13 Mayıs 2015 Çarşamba

yalan, cosmos ve kuantum

bir yazının veya kitabın, bir konferans ya da söyleşinin, televizyonda bir haber programın vesaire, başlığına baktığımda, eğer onca kelimeden yarısını bilmiyorsam kesinlikle izlemem/okumam. Önce okumam gerekir çünkü. Ayıp olmasın diye. Yoksa Duman konseri diye gidersiniz AKP mitingi çıkar. Misal Tinin Görüngübilimi kitabını tin ve görüngü hakkında azbuçuk bilgi sahibi olmadan okumaya çalışmadım. Sırf sorduklarında okudum demiş olmak için okuduğum tek kitap Secret, o gün bugündür de evrene mesajlarımı 8.dalga 6.06x10-23Hz üzerinden gönderiyorum ki yeşil kuyruklulara yem olmasın. Yani demem o ki bilmediğin kitabı lütfen gidip mektebinde okur musun canım kardeşim! (şuraya da kibarlığından küfredemeyip lafın canına okuyan bir madam çizelim.)

Biz beynimle böyle anlaştık, öteki türlüsü beni bazen (her zaman değil) hiç istemediğim diyalogların, repliklerin, düşüncelerin ve tartışmaların içine itiyor. Bu yüzdendir ki bir zaman önce, “kuantum şimdi şöyle oluyür, misal ben buradan gözlerimi kısaraktan size bir bakıyürüm, beyinciğinizdeki minnak topçuklar yerinden oynamak suretiyle...” kafası ve şu linkteki kafa (http://www.womenist.net/tr/p-6307/nuray-sayarinin-ask-kuantumu-ile-hayatinizi-degistirin.html) bir araya gelip gerçek bilimin yerini almaya çalıştığında bütün duyargalarımı kapadım (onlara kapadım. Lakin anneannemin konuyla ilgisi ne onu bir türlü çözemedim, varmış tabii. Zaten ne olduysa anneannem Seyit Mustafa’ya aşık olduğunda oldu, biliyodum!)

Aman da R.Feynman’ın ya da Carl Sagan’ın yerini alıyorlar gibi düzeysiz bir laf etmiyorum. Sakın! Demek istediğim, kozmozu bunlardan öğrenecek değilim, hele kuantumu? Asla! Sevgilimle ilişkimde, patronumun bana davranışında, bir konsere gidince ya da görücü gelince nasıl davranacağım konusunda eğer duygularım, enerji, kuantum parçacıkları, geçmiş yaşamım, zigotluk dönemim falan etkiliyse neredeyse yüzyıllardır psikoloji diye (size nazaran gayet bilimsel) bir alan yok mu? Kim dedi Higgs Bozonu’nu kırık kalpler durağında arayın diye? Teallaaam! Şaşırdın iiiice sennn derdi anneannem.

En kızdığım şey bilime şirk koşulmasıdır. Böyle deyince çok komik oldu değil mi? Ama öyle. Adamlar akciğer kanserine aşı bulmuş Küba’da, ABD hemen demiş ki gel bana anlat satın alcam ben bunu (haberi iyice cıvıklaştırdım tabii, olay şu, adamlar aşı buluşu bulmuş...) Ama öte yandan giderek artan homeopati diye bir şey de var. Bu daha ilginç de mi yavrum? Napıyorlar bacım? Gidin sosyal medyada paylaştığım haberi okuyun (reklam gibi olmasın Facebook’ta). Yok yok durun. Google’ı açıyorsun. Yalansavar yazıyorsun. O bloga giriyorsun, sonra ben nası bikimseyim etraflıca anlıyorsun. Aynen bu kafadayım diyorum yani. Orada aşılarla ilgili ve bir de homeopatiyle ilgili yazılar var. Bi’yol oku allasen, çokeylencen bi bak. (Sanahaber niye var bikerem!?!?! Al burdan oku ama dipnotlara kadar oku ki pirzola etkisi yapsın. http://yalansavar.org/2012/06/12/tavsanin-suyunun-suyu-1-homeopati-nedir/)

