27 Eylül 2016 Salı

YAD 3 Ekim'de raflarda diye bir şey duyduk doğru mu?

efenim duyduk deyin duymadık demeyin çok bozuluyor yazar.

yılların emeği, 40 yıllık serüvenim YAD, 3 Ekim'de raflarda.

Konuyu seçmemde, o acayip kurguları birbirine bağlamamda süper katkıları olan Amerika serüvenime (ve içindeki tüm gerçek kişilere),

Tee ne zamanlar edebi yeteneklerini konuşturarak romanın tema oluşumuna katkı koyan editörlere ve edebiyat dünyasından arkadaşlarıma,

Türkiye'nin biricik polisiye yayınevi Labirent Yayınları'na,

Kahrımı çok çeken nazik insan yayın yönetmenim ve sevgili arkadaşım Hüseyin Çukur'a,

O muhteşem kapağın tasarımcısı Mazhar Bilgiç'e,

Editörüm Onur Koçyiğit, son okumaları yapıp kılı kırk yaran Yoldaş Özdemir ve sayfaları inci gibi dizen Eren Taymaz'a,

Yıllardır, sonra aylardır ve en son birkaç haftadır "hadiiii çıksın artık romanııın" diye başımın etini tatlı tatlı yiyerek heyecanımı tavana çıkartan tüm dost, akraba ve sevenlerime,

Bu blogu sessiz sedasız takip eden, arada selam gönderen, belki hiç tanımadığım, belki de hemen yanıbaşımdaki herkes hepiniz, tüm straz taşlı kitlem!

Ama en çok da;
Bana romanı yazdıran bu hayat serüveninin yaratıcısı anneeeem ve hiç tanıyamasam da oralarda bir yerlerde yıldız tozu babama,..

teşekkürlerimle...

seneye bu zamanlar, "vay be, ne günlerdi di mi..." heyecanıyla ikinci romanı okuyor olmak dileğiyle...

hepinizi acayip kucakladım straz taşlı kitlem!


15 Eylül 2016 Perşembe

gülümsemenizi çalmasınlar, çaldırmayın

Kulağımda bir bahar valsi eşliğinde evden çıktım. Apartmanın karşısında durup minibüs beklemeye başladım. Az ötemde beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğu kaldırıma oturmuş, ellerini dizlerinde kavuşturup başını da üzerine koymuş, duruyordu. Üstündeki mont yırtık pırtık değildi ama çok eskiydi. Ayakkabıların içi çorapsız, ama düzgündü. Bir tuhaflık vardı, adını koyamıyordum. Pis değildi ama. Buraların çocuğu değildi, onu biliyordum sadece. Hava kış, donacak bir şey değil! Dedim ağlıyor mu acaba, birkaç adım attım. Hafif eğildim, “nooldu küçük?” diye sordum.

Kafasını kaldırdı, ağlamıyordu ama korku dolu gözlerle bakıyordu bana. Bilmediğim ve içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürde Ortadoğulu olduğunu düşündüğüm bir dille sanırım “ben bir şey yapmadım, yok yok bir şey yok” demeye çalışıyordu. Gözlerindeki korku öyle diyordu ya da.

Normalde, bir adım geri çekilir, beden dilimi kullanarak “yok anam yok, ben bir şey demedim” diyerek paralize olur, ben de ürker, ne bileyim, vaz geçerim iletişim kurmaktan, belki. Bir gece önce, gülümsemenizi kaptırmayın diyen bir adama rastlamıştım sosyal medyada. Başka üç şeyi daha kaptırmayın diyordu ya, gülümseme kalmış aklımda. Yüzüme kocaman bir gülücük yerleştirip başladım konuşmaya, hafif eğilerek tiyatro atölyesinden hatırladığım kadarıyla ‘dramacılık’ oynamaya. Nasılsa beni anlamayacaktı, “kııız, ne şirin şeysin sen, valla kötü bi’niyetim yoktu. Merak ettim ayol, yolda mı kaldın, karnın mı acıktı, oyuncağını mı kaybettin kendin mi kayboldun ne bileyim?’ dedim.

Söylediklerimi anlamıyordu, gözlerime bakıyordu kesintisiz. Şimdi yüzünde hafif bir gülümseme, bir sırıtış belki, vardı. Hüznü ve korkusu kaybolmaya başlamıştı. Ben saçmalamaya devam ettim. ‘Kız sen böyle yerlerde otura otura cırcır olursun ha! İstersen durup göğe bakalım, ama benim minibotum gelecek şimdi. Tüh ya netsek.”

