıramadığın oturma grubuyken bugünlerde, sırf HD kaliteli diye kilitlendiğin o LCD ekrandan sana gösterilmemiş vahşi doğunun yahşi batının tüm devr-i-aleminden ah bir haberdar olsan. 

yoksa yaşamak çok ağır biliyor musun adamım...

ben yazarım. kaç kitabımın kaç milyon sattığının hiçbir önemi yok. sen de müzik yapıyorsun. kaç milyonun konserlerinde kendinden geçtiği ya da albümlerinin altın plaklık olup olmadığının da önemi yok. bu işten para kazanmıyor bile olabiliriz. ama nasıl ki emek üreten adam tüm bu yıkıma karşı yapabilecekleriyle sınırlıysa ama eğer yaşamı sürdürmek ve düzelterek ilerlemek için gözleri açık, dikkati pür elinden geleni yapmaya çalışıyorsa, bir grup aymazın yargılamalarıyla hareket edecek değiliz. yaptıklarımızdan utanmamızı, üzülerek elimizi yanlara düşürüp öylece oturmamızı beklemesinler.

sadece bir kez değil her gün, sen de yaşamı yeniden formatlayabilirsin. sen de ne istediğini ya da istemediğini, gerçekten neye ihtiyacın olduğunu ve yaşadığın dünyanın neye ihtiyacı olduğunu kendine sorabilirsin. deneyebilirsin bunu değil mi? yap o zaman. lütfen orada burada bizi yaptıklarımız için eleştirmek yerine takkeyi koyup önüne, bir kez de sen düşün. kırk yılda anladığım şu ki parayla satın alınan her şey çok ucuz. herkeste var üstelik. ama o akıl, o düşünme yeteneği, o birşeyler yapma dürtüsünden ortaya çıkan yapabilme erki, işte o herkeste yok. üstelik paha biçilemez.

sende hangisi var kardeşim?

4 Eylül 2015 Cuma

iletişim 101 dersi kayıtları 1Kasım salonunda başladı...

“Sahile vuran çaresizliğimize üzülüyor, içinizden binbir küfrü basıyor, yine kalkıp AVMlerde eviniz için yeni yepisyeni bir eşyaya bakmaya gidiyorsunuz. Çünkü ihtiyacınız var…”
Bir süredir hayatımda meydana gelen değişiklikler, hazır da hepiciği bir arada oluverince, daha önce de yaptığım gibi, sırası gelmişken, gideyim bari dedim. Bu şehirden, bu ülkeden, sizler gibi “terk edip de gitmek” değil benimkisi. Gitmek sadece. Yani gidince mutlak geri döneceğim bir yer olarak bakmıyorum bu ellere. Kolay mı bu kadar? Evet kolay. Napayım model bu. Size zomzor gelen bu hal, benim için kopkolay. Bir yere, bir eşyaya, bir insana, bir duruma/koşula bağlı yaşayan bikimse değilim. Bu yüzden kolay. Ama olayımız gitmelerin dayanılmaz hafifliği değil.

İşte bu gitme hallerinin bir defasında, buradan (İstanbul) teee New York’a, sonraki sefer oradan (New York) teee İstanbul’a, şıpadanak gelmiş, birkaç yıl sonra buradan (İstanbul) teee İzmir’e hoop diye, oradan da (İzmir) buraya hüpedenek zıplayıvermiştim. Ondan öncesinde ve aralarda şehir içindeki taşınmalarımı da sayarsak, ben yılda bir kez TA-ŞI-NI-YO-RUM. İyi hoş. Bana kolay. Lakin o gitmeler gelmeler arasında giderek ve zamanla beynen olmasa da bedenen çok yorulduğumu fark ettim.

Kardeşim o nedir öyle her seferinde tüm beyaz eşyalar, kıyafetler, kolilerce kitap, mutfaktaki bilmem kaç tane tabak bardak çanak… Taşı taşı bitmek bilmedi. O kadar ki yılda bir kez taşındığımdan bazen bazı kolilerimi açmamış, kimi eşyamı kullanmaya başlamamışken taşınmıştım. Çok az eşyam olmasına rağmen üstelik. Sonunda, annemle karar verdik. Artık sadece fazla kilolarımızdan, sıkıntı veren insanlarımızdan ya da tiviide gözümüze kötü görünen, ruhumuzu rahatsız eden görüntülerden değil, bir noktadan ötekine taşıdığımız eşyalarımızdan da kurtulacaktık. Hem kendi evimde hem onun evinde, son bir yılda elimizin değmediği veya artık taşımak istemediğimiz herşeyden kurtulacaktık. Annem bu yaşında rahat edecekti, bense kuşlar gibi özgür olacaktım. Lakin… İşbu yazının konusu budur.

Elimdeki eşyaları satarak, hibe/hediye ederek, dağıtarak vs bir şekilde azalarak bitirmek istedim. Böylece taşınıyorum dediğimde iki bavul bir koli ile oradan oraya kuşlar gibi uçacaktım, istediğimi yazacaktım, nerde istersem orada yazacaktım. Zihinsel başlayıp fiziksel devam eden bu yolculuk, bana birbirinden kıymetli şeyler öğretti, ayrıca delicesine tespitler yaptım. 140 karaktere sığdırarak tivitir’da rekor üstüne rekor falovır yapabilirdim, feyzbık’ta foturaflı paylaşımnarnan bir ay içinde tüm etrafa yayılabilir, fenomen olabilirdim. Aksine gizli kapaklı kalayım ve sizlerle bunu paylaşayım dedim. (Uzun uzun yazcam, böyle onsekiz kelimeden cümle kurup yetmişiki satırlık paragraftan kriptonik analizler yapıcam oooh mis!)

İkinci el piyasası diye bir şey var. Bu işi yapan kurumsallaşmamış, böyle bir kamyonete eşya toplayıp ondan alıp ötekine satan kimseler var. Bir telefonla geliyorlar eve, zamanında ne paralar harcadığınız eşyalara 50TL ortalama fiyat basıp tüm evi bin TL’ye götürüyorlar. İsteyen böyle bir seçim yapabilir tabii, lafım yok. Annem “kızım,” dedi. “Bir buzdolabını ya da yatağı 50TL’ye vereceksen bari ihtiyacı olan birini bul doğrudan ver gitsin.” Haklı. Ben de tüm eşyalarımı grupladım. İkinci el paylaşım sitelerinden, sosyal medyadan araştırıp uygun fiyatlamalar yaparak, satılacakları listeledim. Hibe edilecekler için çeşitli kurum veya kişileri aradım. Satın almak isteyenlerle kimi kısa kimi uzun görüşmeler oldu. Derken aradan aylar geçti;

İlk, hibelerle başladım. Kıyafetlerimin çoğunu çeşitli kurumlara teslim ettim. İzmir’deyken (2 yıl önce) başlattığım bu furyada tekrar söylüyorum, çoğunuza göre daha az eşyam olsa da ortalama 5 koli kıyafet ve ev eşyası (perde masa örtüsü, yorgan yastık vb) verdikten sonra, vazgeçme özgürlüğünün kıymetini bir kez daha anladım. İstanbul’da da sürdürdüm bu iddiayı. Bundan bir süre önce, sosyal medyada “satın almayın, tüketmeyin, paylaşın” mottolarıyla hızla yayılan grupları görünce sevinmiştim. 72 ekran tüplü televizyonu kimlere kimlere söyledim, ne kurumlara haber verdim de kimselere hibe edemedim… Çünkü, dediler çevremdekiler, şimdi gidiyorsun onsekiz takside bilmem kaç ekran plazmayı LCD’yi alıyorsun, naapsınlar o eski model televizyonu… E hani tüketmicektik paylaşcektik? neyse. Sonunda tanıdığım, sevdiğim bir abi “bizim atölyeye koyarız veya ihtiyacı olan bir aile olursa veririz” dedi, buldu da o aileyi.

İş hibelerden satışlara gelince araştırmalarım ve izlenimlerim beni bambaşka dünyalara götürdü.