Tedavi edilemediği için. Birçok insan var ölen. Sen hissedebiliyor musun ölüm nasıl bir şey? Yakını ölmek nasıl bir şey anlayabiliyor musun? İlaç yokmuş, ölmüş adam. Doku, kan, organ bulamamışlar ölmüş. Daha kötüsü, ebeveyni ilaçlı tedaviye inanmıyor diye bir bebe ölmüş. Bir başka kıtada, insanların 102 yaşına kadar yaşaması nosnormal bişeyken, bambaşka bir kıtanın hemen ucunda 301 kişi ne tuhaf öldüler. Birkaçı yüzme de bilmezidi ne yaptı acaba... hatırladın değil mi. sonrasını yazmayayım da herkes gibi bugüne özel beyanda bulunarak normalleşmeyeyim. Ben öyle olmayayım en azından. Beyan verenlere kızdığımdan değil, birşey desem de birşey olmadığını bildiğimden. Daha faydalı olayım.

Tedavi olun. Tıbba güvenin. Homeopatiymiş, kuantumla hopadanak migrene çareymiş, bırakkkk bunnarı! Doktorlarla dalga geçmeyin. (Bizimki durur mu yapıştırmış cevabı; ama hanki doktorlar? Doktorumun Öz’ü de doktor yannış mıyım? demiştir) Kabul. Her doktor değilse de hipokrat yeminini ciddiye almış olanlar. Ölüyor insanlar, hatırladın mı? Bilime güvenin. Kuantum senin bokundaki boncuk değil. Kahve fincanında uçuşmiyi elektronlar. Çok merak ediyorsan birkısım harika insan arkadaşlarım gibi otuzundan sonra kurulu düzenini tepetaklak edip bir üniversitede Fizik okumaya başlayabilirsin. Sıkıyorsa okursun yani. Sıkmıyorsa kitabını okursun (benim gibi). Ama kuantum terbiyeli aşk suyuna evren analizlerini okumayın çok komik. Fizik kitapları komik değillerdir. Feynman’dan Sagan’dan T.Rutherford’tan ya da en azından Space.org’tan birşeyler okuyun anlatabildim mi?

Ha bir de aşı olun korkmayın. Aşıdan ölen birkaç kişi bulabilirsiniz belki lakin fakat ve ama vebadan, dizanteriden efendime söyliim koleradan bildiğin bir şehir dolusu insan ölebiliyor. Oluyor bunlar. Duyuyoruz. Dikkatli ol emi çocuğum?

Yazının kapanışı budur. Hislerinizden öperim.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Siz yokken ben vardım (30/01/2015)

Bir arkadaşım, “kitap çıkınca bu soruları çok soracaklar şimdiden hazırla cevaplarını” dedi. Beni çok tanımayan bir arkadaşmış demekse (ingilizler buraya grin yazıyorlar, bugünün nesli sesli güldüm diyor). Önce değişik olmayan sorulara yanıt vereyim.
  • Dublör kullanmadım (bu kitabı sen mi yazdın?).

  • Elektronik ortama aktarımı 3 ay, basılması 10 yıl (Müteferrika’nın askerleriyiz!), yazması 40 yıl sürdü (ne kadar sürede yazdın?).

  • Polisiye roman, seri katilden bahisle. Sence? (kitapta kendini mi anlattın?)

  • Sık sorulan son soru da sanırım roman yazmanın nereden aklıma geldiği sorusu. Anlatsam o da ayrı bir roman olur, bunu blog yazılarımdan okuyalım mı? (birer kahve alır mıyız? Yol uzun).


Neden yazar oldum? Arada farklı olmak için sorulurmuş. Şaşırtmaca yani. He kardeşim he, biz de oralıyık.

Olmadım. Yazardım. Çok ve kısa kısa, sürekli, bulabildiği her sellülozdan mamul nesneye yazı yazan bir tiptim. Hiçbiri çocuk çiziktirmesi değildi, aksine hepsi anlamlı ve bir içerik dahilindeydi.