Yolun ilerisinden kıvrılarak gelen minibüsün motor sesi duyulunca bana bakmayı kesip başını çevirdi. Tekrar hüzünlendi. Sonra fark ettim ki bir elinde küçük bir poşette bir şeyler var azıcık. Ötekini yummuş. “Sen de mi bineceksin minibota” diye sordum. Avucunu açtı, anlamış gibi. İki tane bozukluk toplam 1.5 lira vardı. Minibotun en kısa mesafesi 1.75 liraydı. Anladım galiba. Cebime attım elimi. Bozukluklarımdan 25 kuruş olduğunu anladığım ufaklığı çektim çıkardım. “Abra kadabra!” dedim. Bu kez anlamıştı. Güldü. Hem de kocaman.

Kapısı tıslayarak açılan minibüse binerken elimle gel gel işareti yaptım. O da bindi. Birinin yanına oturmuştum, o da arkada boş ikili koltuktaydı. Sonraki durakta biri bindi, oturmadı. Başımı çevirip baktım, bizimki tek oturuyordu, ayaktaki yolcunun yanına oturmayışına gıcık oldum. Hemen kalktım yanına oturdum. Hissediyordum, homurdananlar oluyordu. Sinir olmuştum bir kere. Kolumu boynuna doğru uzattım, kısık sesle Old McDonald (Ali Babanın Çiftliği) şarkısını mırıldanmaya başladım. Sanki kendi çocuğumdu, öyle başını yasladı bana. Baktım kesik kesik, o da mırıldanıyor. Ay içim bir sevinç doldu. Öyle öyle beş on dakika gittik. Şehrin göbeğinde ikimiz de indik.

Bana baktı, ben de baktım, el salladım ve arkamı döndüm aksi yöne doğru. İki adım sonra biri kazağımdan çekiştiriyor, döndüm ki benim velet, gel gel yapıyor eliyle. Yahu şimdi acil işler de var, ama merak etmedim değil ha… Kafamı emme basma tulumba gibi salladım. Takıldım peşine. Postanenin ara sokağına doğru girdi. Dümdük yürüdüm ardından.

İnternet kafe gibi bir yer var o sokakta. Gibi diyorum, bilgisayarlar da var oyun oynamaya, kırtasiye malzemesi de var, çay kahve de. Çocuk içeri seyirtti, ben de ardından girdim. Raflarda A4ler, kalemler falan var, satılık. Benimki parmağını uzattı A4 paketlerine doğru. Acaba napıcak dedim içimden. Okula da gidemez ki şimdi bu yaban ellerde? Kasadaki abi benim veledi görünce o Ortadoğulu sandığım dilden başladı konuşmaya. İkisi yardırıyorlar muhabbeti. “Ahan da, doktor ayağıma geldi, ne istiyor bu kardeş bilemedim ben abi” dedim.

“Ya bu bizim Majd, Macit diyoruz biz. 8 yaşında çok tatlıdır. Suriye’den geldiler birkaç ay önce. Göçmen mahallesi dedikleri yer var ya orada oturuyorlar. Babası inşaatlara gidiyor, annesi de yatalakmış. Füze saldırısında omurgası zedelenmiş. İnsani yardım araçlarından birinin dönüşte kasasına mı bir yere saklamışlar da bunları, zor kaçmışlar.”

Bir yandan açık A4 paketinden birkaç kağıt çıkardı. Majd’a verdi, o da kenardaki küçük sehpanın kenarına oturup elindeki poşeti boşalttı. İçinden rengarenk boya kalemleri çıktı, kimi kırık, kimi yamuk ama işe yarıyor ki taşıyor. Sonra kağıtlardan birine birşeyler çizmeye başladı.

Kafeci abi devam etti, “Bu Macit orada okula gidiyormuş da resim yapmayı çok seviyormuş. Buraya gelen çocuklardan biri benim dillerini bildiğimi bildiğinden tuttu elinden getirdi, abi dedi, Macit’e resim kağıtları versek. O gün bugün Macit gündüzleri gelir böyle, resim yapar, konuşmaz pek. Sonra gider. İşte bazen beraber yemek yeriz. Tatlı çocuktur. Seversen sever yani. O hesap. Ürkekti ilk günler, şimdi iyiyiz. Dilini biliyorum ya bana ondan yakındır. Sahi siz nasıl geldiniz onunla buraya kadar?”