Şuursuz alışverişlerimiz: Bir şeyin yazıma konu olması için beni sinirlendirmesi gerekiyor. Evet, şimdiki tespitim yazının yazılması için gazı verendir. Diyelim ben elimdeki masayı satmak istiyorum (artık biliyorsunuz, bunun tek nedeni gidecek olmam). Diyelim az veya orta kullanılmış, diyelim ki piyasada bilinen bir markanın ürünü (homstor değil anam ikeya beya). Diyelim ki ben sıfırı 200TL olan masaya 100TL fiyat biçtim ve sosyal medyaya sundum. Pahalı bulabilirsiniz. Tamam. Masayı beğenmeyebilirsiniz. Buna da tamam. Ama kardeşim, “ya bunun nakliyesi çok para tutuyor, gel ben sana 10 lira vereyim anlaşalım” nasıl bir şuursuzluktur? Ya da “ben bunu almak istiyorum, yarın nakliye aracıyla gelirim” deyip sonraki günler ortada görünmemek nasıl bir ezikliktir? Ya da anlaştığın ürün için teslim almaya gelince kapıda “nakliyeyi daha ucuza ikna edemedim, siz 50lira indirseniz olmaz mı” cümlesini nereye monte edelim? Mağazada satıcıya söyleyemeyeceğiniz şeyleri biriktirip biriktirip bize mi patlatıyorsunuz anlamıyorum ki? Hepinizin İletişim 101 dersine ihtiyacı var, diyerek çıktım işin içinden (bir arkadaşımın kulakları çınlasın, o der bu lafı).

Doğadaki karbon iziniz: Ekonominin giderek sarpa sardığı günümüzde, sıfır eşya almak yerine ikinci el az kullanılmışını bulmak, paranızı cebinizde tutar. İyidir. Ama daha iyi olan, doğaya daha az karbon izi bırakmak. Kısaca ne kadar az eşya tüketirseniz o kadar iyi. Bence yani. Benim için ikinci elin gerçek anlamı bu. Lakin hala kriz var denmesine rağmen AVMlerde ve mağazalarda sürekli bir alış halini gördükçe düşünüyorum. Acaba yanılıyor muyum?

Kurdalesi açılmamış umutlar: Yanılıyorum demeyelim de hala gidecek çok yolumuz var diyelim. Birincisi, eşya yenilemek veya dekora uyduramamak gibi nedenlerle elindeki eşyayı satanlar var. Diyorlar ki yerlerine yenisi alınacak. İkincisi ve daha vahimi, elinde sıfır yani hiç kullanılmamış/giyilmemiş eşyaları olanlar var. Bunlar sandığınızdan da fazla ve trajik. Bana öyle geliyor en azından. Tamam, hayatın boyunca bir tane bir şeyi almışsındır, sonra bir nedenle onu kullanamamışsındır ve şimdi bir başkası faydalansın istiyorsundur. İyi de bir kadının (genelde kadınlar ne yazık ki) gardrobunda etiketi çıkarılmamış yani hiç giyilmemiş kaç tane kıyafet olabilir? Bunların kaçı bedenine uygun olmayabilir? (demek ki kilo aldın/verdin demek ki onca zaman giymeden tuttun onu orada.) Kutusundan bile çıkmamış kaç tane elektronik eşyası olabilir bir erkeğin? Bir Xbox 360 alındıktan 1 hafta sonra “yeni modelini aldık da” iddiasıyla nasıl satışa konur? Benim bildiğim, iki kezden fazla giyilmemiş bir dolu kıyafeti olanlar çocuklardır (6 yaşa kadar belki) ve bir elektronik ya bozulur ya da artık demodedir/teknolojisi eskidir vb. Başa dönelim, bu ekonomik krizde, doğayı korumak bıdıbıdı diye bağıran bu kadar insan/kurum varken, evi değiştirdik koltuk takımını da değiştiriyoruz, yeni evimiz azcık dar o yüzden eski buzdolabını satıyoruz yenisi geldi vb diyen kaç aile olabilir? (ve bunların sadece sosyal medyadan gelen veriler olduğunu hatırlayın. Sosyal olmayan mecrada ve ikinci el piyasasında kaynayıp giden kaç bu kadar daha eşya var kimbilir!)

Şimdi tabii bu son söylediğime, “Zekasıyla rezil olan insanlar ülkesi” yazımda anlattığım gibi, Etiler’in meşhur bir sitesinde şahit olduğum üzere, aşırının aşırısı zengin olup da yeni evinin salonunda görmek istemediği için oymalı kakmalı koltuk takımını kapının önüne bırakan küt sarı saçlı meçli teyzeleri dahil etmiyorum. Onlar ayrı. Söz konusu, sen ben gibi, orta gelir, azcık ortanın üstü gelir insanlarında bildiğin moda bu! Yepisyeni eşyalar satılıyor. Expat değiller, yabancı misafir falan değiller, bunların hepsini eledim bu eleştiriden. Bahsettiğim, satılan eşya da değil. O eşyayı bir zamanlar alırkenki ruh hali. Gece elbiseleri, mayolar, traş makineleri, saatler, vazolar, dekoratif bir dolu eşya, mutfaktan tepsiler, tencereler, aklınıza ne gelirse… Şu anda öyle bir satış hali var ki, eğer bir ev dolusu eşyaya ihtiyacınız varsa, bunun da piyasadaki ortalama toplamı 30bin TL civarındaysa (daha yeni bir arkadaşım evlendi ve bu kadar masrafları oldu bir ev eşyasına-Tepe Home da değil hani!), inanın ikinci el satanlar arasında, sıfıra yakınları bulup 5bin liranın altına tamamını alabilirsiniz.

Bu tespitin acı tarafı madalyonun öteki yüzünde gizli. Belki de insanlar, gerçekten gereksiz yere, bir depresyon anında veya gaza gelip aldıklarını değil de aslında kullandıkları eşyayı, bütçe yaratmak için satıyordur. E bu daha acı ya? Demek ki ekonomi size söylenenden daha kötü. Demek ki topyekün batıyoruz... Niye hala uyanmıyoruz? Niye hala düzen düzgün gidiyormuş gibi davranıyoruz? Bence düzenin hiç de düzgün gitmediğini anlamak için sahilde boylu boyunca yatan Suriyeli bebeği beklememiz gerekmiyordu. Bence uyanmak için gözümüzün önünde bir dolu örnek vardı. Görmek istemiyoruz. Tespit yapılması ve önümüze serilmesi hoşumuza, şapkayı önümüze koyup “lan biz neediyoz” demek zorumuza gidiyor.

İletken iletişim
Çekilirken, kendim için doğru olanları yapıp yaşadıklarımdan gördüklerimi yazıyorum (tarzım bu bebeyimler). Belki okuyanlarınız vardır. Bu kez gözlerini medya denen pespayelikten bir an ayırıp da gerçek hayata dikenler olabilir. İletişim çok önemli. Kendinizle iletişim en önemlisi. Başlatacağınız değişimle yanınızdakini tetikleyip etkilemeniz ise kaçınılmaz.

Gideceğim yeni yerde, neredeyse hiçbir şey bana ait olmasın istiyorum. O zaman ben kendime sahip olacağım çünkü. O zaman daha iyi yaşayacağım, daha iyi yaşarsam daha iyi yazarım. Sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da hafifliyorum, bunu hissediyorum. Çünkü vazgeçmek özgürlüktür. Çünkü asıl çaresizliğimiz, o küçücük beden sahile vurduğunda değil, biz aynadaki egomuza yenildiğimizde başladı. Bir oturun hele. Kendinize sorun. Sormazsanız, şarkıdaki gibi, asıl o gün tükeneceğiz...



“Sahile vuran çaresizliğimize üzülüyor, içinizden binbir küfrü basıyor, yine kalkıp AVMlerde eviniz için yeni yepisyeni bir eşyaya bakmaya gidiyorsunuz. Çünkü ihtiyacınız var…” Var mı gerçekten?

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Gönül devletinin dördüncü beşyıllık evlilik planı

“Sayın hedehödö ailesi tarafları,
20 Temmuz 2009 tarihinde attığınız imza ile gayet ayık kafaya evet dediğiniz evlilik akdinizde 5. Yıl dolmak üzeredir. Evlilik vizenizin 5 yıllık uzatımı için imza beyanlarınızı yenilemeniz gerekmektedir. Bu amaçla 13 Temmuz 2014 sabah saat 09:15’te dairemiz sekreterliğine müracaatınız…..”

Neden evlenme cüzdanlarının son kullanma tarihi yok, olsun bence, deyiverdi. Cümle kulaklarımdan beynime duhul ederken bir kahkaha patlattım. Haklıydı. Haklıydı da bu bir cümlelik hayat dersini size aktarmam o kadar kolay olmayacaktı. İki kez evlenmişti, iki kez boşanmıştı. Üçüncü olur mu bilmiyordu. Kalıplara sıkıştırılmaktan yorulduğu için sadece gözünde fer gördükleriyle konuşuyordu. Çok müthiş beynim ışıldaklanmıştı dinlerken, kafası bildiğin benim kafaydı. Nasıl anlatayım… Bak şu son kullanma tarihini mesela, açayım biraz.

Şimdi diyelim bulduk hayırlı kocayı. Diyelim bastık nikahı. Hemen “ama sen de yani kime göre neye göre, ne nikahı, belki ben…” diye saydırmayın. Susun bi’yol.