Düşünmeden konuşmayacaksam ve benim gibi tezcanlı bir insan için derdini anlatmadan önce düşünmek alabildiğince zorsa, en güzeli yazayım demiş bir çocuktum. Bunu dediğimde kaç yaşındaydım sormayın, üzülürsünüz. Beyninde koşan kırk tilkinin kuyruğunu çoktaan bağlamışken hala biraz daha düşünmek zorunda kalmak bıkkınlığı ile geçen birkaç saniyeden bahsediyorum. O size kısacık gelen birkaç saniye, benim çoktaan başka bir şey düşünüp de uygulamaya koyduğum süreydi ve ben o bekleyişten çok sıkılıyordum. (Hala sıkılıyorum, yeminle). Düşünmeden konuşayım derdinde oluşumdan değil, o konuşmaya ait düşünme evresini kimbilir ne zaman zaten atlattığımdan. Veri bankası çoktan doluydu yani. Sonra “ay Arzu bazen çok konuşuyor.” Konuyu kaçırdım demiyorsun da.

Biryerlerde anlattım ve yazdım; daha çocukken (yaşı yazmıyoruz, anladığınız üzere) teyzemin “ama bu çocuk okuma yazma biliyor?” sorusuna annemin “vallaha biz öğretmedik” diye cevap verişi ile aynı günlerde yazar adayı olarak zaten mevcuttum. Trouble kid değildim ama normal olmadığım da bir gerçekti.

Bir çocuğun, çevresi tarafından kendisiyle ilgili olarak ortaya konan “şimdi bu nasıl bir şey? Napıcağız biz bunla? Nasıl kapanıyo bu?” bakış açısının farkında olması. Acı olan buydu. Bu acıyı “olumlamanın” tek yolu da yok saymaktı. Diğer bir deyişle, “süper bir şey” olduğumu düşündüklerini düşünerek bunun sonucunun ne kadar harika bir şey olduğunu göstermek. Acı yok! Acı yok! Daha çocukken yazıyordum anlayacağınız. Delicesine bir tasvir, durum tespiti ve gözlem sonuçlarını aktarma çabası. Replikler, definişınlar, kitaplardaki cümleleri kağıda geçirmeler, gazete kupürlerini, harflerini kesip birleştirerek yazılar yazmalar... Hayalindeki dünyaya ilişkin bir seçki. Sonra bir polisiye film/dizide kesik harflerle yazılmış bir tehdit mektubunu görünce “aa o da benim gibi yapmııış” diye sevinmeler... Bu yüzdendir polisiyeye hayranlığım. “şerefsizim benim aklıma gelmişti!”

Okulöncesi bir çocuğun anası olsam ve onu bunları yaparken/yaptıktan sonra yakalasam akıl sağlığımdan istifa eder, kendimi bir kliniğe kapatırım. Annem, üzerine yazı yazılabilir hiçbir materyali benden saklamama yolunu seçti. Hatta kullanılmış kağıtlardan aynı boyda parçalar kesip bana notluk yapmışlığı, deney manyağı olduğum için bütün bir pazar öğleden sonrasında prizma deneyi için salonda güneşi kovalamışlığı var. O gün bugün, 35+ yıldır, bizim aileden kim elimde bir defter/kağıt/kitap  görse “bırakın çalışsın çocuk” der. Beni hayata saldılar.

Nooldu sonra? Yine dürtmeyi unuttun, ben tek tek basaraktan bade süzerekten seni kağıt helvaynan bıraktım, kahve molası bitti, mesai başladı... Ama hakkımı teslim et, bu sefer püskürtmedin, e dünden bir rezil olmuşluk varsa demek. Çok üstüne gitmeyelim straz taşlı kitlenin.

Değişik soru soracaksanız “neden senin çocukluğundan çok arkadaşın yok”u seçebilirsiniz, mirim sen olsan benimle arkadaş olur muydun? Şahsen ben olmam.