“Benim minibota bindi” deyince kafeci abi güldü. Ben de güldüm. Minibüste karşılaştığımızı söyledim sadece. İnince eliyle gel gel dediğini anlattım. Ben de neler olduğunu veya olacağını anlamamıştım ya, ne diyecektim başka? Derken kafeci abi birşeyler söyledi Majd’a. O da eliyle beni işaret etti. Sonra usul usul işine baktı. Kağıda resmen gömülmüştü, çiziyordu. Sanki sınavdaydı da yetişmesi lazımdı bitiş ziline. Kafeci abi gülümsedi, “size diyeceği var bunun, bekleyin az hele, ben size bir kahve söyleyeyim” dedi.

Orta şekerli kahvemi usul usul içip bekledim. Yaklaşık 30 dakika geçti. Majd oturduğu yerden kalktı. Kağıdı eline aldı. Bana doğru yürüdü. Yüzünde o aynı kocaman gülümsemeyle, kağıdı uzattı. Aldım. Hayatımda görüp görebileceğim en ustaca çizim elimde duruyordu. Değil 6 yaş çocuğu, belki ressamlar anca böyle çiziyordu, emindim.

Masmavi ve hafif bulutlu bir gökyüzünü sapsarı yakıcı bir güneş aydınlatıyordu. Uzaktaki bir dağın zirvesinde erimemiş karları görebilirdiniz, net. Üstte ortada duran güneşin hemen altından merkeze doğru kocaman bir papatya motifi, ortasında da uzun saçlı bir kadın yüzü vardı. Anlatması zor, ama o an beni çizdiğinden emin oldum. Bir an, kendimi gördüm o kadının sıfatında. Yani bir yandan şaka gibi, bir yandan dehşet verici derecede ustaca, hepsi bir yana, dopdoluydu resim, bir kitap gibi okuyabilirdiniz. Mutluluğun resmiydi bence. Ama niye ben vardım, ilham mı almıştı nedir? İçimden harcanıyor çocukcağız, kimbilir neler çekti diye vahvahlandım.

Kahve fincanını kenardaki masaya bıraktım. Ayağa kalktım. Bir Majd’a bir kafeci abiye baktım. Kafeci abi yaklaştı, “sen, Macit’e para mı verdin?” dedi. Utandım biraz ne yalan söyleyeyim, “evet, yani para sayılmaz, minibüs parası çıkışmamıştı da, sadece 25 kuruş” dedim. Para vermek ayıp değildi, istemek de. Ama bunu söylemek ayıptı bizde. Çok yetenekli olduğunu söyledim. Bu yaşta böyle yetenek görülmemiştir, dedim. Çok mutlu oldum tanıdığıma onu, dedim. Abi bir bir tercüme etti ona.

Majd mağrur ve sevimli sevimli baktı bana. Sonra abi gözleri dolu dolu anlatmaya devam etti. Füze saldırısından önce, okula gidiyormuş Majd. Diğerlerine benzemiyormuş. Okuma güçlüğü çekmiş bir dönem. Sonra bakmışlar ki harika resimler yapıyor. Hocaları çok ilgilenmiş, özel dersler, ressamlara ziyaretler, derken Majd ilk sergisini 7 yaşında açmış. Mahalleyi bırak ülke genelinde tanınır olmuş. Diğer dersleri de düzelmiş Majd’in. Resim, kendini ifade etme ve ilerleme aracı olmuş. Hatta “büyüyünce değil şimdiden gidebilirsin güzel sanatlara” demiş bazı hocaları. Ama göbeğini kaşıyan pis kapitalizm bırakır mı? (kafeci abi daha küfürlü söyledi bu cümleyi de ben usturuplusunu yazdım). Sonrası acı, sonrası kaçış ve kaybolan umutlar, yıkılan hayaller…

Ben niye yazıyorsam Majd de belli ki aynı sebepten çiziyordu. Elimdeki şaheseri tekrar Majd’e uzattım ve yine gülümseyerek “tatlım beniim, ne kadar yeteneklisin, umarım yolun açık olur burada da” dedim, böyle bir ülkede bu şartlarda ümitsizdim ama, neyse. Majd kafeci abiye baktı, birşeyler dedi. “Sana yapmış o resmi, arkasını çevirecekmişsin” dedi kafeci abi. Aldım. Çevirdim. Kargacık burgacık bir yazıyla shukraan (teşekkür ederim) yazıyordu.