Diyelim bulduk hayırlı kocayı. Bastık nikahı. Ne kadar seksistim değil mi? Bulduk hayat arkadaşımızı da aşık olduk da evlendik demek gelmedi içimden, ne var?

İşte tam orada başlıyor her şey. Ne nikahın resmiyeti, ne evliliğin kurumsallığı, ne de evlenme olgusunun nikahla birleştirme mecburiyetli mahalle baskısıyla falan bir derdim yok. Ama size anlatacağım şey evlenme cüzdanı olduğundan, bazı kabullenimleri baştan belirtmekte fayda var. İşte o yüzden…

Diyelim bulduk hayırlı kocayı. Bastık nikahı. İster sapsadeli ve diz üstünde beyaz saten elbise, ister Kate Middleton’un 400bin dolarlık gelinliğinden, başında fransızdüşesicedantelli duvağın, elinde ister minnak bir buket hazırcı gelinlikçilerden, ister Nişantaşı madamasında satılan Puket adasından getirtilme 750 dolarlık tuttifrutti çiçeği. Artık sen bu düğünü kaça mal edersin, kendin nasıl bir şeye dönersin orası seni ilgilendirir. Bastın mı nikahı? Tamam. Beni ilgilendiren de bu noktadan sonrası. (süper evlenmeli hikaye var da sonra yazcam onu söz!)

Sevdiğin insanla evlenmek, yani bir bağlılık bir söz vermek. Peki bu sözün kendisinin, evliliğin süresi ile ilgili bir bağlayıcılığı var mı? Yani birgün işler ummadığın gibi gittiğinde, hani belki sen değiştin, belki başka olaylar girdi araya, belki de 30ların öncesi sevdiğin adamla 40ların civarında baktın ki beklentiler ve benzeri bazı ortaklıklar bitti? Napıcan bacım? Aççan davayı. Tebi tebi bekara karı boşamak kolay! (ne kadar seksist değilim, bu lafın kendi o kadar seksist).

Bakın ben bunları aman evlilik kutsal susun oturun, ya da aman tu kaka hemen boşanın diye düşündüğümden söylemiyorum. Baştan da dediğim gibi, ya da doğrusunca ifade edersem evliliğe inanan biri değilim zaten. Yazının girişindeki cümleyi şıpadanak anlamam ve anlayışla karşılamamın nedeni de budur. Lakin bir şeyi değerlendirmek için, hem varlığını hem başkaları için geçerliliğini kabul etmek gerekiyor. Geçerlilik. İşte asıl mesele bu. Şimdi diyelim evlendin ve bir süre sonra işlerin iyi gitmediği ortaya çıktı. Aman beee, inanmıyom ya ille batıracam… Ben evliliğe değil, bir kadın ve erkeğin, kendilerinde birtakım dinamikleri sürekli değiştirip yenilemedikçe, 3-5 yıldan daha uzun süre aynı ufka doğru bakmalarının imkansız olduğuna inanıyorum. İnanmıyorum da bunu görüyorum diyelim. (Kendimde görüyorum asıl, sus sus)

Burada anahtar kelime ne? Kendinde yapacağın dinamik değişiklikleri. Yapabilir misin? Tarihi soru da bu işte. Herkes yapamaz ve yapmak zorunda da değil. Bu arada, hemen lafı gediğine bırakayım; bir insanla evli olmanız onu sevdiğinizi göstermediği gibi, birini sevmek için evli olmanız da gerekmiyor. Sevgi, aşk, güven gibi duygular çok uzun yıllar yaşayabilecekken, kurumsallaştırılmış her şey ölü doğan bebek misali. Bu yüzden peşinen söyliim evlenmeyince evde kalmıyorsun, bak bana, tam 27 yıldır evden ayrıyım, nooldu ibibikler!

Çıkmaza giren evliliklerde ilişkiyi yürütmeye çalışmak, kurtarma operasyonları vb çoğu zaman işe yaramıyor. İnsanlar değişiyor, hayatlar, gündem, tüm dünya değişiyor ve sen, eğer eşinle birlikte bir senkronize değişim geçiremiyorsan, darbe oradan geliyor. Geçelim tüm bu detayları, bakalım ne olduğuna. Evlilik bitti. Boşandın. Peki suçlu kim? Uzmanlar ne söyler bilmiyorum, ancak bence çıkmaza giren evlilikler boşanmayla sonuçlanıyorsa suçlu aramaya gerek yok. Sonuçlanamıyorsa o zaman bu evlilik/nikah ve işareti evlilik cüzdanını ortaya atanlara birkaç sorum olacak sayın hakim.

Birincisi, bu iki kişiye evlilik cüzdanını verme nedeniniz, kanun ve toplum nezdinde onların artık bir aile olduğunu, aynı evde yaşayabileceğini, sarılıp öpüşebileceklerini, çocuk sahibi olabileceklerini belgelemek. Ya da buna benzer ve daha sosyolojik/ekonomik/siyasal birçok neden sayılabilir. Peki o zaman, bu iki kişinin birbirini sevmesini de garanti ediyor mu elinizdeki cüzdan? Hayır.

İkincisi, bu cüzdanı verdiğinizde bu kadınla adam 30larının başındaydı. Aradan geçti 5 yıl. Bi’sordun mu abi nasılsın, abla mutlu musun, o cüzdanı alırken gülümsediğiniz gibi gülebiliyor musunuz hayata, ya da ne bileyim bi’sordun mu abicim sen beş yıldan sonra, ilk günkü gibi mi davranıyorsun karına, pşşt abla sen peki bu adamı ilk günkü gibi seviyor musun? Dedin mi? Daha doğrusu bunları sormak yetki ve niyet alanında mı? Hayır.

Üçüncüsü ve can alıcı sorum şu; Madem sen bu evliliğin gidişatı adına hiçbir hükme sahip olmayacaksın, madem bir tür ehliyet, bröve ya da pasaport gibisin… o zaman neden evlenme cüzdanlarının bir son kullanma tarihi yok? Ver cüzdanı 20 Temmuz 2009’da. 5 yıllık. 2014 Temmuz ayının 1.günü bir email, SMS ya da posta gönder.

“Sayın hedehödö ailesi tarafları,
20 Temmuz 2009 tarihinde attığınız imza ile gayet ayık kafaya evet dediğiniz evlilik akdinizde 5. Yıl dolmak üzeredir. Evlilik vizenizin ikinci 5 yıllık uzatımı için imza beyanlarınızı yenilemeniz gerekmektedir. Bu amaçla 13 Temmuz sabah saat 09:15’te dairemiz sekreterliğine müracaatınız…..”

Yani demem o ki, koyacaksın evlenme cüzdanlarına son kullanma tarihi, göndereceksin ihbarnameleri zamanında, gelen gelsin, atsın imzayı uzatsın süreyi. Ha baktın ki gelmiyorlar mı? Düşsün nikah. İsteyen uzatır evliliğini isteyen uzatmaz. Hem bu vize kuralı nedeniyle insanların gözden geçirmeleri, değerlendirmeleri, dubibakalımcılık, bibeşyıldahacılık artarak gider ve birçok evlilik kurtulur? Ne dersin? Nasılsa bir cüzdandan bir ehliyetten farkı yok, o zaman bu evlilik kurumunun bir tür geçerlilik tarihi olsun.

Hem biraz da iyi tarafından bak (yanlardan kes şöyle oooh tam ızgaralık). Evlilik vizesini yeniletmemek boşanma davası açmak kadar moralmanını bozmaz. Nebliim mesela çevreden boşanma davasına “nası yaağnı şimdiiaaa dul musun seeeaaağnn” lafını yemek yerine, “aaay nası yaniiiee biz vizeyi yeniletmedik miii? O zaman kocamınan nikaamız düştü. Aman şimdi kim gidip yeniden nikaa olcek, çook pahalı gelinlik felam. Bakarız biara” gibisinden yirmibirinci yüzyıl ağzı kaytarmalar mümkün olabilcek. Kimse size kızmicek çünkü boşanma davası açmak bir iradedir, vizeyi yeniletmemek bir unutkanlık. Peeeh, ocakta yemek unutmuş insanlarız biz noolcek? Sonra görüyoruz, işte bunlar hep “ikinci kocadan da döndü”, işte bunlar hep tükürmeli ayrılık… Bırak gelsin, sal sal sal.