Anladığınız üzere, yazmak eylemi benim için, belki onca yıl ya da son onbeş dakikadır söyleyemediğim her şeyi bir çırpıda aktarıp geçmek, kurtulmak/sonra işime bakmak, ahan da söyledimci, oh be artık biliyorlarcı, ama en çok da “sevimliyim lan ben!”ci bir tavır, bir duruş, bir yaşam biçimi. Yani doğrusu neden yazar oldun değil, niye benim şimdi haberim oluyo??? tam da dönemin en “sık kullanılan” haliyle. Cevap başlıkta duruyor. Truth is out there bacım. Go get it.

uyku kaçınca E2'de. şaka şaka. bizim evde (29/01/2015)

(29 Ocak 2015 - 05:00 suları)
bütün gün aşırı gergindim, birkaç kötü (araları geçelim.) kötüydü işte. Sonra bir şarkı çalıyordu. Ağlıyordum. Ama o kadar komik bir şarkıya bu kadar ağlanır mı diye sayıklarken şaşkın, kendimi içime atmışlığım aklıma geldi.

eskiden kendimle konuşurdum (ciddiyim), oohhoo sen hiçbilmiyosun zaman içinde bir kütle yarattım şimdi onlarla konuşuyorum bakınız bir blogum da var eski meski. Tek başına sıkıcı oluyordu. Böyle en azından arada kütleye sesleniyorum falan. İhmal edilmişlikleriyle ne zamandır huzura varmıyorlar lakin ben affediciyimdir, unstoppable olabilirim ama unforgiver değilim.

ben dedim. Bu gidişin sonu iyi değil dedim. Ne güzel İzmir’e sepetlemiştim kendimi, sakin sakin. İşte hep Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık ya, ondan. Ha ne diyordum? (arada dürt, beni konuya çek, yoksa ben daldan dala geçer, seni sahilde elinde kağıt helvayla bırakıp kaçarım). Aaah! dedim. Böyle derinden derinden dedim. Son hatırladığım gitmek istiyorum diye ağladığım. Sonra...

dedim ki kızım (buradan sonrasında yazar kendiyle konfidenşıl konuşmuştur, ileride ünlü olunca deşifre ederek “ay bunu da mı demişim kıh kıh kıh” diye dalga geçmek için kendine karşı kullanacaktır). Tam o sırada Sanfransisko’da bir barda;

buraya nasıl geldim, dedi dedektif Hörbkriştingbuhakh, her gece gelsin siesaylar gitsin sherlocklar. bir yandan yeni nesil how to get away with murder öte yandan mentalist ve hep kuul abla on sezona manşet Bones ile elimin altında bunu kesin yazmalıyım diyerek not almadığım bin küsür kurgu, detay, karakter... buraya böyle geldin... tamam itiraf ediyorum “katil akbil!”

"çalışırken ne dinliyorsun şekerim" diyenlere durur muyum hemen yapıştırdım matematik çalışırken mi fizik çalışırken mi hahahahyt! (orcinallikten yanayımdır. O yüzden hep bir fransız şansonları, italyan düetler, mezzolar altolar... oh mondiyö! şuraya da bir QED bırakayım ki zeki olduğum anlaşılsın.) Çalışırken klasikten vazgeçemiyorum şekerim. yazar burada "havasından geçilmiyooooor" cinaslı kafiyesi yapmak istemiştir. olmuş mu? olmamış mı? Ayyyy yaptım oldu!!!!

sabah görcem hepinizi, masabaşında "aman yareppim yine ne yapmış buuuu? ne içtin yavrıcığım mode ON” kahvenizi yudumlarken (yukarıda adı geçen ve sen bunu okurken muhtemelen soğumuş olan) noolur yalvarıyorum bak, o kaaveyi püskürtmeyin! insan çalışcek orda!