Majd’e sarıldım. Şükran dedim. Kendi dilimde, anlayabileceği şekilde dedim. Bakıştık, gülümsedik. Bir daha sarıldık. İyi ki bir gece önce gülümsemenin kerametini hatırlatmıştı biri. İyi ki Majd’i öyle orada bırakmamıştım. İyi ki tanımıştım.

Kafeden ayrılmadan önce, “evim minibota bindiği yerdeki büyük siyah beyaz bina, söylersin” dedim kafeci abiye. “Bir şey olduğunda veya ne zaman isterse gelsin, bunu da söyle” dedim. Majd’e nasıl ulaşacağımı sordum. Henüz bilmiyordum ama bir şey yapmalıydım. “Telefonları yok, sen gerektiğinde gel biz ulaşırız, evlerini biliyoruz kardeş” dedi. Resmi aldım, Majd’e son bir bakış atıp gülerek çıktım kafeden. Kafeci abi arkamdan seslendi, “vay anasını be, çok şanslısın biliyon mu kardeş? Macit kimselere vermez resimlerini.”

14 Eylül 2016 Çarşamba

ay tutuğunda layığını bulmak

iki gün sonra ay tutuğu var. bugün de tabak ay. önce özetler:


içiniz kımıl kımıl olabilir, karnınızdan aliyen yaratığı içinize kaçmış gibi hareketler ve sesler gelebilir, sanmayın ki pörtleyecek, gaz o bildiğin. iki yoga pozisyonu deneyin hemen düzelir. (gaz çıkarımına yönelik yoga pozları için bkz: Recep İvedik 2)

geceyarısına doğru kızılcık şerbeti içip ayyy nebçim de tadı varmış diyerekten evde hırgür çıkarabilir, hemencik doluayı suçlayabilirsiniz. erkekseniz yapabilirsiniz bunu. misal seneeee geçen sene, adamın birinin "bu zaytinyağlının tuzu niye az?" diyerek karısını bıçakladığını duymuşluğumuz var, kimbilir belki de tabakay zamanıydı. kadın kimvurdulara gitti rabbiyesir.

kolu ondört burma bilenzikli ablanın, güne hazırladığı pastanın yusyuvarlaklığı bozulunca ardatürkmen markalı kalıbı "dibi tutuk bunuuuun napsam olmadı kaldırıp atceksin" diye suçlaması gibi, siz de iki gün beklemeyin bugünden tabakaya giydirin gitsin. nasılsa evrenden her ne dilerseniz dileyin, yeşil başlı gövel ördekler ve kırmızı burunlu uzaylılar yedi onları çoktan peheyyy!

ben sipiritik şeylere inanmam. öyle reikiler, evrene mesajlar falan... (yoga yapıyorum o ayrı. onun sipiritikliği farklı. benim ayarlarımla oynama alırım ayağımın altına! nasıl? yoga ve meditasyon orcinalliğimden hiçbir şey değiştirmemiş de mi? tam da bunu kastediyorum!)

ama birkaç söz var, hakkını vermek lazım. "denememişsin ki başarasın" mesela, en favori sözümdür (benimdir yani).

bir de "bırak başkaları seni kandırsın, yeter ki sen kendini kandırma, o zaman fasulyesiz kuruya benziyorsun" var. onu da gülerek anıyorum buradan. güzel anılarımız oldu.

hepinize bayram şeysi diliyorum. neysi?

misal şimdi layığınızı bulun desem eşki sözlüğe göre çok pis fena bir şey demiş oluyorum, halbusa hiç sevmesem de TDK'nın bu kavrama ilk açıklaması "dengini/yaraşır eşini bulmak". kabalık etmişim gibi görünebilir, halbuki hayatta bildiğim en adil (adi değil ADİL) laftır o.

neye layık olduysan onu bulman en büyük dileğim, yalan mı siz de aynını istiyorsunuz, yeter ki layığınızı takdir etmesini bilin...

*bazen kendinizi otuzikisi solda otuzikisi sağda altmışdört bacağından onsekiz tanesi kopmuş kırkayak gibi hissettiğiniz oluyor mu? olmuyor mu? ha o zaman tamam. bişe dicektim de,

*he bacım he dolunay o. öteki de ay tutulması. ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsunuz da bensiz bir eksiksiniz! ayrıyetten kırkayağın tam kırk tane ayağı olduğunu sanaraktan hesabımda düzeltme yapanlara, yediyüzelli ayağı olan var be diyerekten aparkatı çakıyorum. merci.