Evliliği kutsadığımdan değil. Bu yazı evlilik karşıtı olarak da yazılmadı. Lakin civarımda tüm kadınların mutlaka evlenmesi ve kesinkes çocuk doğurması gerektiğine bilincinin alt ve üst raflarında inanmayı sürdüren o denli insan var ki netleştireyim dedim. Tam evlenme üzerine kavramsal kuramsal dinginlik içermeyen bir yazı yazacaktım ki bir kahvehanede (hemen belertme gözlerini, kıraathane demedim!) karşılaştığım bir kadın işbu yazı konusu vize meselesini ortaya atıverdi. Ben de evliliğe çemkireceğime, onu kurumsallaştıranlara haykırayım dedim. Verin 5 yıllık vizeli gözden geçirmeli evlilik cüzdanlarını, bak bi’dene bekar kalıyor mu…

12 Temmuz 2015 Pazar

bir nirvanaya erme modeli olarak call centerla mücadele (ısrar ederim, iyi dans ederim)

Başlığa bakıp da call center mücadelesi hakkında kan, gözyaşı ve emek dolu bir yazı bekleyenlerin hayal kırıklığına uğrayacağı, ancak yıllardır firmaların tüketim çılgınlığı sayesinde arttırdıkları kârlarına kâr katmak için her yolu deneyerek eze eze bitiremediği, canını yidiğim yirmibirinci yüzyıl türkiyesinin benim gibi mağdurları için zafer nidalarıyla dolacak uzun ve neşe dolu bir yazıda daha beraberiz (oha cümleye bak!)

Tamam kısadan hisse verelim. Diyelim bir telefon hattı aldınız, diyelim ADSL bağlattınız vayvayvayırlıs hem de! Ya da belki kablolu TV sistemi, efendime söyliim teknolojinin nimetlerinden faydalanabileceğiniz bişeler bişeler aldınız. Bakınız, cümlenin içinden duble yol gibi geçiyor tüketim. Önce tüketiyorsunuz yani. Ya da bütün bunlar olmadı da siz gittiniz en elzem ihtiyacınızı en hesaplı şekilde bir yerlerden bulup buluşturup aldınız. Farketmez. Aldınız. Tükettiniz yani. (Dur be kardeşim, daha dün aldım ne zaman tükenmiş olabilir ki) Sonra? Vay sen misin tüketen. Kelimenin adlı adınca, sanki siz bir hizmeti ya da ürünü, aldığınız gün böyle sanki Borsa lokantasında tabağa önce krakerlerle temel atıp sonra kısır, amerikan salata sonra sırasıyla bütün kaplardan doldurduklarınızla gökdelen dikmişsiniz de, 200gram salata fiyatına 4 kilo salatayı götürmüşsünüz, dibine kadar sömürmüşsünüz gibi, dayanıveriyorlar kapınıza. Yok yok daha da kötü. Siz daha hizmeti aldığınızı beyan eden kelimeleri ağzınızdan döker dökmez, çörekleniyorlar tepenize. Yıllarını beyaz yakasından çekiştirile çekiştirile perperişan geçirmiş eski-ben gibiler için sisteme tam kölelik anlaşması anlamına geliyor bu.

Hatırlayın, şöyle on yıl önce, başımıza gelen en büyük olay, misal adı DolandırCell olsun, bir gsm operatörü firmasının önceki ayın faturasına zaten yansımış son beş altı görüşmeyi, bu ayın faturasına yansıtıp sizi düdüklemesi idi. 3 lira beş lira ama onyüzbinmilyon aboneden trilyar ediyordu. Evet duyduğum enbi boktan kazık böyle birşeydi. Hemen örgütleniyorduk, aman diyorduk, dökümlere iyi bakın! Vayanasını ne kadar para obçim para! Hatta Tarımdan sorumlu banka emekli maaşlarını öderken hesaptaki misal 20TL’nin altındaki tutarı ödemiyordu, böylece herkesin hesabında beş on para kalıyordu bir üç ay daha. (Siz bilmezsiniz vadesizde kalan paradan ne paralar kazanır bu bankalar.)

Şimdiki dolandırıcılıklar? Döküm almak parayla misal. Bankaların kredi kartı bedeli olarak yıllık aldıkları paralara itiraz edebilmeniz ve geri alabilmeniz için tarihsel döküm almanız (yani o paraların tahsil edildiğini yazılı olarak kanıtlamanız) ve bunun için de para ödemeniz gerekiyor. Ya da... Geçmiş bütün yılların ekstrelerini atmamış olup hepsini teeek tek bulup... E hani artık basılı ekstre olmayacaktı da ağaçları kesilmekten kurtaracaktık? Tepenize İ.Melih Gökçek’in angaranın göbeeene diktiği t-rex düşsün emi!
Uzun lafın kısası, hepinizin hayatında en az bir kez, en kısası onbeş dakikadan az olmamak kaydıyla, bir müşteri hizmetleri hattıyla yaşanmış travmatik bir görüşme olmuştur. Olmuş olmuş, yoksa şimdi gözler çipil çipil ekrana kilitlenmiş halde “ahan da aynı ben!” bakışıyla bu yazıyı okuyor olmazdınız.

Bu yazımda sizlere, yaşanmış öykülerden kazanılmış zaferlerle bir geçit resmi yaşatacağım. Sona geldiğinizde, her seferinde eliniz telefona gidip sonra vazgeçtiğiniz bu call centerla mücadele meselesinin sizin için de destansı bir hikayeye dönüşebileceğini göreceksiniz. Bayrakları açın kardeşlerim, konfetiler benim için... (bayılırım böyle konfetiler başımdan dökülürken, Oscar alıyormuşum edasıyla etrafıma hııııh bakışı atıp kırmızı halı üstünde yürümeye. Son yıllarda sıkça gördüğüm bir rüyadır).

Yıllar önce, bir firmada eğitim departmanında çalışırken, çok büyük bir vakıf eğitim sonrası aylar geçtiği halde ödeme yapmadığından patronumuz bana, “sen muhasebeci gibi arayıp konudan habersiz olarak faturanın ödemesini sorabilir misin bakalım ne diyecekler, vakıf başkanı beni oyalıyor” demişti. Ahizeyi kaldırdım, sekreterliğe vakıf başkanının adını verdim, eğitimle ilgili aradığımı söyledim, doğrudan bağladılar, ben de kibar kibar dedim ki “sizin gibi ülkece bilinen bir vakfın, düdük kadar bir faturayı ödeyemiyor olmasını bu piyasanın kaldırabileceğini sanmıyorum” böyle birşey dedim. Yani dedim ki ya o parayı hemen ödeyin, ya da ödeme aczinde misiniz psikolojik olarak aciz misiniz nesiniz herkes öğrensin. Ama bunu o kadar Suzan Avcı ya da Lale Belkıs gibi söylemişim ki ertesi sabah ödeme geldi. Patronum, sonraki tüm bekleyen ödemeler için beni görevlendirdi. Eğitime özel şoförlü BMW ile gelen ama ödemesini 3 ay geciktirmeyi başaran süslü abladan “ay bebeğim sen de çok alemsin”ler arasında tahsilat yapmışlığım var.

Demek ki ben, beyaz beyaz yakalarımla çalışırken, emrinde olduğum kurumun tahsilatları konusunda böyle canavar kesilebiliyordum. Ama iş kendime gelince... Aslında her şey yıllar önce Adana’ya uçak bileti almak için DumurAir acentesinin kapısından girdiğimde başladı. Dışarıdaki tabelada (örnek olarak veriyorum) 69TL yazan bilet fiyatı, içeride tam ödeme sırasında 89 liraya ulaştı. Ben de itiraz ettim... Etmez olaydın (dedi DumurAir yetkilileri eminim). Adana’ya gittim geldim, sonra sanırım bir ay boyunca her gün DumurAir’i aradım. Mücadelemin sonunda para iadesi alamadım. Çünkü o yıllarda DumurAir’de çalışan bir tanıdığım, durumdan kendisi de rahatsız olmuş ki “ya gel şunu halledelim, yapma böyle” gibisinden tersine bir arkadaş hatırı kullanmak istedi, ben de hem onu hem DumurAir’i sildim (aradan 13 yıl geçti, bir daha DumurAir ile uçmadım.) İş arkadaşlarım bu konuşmalara şahit oluyorlar ve bundan belki de bıkıyorlardı. Kim 20TL için bu kadar uğraşırdı ki? Aman yaaa uf bi’bitmemiş gitmemiştim. Ama göremedikleri bir şey vardı. Haklıydım. Çok zoruma gitti bu hakkını yerde bırakabilme lüksüne sığınan arkadaşlarımın rahatlığı. Oysa onların o şirkette o kadar güzel bir ortamda çalışıyor olmaları (öyle diyorlardı) benim şirkete karşı verdiğim hak arama mücadelelerinin bir sonucuydu. Hepsi kazanılmış haklardı, ben gidince eriyip gittiler. Arkadaşlarım bunu fark etti mi bilmem. Ama ben akıllandım.