ben mi? mis bir kahvaltı, komşularla vals (ankaradakinin saray olduğuna inanıyorsun da benim kraliçe olduğuma neden inanmıyorsun demiş yazar), ardından acayip şık giyinezeğim ve bebelerle tiyatoraya veyahut müzeye gidezeğim. Yaşımı almışım başımı almışım neyapazağidim?

korktuğunuz başınıza geldi. aldınız başınıza belayı. ooooh mis! yapın bir kahve, arkanıza yaslanın. Saat sabahın dokuzu ve sekiz sütuna manşet okuyorsunuz (bu ikisini hatırlayanlarla dinozorlar gecesi yapalım.) bu vesileyle siz aziz ve muhterem straz taşlı kitleme geçmiş olsun diler, tüm hayranlarımı öptüm kib byy! (işte bu manyak yazdı o kitabı. Hadi diyelim bissüre kaçtın, YÂD yakında tüm kitapçılarda kol gezecek o zaman napıcan?)

ben söyliim napıcan:
Buraya denizi çiziyorsun ya? Suları mavilere boyuyorsun ya? Kayıktı martıydı serinlikti falan... Balıkçıyı da çiz be güzelim. Geceyi de sabahı da. Yoksulluğu da koy kenara. Şurada belki “kader diye bişi yok taaaam mı” demeyi özlemiş birileri vardır, şuraya da bir Zuzu çizelim. Evet. Sipanekedinimizamin.

hayat bana sürreal

Beni okurken gülüyorsun da hani “ulan çok keyifli bir hayatım olduğunu” düşünüyorsun ya, işte tam o anda şu cümleyi iki kez okur musun lütfen: Bir çocuğun, annesi tarafından “hadsiz, terbiyesiz” diyerek azarlanışına tanık olmuş bir anne adayıyım (did you really mean that! hemen heycan yapma, yok bir gelişme, çocuğum olmadığına göre ben de bir adayım bugüne bugün demek istedim). Ne diyorduk? Acı.

Elimde karton bardakta kahve, dışarıda hava almaya çalışıyorum, sanılanın aksine, tam zamanlı yazar olmak hayaliyle bir süre için bir avm’de konuşlandım. Benim gibi migrenle evli birinin böyle elektrik yüklü kapalı mekandan radyasyondan kaçar gibi kaçması gerekirken (elinde süpürgeyle gaçıl gaçıl diyerek-hayal et!) 385 gündür buradayım. Mağdur edebiyatından hoşlanmam. Ah-vahlanacak değilim. Bir süre daha burada olmak zorundalığıma, gözlemcilik oyunum için bir cennette olduğumu düşünmeye çalışarak nanik yapıyorum. Bir tek gün yerimde olabilseniz, işimin ne kadar harika olduğunu söylerdiniz. Ama bence asıl harika olan, burada daha sonra yapacaklarım için yeterince iyi bileniyor olduğum.

Derken kadının biri “hadsiz, terbiyesiz” diye bağırdı. Aha dedim, ekşın var! Kesin taciz falan. Bir kadın, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğunu karşısına almış, sanki bütün hayalleri yıkılmış da ne bileyim onca yıllık saçını süpürge etmişliğini, mesela rezillik çıkararak ya da, daha büyük, emeği çalarak, ruhları çalarak falan böyle en şaşaalısından bir suçla taçlandırmış gibi, yüzünde acı bir ifadeyle azarlıyordu. 6-7 yaşlarında bir kız çocuğuna, kendi çocuğuna, sana verdiğim o emeklere yazık dercesine bakıyordu. “Ben ki seni biraz eğlen diye getirdim, yaptığına bak mahvettin bütün günümü.” Hayat tepeme yıkıldı. Kadın bağırınca değil de kızın yüzünü görünce. Çaresizliğini, korkusunu ve sanki bir yoğun bakım kapısında doktordan “ümit yok” lafını duymuşluğunu görünce herşey tepeme iniverdi birden. “Anne lütfen” dedi. Bacak kadar kız dedi lan. Lütfen dedi.