13 Eylül 2016 Salı

sahi bayram neyimize?

bir sohbette konu ne zaman "acıların yarıştırılmasına" gelse, ben "acılara tutunmaya çalışarak" dörtnala kaçarım oradan ya, kaçamadığımda hep şunları duyuyorum; "gezmiyorum hiç, içim almıyor, mutlu olamıyorum. onsuz hayat zaten anlamsız, gezsem ne olacak keyif mi alacağım?", "...öldüğünden beri hiç tatil nedir bilmem", "kendimi temizliğe verdim, oyalanıyorum. yoksa geçmiyor acısı."

sizlere iki satır yazmadan önce içimden yazıyorum hep. önce çalakalem düşünüyorum. ne gelirse aklıma, şiir okur gibi ama, sanırsın arkadan bir tren düdüğü ve ardından acılı bir klarnet çalmaya başlamışcasına (arabesk forever). bazen de bir piyano oluyor. tatlı tatlı dinliyorum düşüneyazarken (çalışırken hep bir klasik müzik hayranlığı, hep bir senfoniler, opuslar). içime dişi bir yılmaz erdoğan kaçmış gibi şehirlerarası otobüsün camına dayadığım burnumla buhar yapıp sonra elimin ayasıyla bebek poposu çiziyorum zihnime (yahu bilmiyorum deme, bilmiyorsan da gel kışın ben sana öğretirim. kar yağarken eve tıkılmışsan güzel bir aktivite).

paragraf başlarını ayarlıyorum, cümlenin ilk harflerini hep büyük büyük yazıyorum (sonra küçülüyorlar inatla). tüm noktalama işaretlerim yerinde. susuyorum. beynimi susturuyorum sonra. o an düşündüklerim ve zihnimde sıraladıklarımla ilgilisi olmayan bambaşka cümleleri yazmaya başlıyorum size. işte bugünkü zihin trafiğim...:

sonra bugün bayram diye mezarlığa gittik. bana göre mezarlık ziyareti onlar gelemiyorlarsa biz gidelim tadında (eskiden değildi), sevdiklerimizle buluşup dertleşebilme imkanı. bana göre. her gittiğimde, önceki gidişlerime göre daha az acı ve üzüntü çekerek, daha fazla düşünüp tartarak, daha rahatlamış olarak bir iç huzurla çıkıyorum oradan. gidersem tek gitmek istiyorum ama işte olmuyor, ailecek gidiliyor. tuhaf konuşmalar geçiyor her yıl. her yıl giderek daha tuhaflaşan konuşmalar. bir yandan içim rahatlarken bir yandan devrelerim yanıyor...

mesela bugün, bir mezar taşında tanıdığın birinin adını görmenin ne kadar ürkütücü ve ağır olduğunu gördüm. mezar taşında Naile* yazıyordu. Naile ya, hani başkası hakkında şaka yapılınca karnını tuta tuta gülen ama espri kendisine dönünce kızan, hani devekuşu yumurtası görünce "kız arzuu bunun kuş gibi kanadı deve gibi boynu kafam kadar da yumurtası var diyerek bir yaşına daha giren", hani bir süre sonra pencere önü çiçeği gibi senin gelişlerini bekleyen, eve girdiğin andan uyuyacağı ana kadar öylece seni süzen Naile. hani "şirket kaça kuruluyor ki param var benim, vereyim de kur şu şirketi" diyerek sana işi gücü yaptıran Naile. hani saçını her kestirdiğinde ve modeli beğenmediğinde "amaan kökü sende ya boşver" diyerek ve bu mottoyu tüm hayata uygulayarak sana kimselerde bulunmaz bir kişilik özelliği kazandıran, hah işte onun adını mezar taşında görüp de ilk kez bu sefer aydım ben. zor geldi ne yalan söyleyeyim.

sonra bugün teyzem kendisi ve eşi için ayrılan yeri göstererek "bize de böyle gelip dua edeceksiniz değil mi" dedi. böyle dümdük. patadanak. ben mızmız çocuklar gibi yaa teyze yaaa deyince de "ama kızım hayatın gerçeği bu, alış, napacaksın" deyiverdi. derin bir nefes aldım. öyle ya, napacaktık? ne yapabilirdin?