Nasıl bir hırs yapmışsam demek! O gün bugündür hiçbir yerde hakkımı bırakmam. Minibüse bindiğimde 5 kuruşun hesabını sorarım. Yanlış okumadın, 5 kuruş. Bildiğin hani şu en minnak madeni para. Sorarım çünkü bütün hak yeme hikayeleri (trilyonluk olanlar dahil) burada başlar. 5 kuruşta. Sen bir kez hakkın yenmesine izin verdiğinde. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı demeyi biliyorlar, biliyorsunuz, duyuyorsunuz her yerlerde. Söz konusu bir tüysüz yetimse orada dur bakalım, ben de yetimim lan!

Tam 15 ay boyunca aynı yolu gittim, sabah akşam. Aylardır 1,65TL olan kısa mesafe ücreti için verdiğimiz paradan arada sırada 1,75 alıyorlardı. Aynı diyaloglar, her sabah, her akşam. “ya 1,75 oldu ücretler!” diye çıkışıyorlar ama ben ısrarla laf sayınca vazgeçip parayı veriyorlar, artık öğrendim. Para üstü gelmiyor mu? Net ol. İste. Önce zam geldi diyecek, birkaç hafta içinde cümleler “siz kaç para verdiniz ki orası zaten o kadar değil miydi”ye dönecek. Bir ay sabredersen şoför sen binince (artık aynı minibüsler aynı yolcular, tanıdın de mi?) hemen hazırlayacak para üstünü. Üstüne “üçkuruş paranın hesabını mı yapıyorsun cık cık cık” diyen papucumun kenarı yolcular var, inanamazsın. Cık cık eden olursa “teyzeee ben o üçotuz parayla sekizatmış kere gidip geliyorum bu yolu biliyon muuuu” gibisinden bir lafı savuruyorum bir bakmışsın teyze erör vermiş. Bir keresinde “para üstü vardı” dedim, “ne kadar” dedi şoför. “5 kuruş” dedim. Güldü genç bir adam. Şoför de güldü ve parayı gönderdi. Sonra biri parasını gönderirken yere düştü, yolcu panik oldu, yerden almaya çalışacak, nefes alınmıyor minibüste. “Şu abi versin eksiği, zengin o” dedim ben. Dedim. Adam mor mor baktı bana. Yoksa minibüsün iç ışıklarından mı artık bilemem, geçmiş gün öyle kalmış zihnimde. Geri kalan yolcu takımı gülüyordu ama. Gece gece eğlenmedik mi dürüst olun!

Sadece minibüs değil. miiiitiiinet, zuferonline, kikiturk, turkmelekon, bankaların bazıları. Bunlar bana kazık atmış, haksız yere çeşitli ücretler alıp sadece kendilerini inandırabilecekleri saçma bahanelerle meselenin üstüne yatmış firmalar. Hepsini ifşa ediyorum. Hepsiyle travmatik düzeyde mücadele edip takıntılı bir mücadelenin sonunda her birinden 290, 600, 300, 275, 67 ve benzeri Türk Liraları karşılığı bedelleri GERİ ALDIM. Evet, bayıla bayıla ödediler. Peki, nedir onlara havlu attıran? Yani çok düşündüm bunu. Acaba diyorum, bu call centerlarda ben artık yirminciye aradığımda, koltuğundan hışımla kalkıp “eeeğğh yine mi bu kadın! Verin istediğini de sussun yahu!” diye kriz geçiren bir yönetici mi var? (istatistik olarak arkadaşlarımdan en az 3’ü böyle düşünüyor) Ya da acaba call centerlar arasında bilinen bir googledocs ya da cloud hesabında belalı müşteri listesi paylaşımda da oradan beni bulan veya yeni teknolojiyle ekranında adım çıktığında blink blink diye ışıklar yanıp sönen, viyuvv viyuvv diye alarmlar çalan call center çalışanı “kaçılınnn Arzu geliiiiee” diyor da hemen çözüme mi gidiyorlar? (istatistik olarak arkadaşlarım arasındaki anlamlı bir yüzde kesin böyle düşünüyordur) O diil de komşulara çokayıp oldu...

Benim bu mücadeleme şahit olan İzmir-İstanbul hattı üzerinde birkaç arkadaşım var, dediklerine göre “benim call center görüşmelerim hayatlarının en eğlenceli takiplerinden biriymiş.” Bir başka İzmirli dostum da şirket hatlarındaki hataları bir türlü düzeltemeyen gsm operatörü call center çalışanına telefonda söylediklerimi dinleyip “hayatımda böyle kibar bir cana okuma görmemiştim” demişti. İşte istatistik olarak anlamlı yüzdeler buralarda gizleniyor. Kulaklarınız çınlasın, bunlar ne ki! Yetimim ben hatırladın mı? Hakkımı yerde bırakmam. Çünkü ben hakkımı yedirirsem bütün haklar yenir.

Pasif agresif tipolojiden progresif hedonizme geçiş
Önceleri, haftalar sürüyordu bu call centerla mücadele etme meselesi ve psikolojik olarak yorucuydu (şaka değil, Ttnet 290TL’lik haksız bedel iadesini 13 ay sonra yaptı. Ama yaptı). Bir arkadaşım, altıncı aydan sonra “bu adamlardan şikayetçi olan çok insan var, aylardır uğraşıyorsun kendine zarar veriyorsun, boşver” demişti. Bir başkası da “sen hayata negatif bakıyorsundur o yüzden bunlar hep seni buluyordur” yorumuyla, homeopatiye verdiğim bol kahkahalı tepkinin ardından ikinciliği alır. Sen nerdesin ben nerdeyim? Bakış açısı sen nelere kadirsin...

Şimdilerde palazlandım. Yeni yöntemlerim var. Yeni sloganlarım, yepisyeni dillerim. Ay bi’beş dilli, ay çokbi’havalı atarlarım var. Hiiiç sinirlenmiyorum artık. Böyle pamuk gibi, önce planımı yapıyorum, mahallenin Belkıs ablası gibi bir bir aklıma diziyorum sözlerimi... Bileziklerimi sıvıyorum şöyle dirseğime, bir girişiyorum kısıra... Bunu bunu da söylemezsem kız günümde kekim sönsün, böreğimin dibi tutsun valla! Sonra açıyorum telefonu... Hşşşt sen bana bak bi.

En son, hattıma tanımlanmış kampanya bittikten sonra, bedavadan 300 dakika tahsisine devam etmişler (ama hattı kullanmadığımdan bu bedavaların bir saniyesine bile elimi sürmemişim) ve aradan on ay geçince “ahan da biz nettik” deyip o dakikaların karşılığı bedeli bana yansıtmışlar, ne bir email ne bir haber... Bababababa! Lan ibişler! Demedim tabii. Gayet şuh Catherine sesimle “kullanılmayan bir hatta, onayımdan geçmemiş dakikalar tanımlamanız ve bunu kampanya bittiği halde ısrarla yapmanız sizin salaklığınız, lütfen bunu hemen düzeltin” dedim. Aynen bunu dedim. O kadar. Sanırım googledocs’taki belalı müşteri listesi yine çalıştı ki bir hafta sonra özür dolu bir email ile bedelin iadesinin yapıldığını bildirdiler.

Uzun uzun yazabilirim daha. Sanmayın ki bitti. Sanmayın ki artık kazık yemiyorum. Ne maceralar geçiriyorum bir bilseniz... Ama en önemlisi, artık o kadar hazırlıklı, hazırcevap, nüktedan ve rahat biri oldum ki herhangi bir kurumdan/şirketten hizmet/ürün kazığı yersem hiiiç sinirlenmeden hemen bendeki ürün/hizmet paketini açıyorum. Bakıyoruuuuz evet, sizin için uygun klinik metot bu. Hemen uygulamaya geçiyorum. Elbette klinik çalışmalarda kimi zaman eğitim zaiyatı mı diyolla onlardan oluyor. Ağzımdan çıkan benim kulağıma geliyorsa da karşı tarafın sağır olduğu durumlar yaşanmıyor değil. O zaman da, artık nasılsa bir kez mücadeleyi kazandım yine kazanabilirim güveniyle, işi dalgaya vuruyorum. Bu noktaya gelmek için şaka değil en az on yıllık bir tecrübeden geçtim. Hizmet gibi görünen bir dolu kazığı ortaya çıkardım, haksız alınan bir dolu ücreti geri aldım. En önemlisi de ne olursa olsun haksızlığın karşısında sessiz kalmadım. Belki herkese yetişemedim ama kendime de haksızlık ettirmedim.