Alt tarafı, muhtemelen, annesi birkaç kıyafete eşyaya bakarken çocuk da yanındaki bibloluğunu sürdürsün, hiçbirşeye elini sürmesin, bir şey de istemesin ki annesi alacağını alabilirse ona da ne bileyim bir dondurma falan alır belki diye girilen alışveriş merkezinde, çocuk bu, birşey istemişti ya da kendisine tanınan çocukluk hevesini biraz uzatmıştı. Dışarıda delicesine güneşli bir nisan sabahı var anne, azcık da güneşe bakalım demişti belki de. Bunu demeyi becerememiş ya da istediği alınmayınca huysuzluk yapmış olması mı bu lafı yedirmişti ona? Yahu söylesin biriniz, hangi çocuk ve neden hadsiz ve terbiyesiz olabilir? O yaşta bir çocuk haddi terbiyeyi nerden bilir? (Lütfen dedi çocuk. haa bunnar güzel sorular bacım, cümle içinde geçmediyse demek, anne de azıcık olsun kendine bakmasın mı? sonra o aynalar tükürmez mi insanın suratına? Sen neredeydin bu çocuk zıvanadan çıkarken diye? Aklımda deli sorular).

Hergün, günde yüz defa karşılaştığım bu manzaralardan sonra, depremzede bölgeye giden ve psikolojik destek vereceğim derken kendi psikolojik vaka haline gelen gönüllüler gibiyim. Burası mayınlı bölgem benim. Aklıselim insanım, sosyal hizmetler teyzesi görünümünde, saçlarımı enseden topuz yapıp siyah çerçeveli gözlüklerimin üstünden dik dik bakıp tayyörünün kenarını çekiştire çekiştire kapılardan seyirtesim, bu çocukların topunun birden elinden tutarak E.T. gibi uzaya süzülesim ve daha güzel bir dünya kurmak üzere Mars Projesi’ne katılasım var. Kalabalık gelicez söyleyin hazırlık yapsınlar. Temiz çarşaf, diş fırçası, glutenli gıda ve yıldız tozu istiyoruz. Yeni bir gezegende hayat için bunlar yeterli bence.

Beni bu mengeneli hayatın içine çeken trajikomikli ahvalden bahsediyim biraz cicim. Gittiğim heryerde bulur beni trajedi. Aklımı kaçırmamamı sağlayan şey, buna dışarıdan bir oyun hamuruymuş gibi bakabilme yeteneğim. Sizin ağladığınız manzaradaki saçmalığı ya da aykırı durumu, tutarsızlığı, oksimoron tadındaki yorumu bulup çıkartmak konusunda ustayım. Herşey, gerçeği görmeye başladığınızda başlıyor. Ne diyorduk? Acı. O çocuğun çektiğinden daha fazlası, onlar uzaklaştığında sana kalan acı. Bununla başetmenin yollarından en zorunu seçtim ben. Gördüklerimi formaldehite yatırıp sirke buharından geçiriyorum. Al sana!

Hani şu zekasıyla rezil olan insanların ülkesi var ya. İşte ondan bizim apartmanda da var. 385 gündür, her gün gittiğim AVM ofisimden, aklımda deli sorularla “kesinkes bir vaka yaşanmış” apartumanıma geldiğimde hissettiğim şey bu; Kaynımda da var, fıtık!

Anlatayım. İskanı henüz alınmamış bir binadan ev kiralamak lanetini bir kez almışız üstümüze. Eve taşındığımın üçdörtbeşinci gününde, epi topu sekiz dairenin dördü doluyken ve ben geldiğimin akşamına tamamıyla tanışmak durumunda kalmışken, kapımı çaldı bir yabancı. Ben yaşlarda, sevimli, hafif hippi kıyafeti, hızması, saçları ve nazik sesiyle ahan da dedim bir arkadaş buldum! Neredeyse hayatımda ilk kez, apartmanımda bir arkadaşım olacak. Yazlık arkadaşı gibi. Yatılı okul arkadaşı gibi. Ay bir kıvandım gönendim...