sonra bugün, hiç tanımadığım birinin mezarı başında (henüz gelmemiş, birazdan gelir oturur öylece dediler) bir annenin hayatının bundan sonraki bütün kutlama, bayram, doğumgünü ve anmalarında asla ama asla mutlu olamayacağını, neşeli bir an yaşayamayacağını anladım. o annenin hayalini gördüm orada, bir mermerin kenarına seyirtmiş halde oğlunu seyrederken. ve biten hayatın gideninki değil arkasından bakakalanlarınki olduğunu gördüm.

sonra bugün doğum ve ölüm tarihleri aynı olan bir mezar taşına bakıp... yahu bir insan doğduğu gün nasıl ölür diye öyle bir süre mal gibi baktım.

sonra bugün, mezarlık yolundan çıkışa doğru yürürken teyzem etrafına bakıp anneme "nasıl da sakin sakin yatıyorlar, sessiz böyle ne rahat" deyiverdi. "öyle," dedi annem. öyleydi. hayat onlara sakin, onlara rahattı. bizdik dışarıda kalan, bizdik düşünen ve acı çeken.

gelelim fasulyenin faydalarına... her bayramda, anneler ve babalar gününde, "bayram benim neyime", "annem/babam öldüğünden beri bu gün benim en acılı günüm, mutluluk bana yasak" türünden her paylaşım, önce kalbimde bir yeri sızlatır, sonra acılara tutunmak yerine acıları yarıştırmayı seçen bu insanlardan hemen uzaklaşırım. mağdur edebiyatı, hayatı zehir eden, gayet sizden, gayet içinizden gelen, bize çok dokunmayan (çünkü kaçabiliyoruz) sizi mahveden bir davranış ve inanış biçimi. bırakın bunu hemen. kaçın. kaçılın acil yerinden. acı çekmeyin demiyorum. hayat acıdan ibaret olamaz diyorum.

mesela dün 18 aylık bebeklerini 5.kattan betona çakılırken gören aile kadar perişan, pişman ve parçalanmış olamazsın. mesela oğlunu gece geç saatte sokaklarda gezmeye salamazken kör bir savaşın kalpsiz cellatlarına kaptırmış bir annenin yerine geçemezsin. mesela babası hakkında en ufak bir hayali, düşüncesi, bilgisi ve fikri olmayan biri gibi, içinde asla var olmamış bir duyguyu ve yeri doldurmaya çalışamazsın. bunları yapamazsın, ama bizim için bir iyilik yapabilirsin. herkesin acıları var. herkesin bir kaybı. benim acım senin acını inan bana döver. o zaman lütfen sen de herkes gibi, acını kendi gününde ve saatinde yaşa. sürekli acı çekmen gerekiyormuş ve biz de zaten senin acıların üzerinden sana ne kadar acıyormuşuz/acımalıymışız gibi davranma.

bu bayram da öncekiler de sonrakiler de hepimiz için. birbirimizi sevelim, görüşemediğimiz yıllara inat bir araya gelip özleşelim, sarılalım, gezelim, ille çok eğlenmeyelim ama bari anıları tazeleyelim diye var. sonra yeni yerler var görülecek, yeni insanlar var tanınacak. bunlar olacak. inan o kaybettiğin ve uğruna hayatı kendine dar ettiğin insan da hayatta olsa kendin için iyi şeyler yapmanı, gezmeni, öğrenmeni, ilerlemeni ve mutlu yaşayabilmeni isterdi.

Babam da Naile de öyle isterdi. ben onların bana tembihlediğini yapıyorum.

gözyaşlarınıza saygım var. acılarınıza da. ama ne olur onların sizi esir almasına ve sonra altmış yaşına geldiğinizde birşey yapmaya da mecaliniz kalmamışsa sizi pişmanlık denizinde boğmasına izin vermeyin. dışarıda yaşanacak koskocaman bir hayat var...

*zamanında biri demişti, eve bir zarf gelmiş üstünde bir isim yazılı. yahu bu kim diye düşünmüş durmuş. sonra fark etmiş ki anneannesi. aman ya demiş, annem-babam anne dedi, dedem de hanım. ona ismiyle kimse hitap etmiyordu ki nasıl bileceğim. onun adı anneanneydi. işte o hesap, benim için de o hep anneanne veya yeğenlerine göre cicanneydi. Bir kez de adlı adınca kayda geçsin istedim.

*fotoğraf da bizim burada meşhur Sinop Cezaevi'nin penceresinden. hani hayatı kendine zindan edenlerin gerçek zindan görüntüsüyle kendilerine gelmelerini sağlayarak... aman ya hiç de bikerem. severim bu görüntüyü, ondan var.

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...