Şimdi elini böğrüne koy kardeşim. Bugüne kadar yediğin kazıkları düşün. Sonra haksızlıkları. Şimdi bunları topla, alt alta yaz. En eskilere müdahale edemeyebilirsin ama güncel olanlarına hemen. Hemen! Haksızlığa dur de. Aç telefonu, git tüketici mahkemesine, ısrar et, dans et. Peşini bırakma. Çünkü sen göz yumarsan haksızlık hak olacak. Eskiden de böyleydi bugün de böyle dedikleri şey, haksızlıkların olağanlaşması ve güçlünün (ya da zorbanın) hep kazanması değil. Unutma kahraman olmak için ille de büyük olmak gerekmez. Sen şimdi bu gazla ayna karşısında son cümlemi tekrarlarken, ben de aşı karşıtlığı ve vazgeçme özgürlüğü üzerine yazacağım yazılarım için transa geçeyim (şaka şaka majör depresyon konulu 164 sayfalık bir akademik çalışma okuyorum, formum bozulmadan sen en iyisi mi buraları terket. Hadi bakıyim selametle!)

19 Haziran 2015 Cuma

Biz aslında yoğuz

Gökyüzüne baktığınızda, eğer birkaç dakikadan daha uzun süre bakmayı sürdürürseniz, hele bir de bunu gece vakti yaparsanız, zaman kavramından giderek uzaklaştığınızı, önce gözlerinizin, sonra kafatasınızın ve son olarak bedeninizin de zihninizle birlikte uzay boşluğuna doğru hareket ettiğini hissedebilirsiniz. Sualtında yaşanan o sarhoşluk gibi, uzay boşluğuna doğru uzun süreli bakışın insan üzerinde benzer bir etkisi olduğu söylenebilir.
Uzayda 365 gün yaşam (Mars’ta Yaşam Projesi hazırlık bıdıbıdısı) projesi için geçenlerde bir gemiye binip dünyamızdan piyuvvv diye uzaklaşan Bay Scott’a imreniyorum. Ama sonra hemen yok yok diyorum, bu deneyimin kenarından geçebilirsin. O kadar uzağa gitmeye gerek yok. Kayalıkların kıyısından geçilerek gidilen deniz kenarı gibi (Saklıkent, he bacım he). Ya da meditasyon yaparken “haydi şimdi de bu mor ışıktan oluşan konfor halkasından yepyeşil bolluk bereket yaylasına iniş yapalım, elmasları zümrütleri toplayalım” der gibi. Önce gökyüzüne öylece bakıp sonra normal yaşama dönünce bu hayal ürünü gibi görünen rüyamsı halin normal yaşamdaki normal halime yapışıp kalmasını istiyorum. Loto piyangosunun en üst bi’parası bana çıksın mesela. Zenginliğin beni yoldan çıkararak stratosferin en ince yerinden atmosfer dışına hobaaa diye atabileceğine inanıyorum.
                                                 *İnsan şu fotoya bakınca teknolojiye lanet gelsin diyor ama nafile...

Bir dostum, 30’uma girdiğim gün, “daha dur 40lar daha güzel” demişti. O zaman da haklı olduğunu biliyordum sadece zaman henüz istediğim kadar hızlanmamıştı. En güzel zamanlarım bunlar. Ne yapmak istediğimi biliyorum. Eskiden de biliyordum desem yalancı olmam. Biliyordum da ne değişti? Bir adım bile ilerlememiş miyim? Hayır yok. Şöyle anlatayım.

Omlet yapacaksınız. Peynirli. Bunu biliyorsunuz. Son yirmi denemenizde hep peynirli omlet yapıyorsunuz ama o tam istediğiniz olan peynirlisinden omlet değil. Bazen peynir kaçıyor, bazen yumurta fazla geliyor. Bazen çok pişiyor vesaire. Yirmide sekiz başarılısınız beklentinize göre. Otuzla otuzbeş arasında bu böyle. Ama yaş kırklara gelince şu oluyor: Artık pişirdiğiniz her omlet peynirli omlet ve hep aynı kalitede tutturabiliyorsunuz. Ölçüye alıştı eliniz. Ya da mesela onca zamanda, yalnızca peynirli omlet yemek istemediğinize karar verdiniz ve birsürü bambaşka omletler denemeye başladınız. Ama yine aynı şey oluyor. Hangi omleti isterseniz, eliniz sanki kırk kere yapmışsınız gibi ölçüyü tutturuyor. Çünkü artık ne istediğinizi biliyorsunuz. İster omlet olsun ister pankeyk. Bu arada favorim, beyaz peynirli yumurta. Bildiğin köy işi.

Ne diyorduk? Uzaya bakma deneyimi.

Böyle bir deneyimde, bakmayı kesip normal hayatınıza döndüğünüz ilk birkaç dakikada, hayatın ne kadar anlamsızlaştığını fark etmeniz olası. Bu fark ediş, zaman geçtikçe daha da artabilir, veyahut siz normal yaşamın pratiğine o derece kapılmışsınızdır ki o birkaç dakika bittikten sonra, mesela birileriyle sohbet edip biraz da televizyon seyrettikten sonra, az önce muhteşem bir deneyim yaşadığınızı unutuverirsiniz. Mümkün. Sıklıkla yaşıyorum. Yaşıyordum yani. Üstelik bu medceziri yaşamak için teleskopa bile ihtiyacım yoktu. Işıksız bir ortamda, mesela gece geç vakit, hele benim gibi kentin içinde kentten uzak bir yerde yaşıyorsanız, işte tam da burada, gökyüzüne birkaç dakika bakmanız yeterli. Bu deneyimden her seferinde mutlu olmam gerekirken, deneyimin birkaç cümleden ibaret bir sohbet/diyalog ya da birkaç dakikalık teknoloji maruziyeti ile ortadan kalkıvermesi, beynimin bu harika görüntüyü hemen oracıkta silebiliyor olmasıydı beni üzen. Bu beni çok üzüyor. Bazen sırf bu yüzden teknolojinin neredeyse hiç var olmadığı yerlerde yaşıyor olmayı dileyecek kadar ileri gidebiliyorum. Ama dedim ki yeter. Sıra bende.

Sıkıldım. Ne istediğimi biliyor ve buna giden yolu yürüyebiliyor olmama rağmen, hala ayağıma dolanan bir sürü sürü, bir sürü mesele, bir dolu dırdır ya da aranızda bazılarının bi bitmeyip gitmemesi yüzünden, zaman kaybediyorum düşüncesinden sıkıldım. Bu bazısına isteyen herkes dahil. Yönetimden yürütmeye, idareden muhasebeye. Bütün birimleriyle topyekün bir hayatın içindeki incik cıncık herkes. Peki ama buna dahil olmayan hiç mi yok? (aklıma doksanların meşhur klişe diyalogu geldi. Bıdıbıdı var mı? Yok. Hiç mi yok?)

Buna dahil olmayanlarınız arasına; Carl Sagan deyince yüzünü buruşturmayanları, tam mesaili yaşamına ekli iki çocukla bitmeyen haftaiçi iş-haftasonu aile gezmesi trafiğine rağmen mesela elinde gitar hala müzik yapmaya uğraşanlarınızı dahil edebilirim. Buna, otuzundan sonra üniversite okumak için işinden istifa eden ve/veya akademik çalışma uğruna nohut oda bakla sofa yaşama razı gelenlerinizi, biriktirdiği tüm parayla dünyanın absürd addedilen mekanlarına (ay Bali dururken o dağ başına niye gittin ki? Kim naapsın o eski Afrika yerlilerinin köyünü teallam yae!) gidenlerinizi de dahil ediyorum. Kısacası şu hayatımı neşelendiren repliği anlayabilen herkesi bahsettiğim istisna listesinde tutabilirim. “Hayatımdaki herşeyi bilmek istemiyorum. Ben şaşırmak istiyorum!” (ingilizcesi daha havalı inan)

Gökyüzüne birkaç dakikadan daha uzun süre bakmayı sürdürürseniz, hele bir de gece vakti, zaman kavramından giderek uzaklaştığınızı, sırayla gözlerinizin, kafatasınızın ve bedeninizin zihninizle birlikte uzay boşluğuna doğru hareket ettiğini hissedebilirsiniz. Demek istediğimi anlayabilmeniz için, bu deneyimi bir kez olsun yaşamış olmanız gerekir. İşte tam o anda, bu evrende yalnız olduğunuzu düşünün. Düşünün evet. Çünkü gerçekten yalnızsınız. Ben ne zaman bu evrede olsam, hemen Yalan Dünya’nın Zerrin’i gibi gözlerimi pısarak kendime diyorum ki “kıııız aslında bunların hepsi bir hayal ürünü. Evrende senden başka kimse yok. Enöeöe! Kııız! ezik misin sen?” Nasıl iyi geliyor anlatamam...