Üst katta dedi. Oturuyorum dedi. Acaba dedi. Ben de sendenim sanırım galiba, bence kesin, dedi. Bunca yıllık aykırı hayatta biriktirdiğim ne kadar şey varsa, bir kameranın vizöründen bakar gibi görsem görsem anlatsam, sen de yazsan, sonra birlikte okuyup okuyup gülsek? Hem sınırsız goygoy yaparım, hem Çarşı fala da karşı ama neyse hadi fala da bakarım seni mi kırcam. Dedi.

Bunları kesin demiş olmalı. Demediyse de şimdi okurken valla senaryo okumam olmayaydı, şu dekor da beni yormayaydı kesin derdim, demiştir. Kendisi tüm bu krizlerin, travmaların, su patlamalarının, sinir patlamalarının trafo infilaklarının ortasında akıl sağlığımın yerinde kalma sebebidir. Dağlar kızıdır, eli belinde, aklı yerindedir. Evcek “niye buraya geldik ki hadi gidelim” diyaloğuna girdiğimiz her seferinde “komşumla tanışacağımız varmış” deyip avunuyoruz. İşte bu komşum, onbeş günde doksan metreküp suyu harcayıp hala suda çözünmemiş bir canlı türü olarak bilime meydan okuyor, yani yöneticiye göre kesin kullanmışlardır, sular idaresi ve birtakım yetkili mühendis kaynaklara göre “böyle bir suyun kullanılması için eve sanayi tesisatı kurulmuş olması gerek.” Kendisi, mutfaktaki su borularından gelen besteli tıkırtılar dalında seneye ödüle layık sakinimizdir, lakin sakin değildir. Tüm bunlar yaşananların yüzde 10’udur ve anladığınız üzere apartumanımız 400 günlük yepisyeni bir Çin Malı kentsel dönüşüm harikasıdır. Haftada en az üç kez komşumla buluşur, kahve eşliğinde mahalle dedikodusu yapar, stres atarız. Yapmazsak çatlayacağımızı bilerek. Az önce de yazımın orta yerinde (ve gecenin ikibuçuğunda) yeni bir vaka nedeniyle bir araya geldik ve birden tünelin sonundaki ışığı gördüm. Laaan dedim, sanahaber hep ülke gündemine mi bakacak? Marmara baskısı, Anadolu baskısı, derken, al sana Sanahaber’in mahalle baskısı, mis gibi. Dadından yinmez! İşbu niyetle size biraz ahvalimden bahsetmeye devam edeyim.

Bu eve geldiğimiz gündü. Benim için yeni bir evde hayat bilgisayar-kahve-internet ile başlar. Bunlar yoksa henüz taş devrindeyiz demektir. İnternetim yoksa hayat damarlarımın tamamı kesiktir ve biraz acele edelim, daha evrimleşmemiz gereken birmilyon yılımız var, Çekom beni bekler edasıyla ortada dört dönerim. Facebooksuz nefes alamadığımdan değil, işimin çoğu internete bağımlı olduğundan.

Telefonu bağlatacağız, neyse ki Telekom jet hızıyla damladı. Ama hattı bağlayamıyorlar çünkü elektrik yok duvardaki girişlerde. Ev sahibi geldi (o da komşu), derken apartmanın işlerini de yapmış olan elektrikçi çağrıldı. Oturma odasındaki prizlerde ve telefon kutularında elektrik yok. Burası yeni bir bina, yüksek(!) müteahhitimiz son kalite en üst kalite diye diye apartuman içinde geziniyor günde beş vakit! Elektrikçi bana döndü ve “telefonu salonda kullansanız olmaz mı orada elektrik vardı” dedi. Ama dedim kablolu TV de çalışmıyor, ben bu odada oturacağım. “E onu da salondaki kablodan buraya çeksek, uzatma kablosuyla olmaz mı” dedi. Bana dedi... Ev sahibim elektrikçiye “sen bu evi çalışır teslim etmiştin, bunun neresi çalışıyor bir de bana göster bakalım” derken kendime gelmişim... O günün, sonraki tüm vakaların başladığı gün olduğundan haberim yoktu.