İşte bunlardan birinde, karar aldım karar verdim. Madem aslında siz yoğsunuz, o zaman o incik cıncıkların, tüm mes’elelerin, dertlerin, ay bi bitip gidemeyenlerin n’olacağını düşünmeye gerek yok. Çünkü hiçbiriniz yoğsunuz. Siz hepiniz ben tek. Oh be. Böyle düşününce bi’raaadladım bi’raadladım... Şimdi lütfen, konuyla ilgili olduğunu düşünenler gidip gökyüzü inceleme işine soyunabilir, meditasyon-yoga-nefes ve daha bir dolu yöntemden sonra fişşek gibi gündeme düşecek olan zihin zortlatmada dünyanın tercihi olacak bu olayı deneyebilir. Ben hiçbir şey anlamadım diyenler için koridorun sonunda solda bir kapı var. Girip içeride bekleyin, örtmen birazdan gelcek.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

yalan, cosmos ve kuantum

bir yazının veya kitabın, bir konferans ya da söyleşinin, televizyonda bir haber programın vesaire, başlığına baktığımda, eğer onca kelimeden yarısını bilmiyorsam kesinlikle izlemem/okumam. Önce okumam gerekir çünkü. Ayıp olmasın diye. Yoksa Duman konseri diye gidersiniz AKP mitingi çıkar. Misal Tinin Görüngübilimi kitabını tin ve görüngü hakkında azbuçuk bilgi sahibi olmadan okumaya çalışmadım. Sırf sorduklarında okudum demiş olmak için okuduğum tek kitap Secret, o gün bugündür de evrene mesajlarımı 8.dalga 6.06x10-23Hz üzerinden gönderiyorum ki yeşil kuyruklulara yem olmasın. Yani demem o ki bilmediğin kitabı lütfen gidip mektebinde okur musun canım kardeşim! (şuraya da kibarlığından küfredemeyip lafın canına okuyan bir madam çizelim.)

Biz beynimle böyle anlaştık, öteki türlüsü beni bazen (her zaman değil) hiç istemediğim diyalogların, repliklerin, düşüncelerin ve tartışmaların içine itiyor. Bu yüzdendir ki bir zaman önce, “kuantum şimdi şöyle oluyür, misal ben buradan gözlerimi kısaraktan size bir bakıyürüm, beyinciğinizdeki minnak topçuklar yerinden oynamak suretiyle...” kafası ve şu linkteki kafa (http://www.womenist.net/tr/p-6307/nuray-sayarinin-ask-kuantumu-ile-hayatinizi-degistirin.html) bir araya gelip gerçek bilimin yerini almaya çalıştığında bütün duyargalarımı kapadım (onlara kapadım. Lakin anneannemin konuyla ilgisi ne onu bir türlü çözemedim, varmış tabii. Zaten ne olduysa anneannem Seyit Mustafa’ya aşık olduğunda oldu, biliyodum!)

Aman da R.Feynman’ın ya da Carl Sagan’ın yerini alıyorlar gibi düzeysiz bir laf etmiyorum. Sakın! Demek istediğim, kozmozu bunlardan öğrenecek değilim, hele kuantumu? Asla! Sevgilimle ilişkimde, patronumun bana davranışında, bir konsere gidince ya da görücü gelince nasıl davranacağım konusunda eğer duygularım, enerji, kuantum parçacıkları, geçmiş yaşamım, zigotluk dönemim falan etkiliyse neredeyse yüzyıllardır psikoloji diye (size nazaran gayet bilimsel) bir alan yok mu? Kim dedi Higgs Bozonu’nu kırık kalpler durağında arayın diye? Teallaaam! Şaşırdın iiiice sennn derdi anneannem.

En kızdığım şey bilime şirk koşulmasıdır. Böyle deyince çok komik oldu değil mi? Ama öyle. Adamlar akciğer kanserine aşı bulmuş Küba’da, ABD hemen demiş ki gel bana anlat satın alcam ben bunu (haberi iyice cıvıklaştırdım tabii, olay şu, adamlar aşı buluşu bulmuş...) Ama öte yandan giderek artan homeopati diye bir şey de var. Bu daha ilginç de mi yavrum? Napıyorlar bacım? Gidin sosyal medyada paylaştığım haberi okuyun (reklam gibi olmasın Facebook’ta). Yok yok durun. Google’ı açıyorsun. Yalansavar yazıyorsun. O bloga giriyorsun, sonra ben nası bikimseyim etraflıca anlıyorsun. Aynen bu kafadayım diyorum yani. Orada aşılarla ilgili ve bir de homeopatiyle ilgili yazılar var. Bi’yol oku allasen, çokeylencen bi bak. (Sanahaber niye var bikerem!?!?! Al burdan oku ama dipnotlara kadar oku ki pirzola etkisi yapsın. http://yalansavar.org/2012/06/12/tavsanin-suyunun-suyu-1-homeopati-nedir/)

Tedavi edilemediği için. Birçok insan var ölen. Sen hissedebiliyor musun ölüm nasıl bir şey? Yakını ölmek nasıl bir şey anlayabiliyor musun? İlaç yokmuş, ölmüş adam. Doku, kan, organ bulamamışlar ölmüş. Daha kötüsü, ebeveyni ilaçlı tedaviye inanmıyor diye bir bebe ölmüş. Bir başka kıtada, insanların 102 yaşına kadar yaşaması nosnormal bişeyken, bambaşka bir kıtanın hemen ucunda 301 kişi ne tuhaf öldüler. Birkaçı yüzme de bilmezidi ne yaptı acaba... hatırladın değil mi. sonrasını yazmayayım da herkes gibi bugüne özel beyanda bulunarak normalleşmeyeyim. Ben öyle olmayayım en azından. Beyan verenlere kızdığımdan değil, birşey desem de birşey olmadığını bildiğimden. Daha faydalı olayım.

Tedavi olun. Tıbba güvenin. Homeopatiymiş, kuantumla hopadanak migrene çareymiş, bırakkkk bunnarı! Doktorlarla dalga geçmeyin. (Bizimki durur mu yapıştırmış cevabı; ama hanki doktorlar? Doktorumun Öz’ü de doktor yannış mıyım? demiştir) Kabul. Her doktor değilse de hipokrat yeminini ciddiye almış olanlar. Ölüyor insanlar, hatırladın mı? Bilime güvenin. Kuantum senin bokundaki boncuk değil. Kahve fincanında uçuşmiyi elektronlar. Çok merak ediyorsan birkısım harika insan arkadaşlarım gibi otuzundan sonra kurulu düzenini tepetaklak edip bir üniversitede Fizik okumaya başlayabilirsin. Sıkıyorsa okursun yani. Sıkmıyorsa kitabını okursun (benim gibi). Ama kuantum terbiyeli aşk suyuna evren analizlerini okumayın çok komik. Fizik kitapları komik değillerdir. Feynman’dan Sagan’dan T.Rutherford’tan ya da en azından Space.org’tan birşeyler okuyun anlatabildim mi?

Ha bir de aşı olun korkmayın. Aşıdan ölen birkaç kişi bulabilirsiniz belki lakin fakat ve ama vebadan, dizanteriden efendime söyliim koleradan bildiğin bir şehir dolusu insan ölebiliyor. Oluyor bunlar. Duyuyoruz. Dikkatli ol emi çocuğum?

Yazının kapanışı budur. Hislerinizden öperim.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Siz yokken ben vardım (30/01/2015)

Bir arkadaşım, “kitap çıkınca bu soruları çok soracaklar şimdiden hazırla cevaplarını” dedi. Beni çok tanımayan bir arkadaşmış demekse (ingilizler buraya grin yazıyorlar, bugünün nesli sesli güldüm diyor). Önce değişik olmayan sorulara yanıt vereyim.
  • Dublör kullanmadım (bu kitabı sen mi yazdın?).

  • Elektronik ortama aktarımı 3 ay, basılması 10 yıl (Müteferrika’nın askerleriyiz!), yazması 40 yıl sürdü (ne kadar sürede yazdın?).

  • Polisiye roman, seri katilden bahisle. Sence? (kitapta kendini mi anlattın?)

  • Sık sorulan son soru da sanırım roman yazmanın nereden aklıma geldiği sorusu. Anlatsam o da ayrı bir roman olur, bunu blog yazılarımdan okuyalım mı? (birer kahve alır mıyız? Yol uzun).


Neden yazar oldum? Arada farklı olmak için sorulurmuş. Şaşırtmaca yani. He kardeşim he, biz de oralıyık.

Olmadım. Yazardım. Çok ve kısa kısa, sürekli, bulabildiği her sellülozdan mamul nesneye yazı yazan bir tiptim. Hiçbiri çocuk çiziktirmesi değildi, aksine hepsi anlamlı ve bir içerik dahilindeydi.

Düşünmeden konuşmayacaksam ve benim gibi tezcanlı bir insan için derdini anlatmadan önce düşünmek alabildiğince zorsa, en güzeli yazayım demiş bir çocuktum. Bunu dediğimde kaç yaşındaydım sormayın, üzülürsünüz. Beyninde koşan kırk tilkinin kuyruğunu çoktaan bağlamışken hala biraz daha düşünmek zorunda kalmak bıkkınlığı ile geçen birkaç saniyeden bahsediyorum. O size kısacık gelen birkaç saniye, benim çoktaan başka bir şey düşünüp de uygulamaya koyduğum süreydi ve ben o bekleyişten çok sıkılıyordum. (Hala sıkılıyorum, yeminle). Düşünmeden konuşayım derdinde oluşumdan değil, o konuşmaya ait düşünme evresini kimbilir ne zaman zaten atlattığımdan. Veri bankası çoktan doluydu yani. Sonra “ay Arzu bazen çok konuşuyor.” Konuyu kaçırdım demiyorsun da.

Biryerlerde anlattım ve yazdım; daha çocukken (yaşı yazmıyoruz, anladığınız üzere) teyzemin “ama bu çocuk okuma yazma biliyor?” sorusuna annemin “vallaha biz öğretmedik” diye cevap verişi ile aynı günlerde yazar adayı olarak zaten mevcuttum. Trouble kid değildim ama normal olmadığım da bir gerçekti.

Bir çocuğun, çevresi tarafından kendisiyle ilgili olarak ortaya konan “şimdi bu nasıl bir şey? Napıcağız biz bunla? Nasıl kapanıyo bu?” bakış açısının farkında olması. Acı olan buydu. Bu acıyı “olumlamanın” tek yolu da yok saymaktı. Diğer bir deyişle, “süper bir şey” olduğumu düşündüklerini düşünerek bunun sonucunun ne kadar harika bir şey olduğunu göstermek. Acı yok! Acı yok! Daha çocukken yazıyordum anlayacağınız. Delicesine bir tasvir, durum tespiti ve gözlem sonuçlarını aktarma çabası. Replikler, definişınlar, kitaplardaki cümleleri kağıda geçirmeler, gazete kupürlerini, harflerini kesip birleştirerek yazılar yazmalar... Hayalindeki dünyaya ilişkin bir seçki. Sonra bir polisiye film/dizide kesik harflerle yazılmış bir tehdit mektubunu görünce “aa o da benim gibi yapmııış” diye sevinmeler... Bu yüzdendir polisiyeye hayranlığım. “şerefsizim benim aklıma gelmişti!”

Okulöncesi bir çocuğun anası olsam ve onu bunları yaparken/yaptıktan sonra yakalasam akıl sağlığımdan istifa eder, kendimi bir kliniğe kapatırım. Annem, üzerine yazı yazılabilir hiçbir materyali benden saklamama yolunu seçti. Hatta kullanılmış kağıtlardan aynı boyda parçalar kesip bana notluk yapmışlığı, deney manyağı olduğum için bütün bir pazar öğleden sonrasında prizma deneyi için salonda güneşi kovalamışlığı var. O gün bugün, 35+ yıldır, bizim aileden kim elimde bir defter/kağıt/kitap  görse “bırakın çalışsın çocuk” der. Beni hayata saldılar.

Nooldu sonra? Yine dürtmeyi unuttun, ben tek tek basaraktan bade süzerekten seni kağıt helvaynan bıraktım, kahve molası bitti, mesai başladı... Ama hakkımı teslim et, bu sefer püskürtmedin, e dünden bir rezil olmuşluk varsa demek. Çok üstüne gitmeyelim straz taşlı kitlenin.

Değişik soru soracaksanız “neden senin çocukluğundan çok arkadaşın yok”u seçebilirsiniz, mirim sen olsan benimle arkadaş olur muydun? Şahsen ben olmam.


Anladığınız üzere, yazmak eylemi benim için, belki onca yıl ya da son onbeş dakikadır söyleyemediğim her şeyi bir çırpıda aktarıp geçmek, kurtulmak/sonra işime bakmak, ahan da söyledimci, oh be artık biliyorlarcı, ama en çok da “sevimliyim lan ben!”ci bir tavır, bir duruş, bir yaşam biçimi. Yani doğrusu neden yazar oldun değil, niye benim şimdi haberim oluyo??? tam da dönemin en “sık kullanılan” haliyle. Cevap başlıkta duruyor. Truth is out there bacım. Go get it.

uyku kaçınca E2'de. şaka şaka. bizim evde (29/01/2015)

(29 Ocak 2015 - 05:00 suları)
bütün gün aşırı gergindim, birkaç kötü (araları geçelim.) kötüydü işte. Sonra bir şarkı çalıyordu. Ağlıyordum. Ama o kadar komik bir şarkıya bu kadar ağlanır mı diye sayıklarken şaşkın, kendimi içime atmışlığım aklıma geldi.

eskiden kendimle konuşurdum (ciddiyim), oohhoo sen hiçbilmiyosun zaman içinde bir kütle yarattım şimdi onlarla konuşuyorum bakınız bir blogum da var eski meski. Tek başına sıkıcı oluyordu. Böyle en azından arada kütleye sesleniyorum falan. İhmal edilmişlikleriyle ne zamandır huzura varmıyorlar lakin ben affediciyimdir, unstoppable olabilirim ama unforgiver değilim.

ben dedim. Bu gidişin sonu iyi değil dedim. Ne güzel İzmir’e sepetlemiştim kendimi, sakin sakin. İşte hep Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık ya, ondan. Ha ne diyordum? (arada dürt, beni konuya çek, yoksa ben daldan dala geçer, seni sahilde elinde kağıt helvayla bırakıp kaçarım). Aaah! dedim. Böyle derinden derinden dedim. Son hatırladığım gitmek istiyorum diye ağladığım. Sonra...

dedim ki kızım (buradan sonrasında yazar kendiyle konfidenşıl konuşmuştur, ileride ünlü olunca deşifre ederek “ay bunu da mı demişim kıh kıh kıh” diye dalga geçmek için kendine karşı kullanacaktır). Tam o sırada Sanfransisko’da bir barda;

buraya nasıl geldim, dedi dedektif Hörbkriştingbuhakh, her gece gelsin siesaylar gitsin sherlocklar. bir yandan yeni nesil how to get away with murder öte yandan mentalist ve hep kuul abla on sezona manşet Bones ile elimin altında bunu kesin yazmalıyım diyerek not almadığım bin küsür kurgu, detay, karakter... buraya böyle geldin... tamam itiraf ediyorum “katil akbil!”

"çalışırken ne dinliyorsun şekerim" diyenlere durur muyum hemen yapıştırdım matematik çalışırken mi fizik çalışırken mi hahahahyt! (orcinallikten yanayımdır. O yüzden hep bir fransız şansonları, italyan düetler, mezzolar altolar... oh mondiyö! şuraya da bir QED bırakayım ki zeki olduğum anlaşılsın.) Çalışırken klasikten vazgeçemiyorum şekerim. yazar burada "havasından geçilmiyooooor" cinaslı kafiyesi yapmak istemiştir. olmuş mu? olmamış mı? Ayyyy yaptım oldu!!!!

sabah görcem hepinizi, masabaşında "aman yareppim yine ne yapmış buuuu? ne içtin yavrıcığım mode ON” kahvenizi yudumlarken (yukarıda adı geçen ve sen bunu okurken muhtemelen soğumuş olan) noolur yalvarıyorum bak, o kaaveyi püskürtmeyin! insan çalışcek orda!

ben mi? mis bir kahvaltı, komşularla vals (ankaradakinin saray olduğuna inanıyorsun da benim kraliçe olduğuma neden inanmıyorsun demiş yazar), ardından acayip şık giyinezeğim ve bebelerle tiyatoraya veyahut müzeye gidezeğim. Yaşımı almışım başımı almışım neyapazağidim?

korktuğunuz başınıza geldi. aldınız başınıza belayı. ooooh mis! yapın bir kahve, arkanıza yaslanın. Saat sabahın dokuzu ve sekiz sütuna manşet okuyorsunuz (bu ikisini hatırlayanlarla dinozorlar gecesi yapalım.) bu vesileyle siz aziz ve muhterem straz taşlı kitleme geçmiş olsun diler, tüm hayranlarımı öptüm kib byy! (işte bu manyak yazdı o kitabı. Hadi diyelim bissüre kaçtın, YÂD yakında tüm kitapçılarda kol gezecek o zaman napıcan?)

ben söyliim napıcan:
Buraya denizi çiziyorsun ya? Suları mavilere boyuyorsun ya? Kayıktı martıydı serinlikti falan... Balıkçıyı da çiz be güzelim. Geceyi de sabahı da. Yoksulluğu da koy kenara. Şurada belki “kader diye bişi yok taaaam mı” demeyi özlemiş birileri vardır, şuraya da bir Zuzu çizelim. Evet. Sipanekedinimizamin.

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...