Birkaç gün sonra, komşu arkadaşımın camlarındaki güvenlik demirlerinin yapılması üzerine bıdıbıdılar yapılırken gece evine hırsız girdi. Apartmanı hafiften ayağa kaldırdık, bu nasıl iş diye. Birkaç gün sonra arkadaşlarımdan biri kalmaya geldi ve sabah “Arzu gece banyodan acayip tıkırtılar geldi, korktum” deyince bende ip koptu. Yüksek mütayit amca sonraki haftalar boyunca komşumla benden köşe bucak kaçtı. Şimdi kara listesindeyiz, telefon numaralarımız engelli ve mahallede karşılaşmamak için tebdil-i kıyafet gezdiğini duyduk. Biz söze başlayınca dili dolaşıyor, eli ayağı karışıyor ve erör veriyor, naapsın adam.

Uzun lafın kısası, devamı aynı Arabesk filminin sonundaki anlatıcının sesinden, “Arzu ve komşusu sonraki aylar boyunca biri doksan metreküp suyla gelen iki sel felaketi, bir trafo infilakı, bir soygun ve iki zorla binaya girme teşebbüsü, ondört elektrik kesintisi (biri black out olmak üzere), altı klozet arızası, yirmisekiz priz değişimi, onbir elektrik faturası itirazı, doksansekiz su faturası kavgası, yirmidört “aydat ve elektirk ödemesi” uyarısı, yüzotuzdokuz “bunlar yeni gelen cıbıl komşular” mahalle baskısı (kısa kollu tshirte cıbıl deniyor burada), bitmek bilmeyen “nerden geliyon neree gidiyon” seslenişi ve daha nice stresli sıkıntılı, üç oda bir salon, ferah merkeze metroya yakın, dertsiz düplekis dayre sendromu” yaşadılaaar durdular.

Beni okurken gülüyorsun da hani “ulan çok keyifli bir hayatım olduğunu” düşünüyorsun ya, işte tam o anda şu cümleyi de iki kez okur musun lütfen: üst komşusu onbeş günde doksan metreküp su kullanmış ve evini su basmamış bikimseyim ben! Sekiz daireli apartumanda dairelerin toplam su tüketimi 25 metreküpken binadan daha küçük bahçeye 45 metreküp su kullanılmış bir apartuman burası. Bahçe giriş kapısı ayar tutmadığından sürekli takılan, bu yüzden bir yılda altı defa tamir geçiren, giriş sokak aydınlatmaları bahçe kapı demirlerine bağlanarak giriş çıkışta kapıyı tutana elektrik çarpması sağlanmış, özel bir dekorasyona sahip bir apartuman. Dış güvenlik kamera sistemi kurulabilsin diye duvar içlerine döşenmiş CTV sistem kablolarımız var ama bina içi ampullerimiz haftada bir patlıyor, o ayrı. Sulak arazide kurak keyif çatan komşumun deyimiyle nam-ı diğer “Çin Malı Apartmanı”

Şimdi sen tüm bu komiklikleri işkembe-i kübraya borçlu olduğumu düşünedur. Ben, gecenin üçünde, apartmana girmeye çalışan polislere üstünde Wild Cute Sexy yazılı tshirt ve altında çizgili picamasıyla hesap soran kadının uyku sersemliğiyle imtihanı konulu kurgumu yazmaya gidiyorum. O değil de saçları bari düzelteydik eyiydi.


(*yazıda geçen "düplekis dayre" bölgeme yakın kiralık ev ilanıdır ve kirası 1800TL olup sürreal olmadığı onaylanmıştır. rivayet odur ki dayrenin alt katı 75 ve üst katı 45 olmak üzere toplamı 120m2dir, iki kat arasında tırmanma malzemesi yardımıyla geçişin sağlanabildiği sanılmaktadır)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...