23 Haziran 2019 Pazar

Underwood vs Kirkmanoğlu | Oyunuz Kime? (Zamanlaması Manidar Dizi Yazısı)

Amerikalılar iki tip diziyi çok seviyor; içinde Beyaz Saray geçenler ve Beyaz Saray’da geçenler. Bu diziler dünya izleyicisi tarafından da seviliyor. Bakınız Homeland, The Good Wife, The Good Fight ve hatta The Blacklist bahsettiğim ilk grupta, West Wing, Veep, House of Cards ve Designated Survivor ikinci grupta yer alıyor. Doğrudan ABD başkanına odaklanan dizi sayısı az. Bunların da çizdiği başkanlık ve başkan profili birbirinden oldukça farklı.
Daha sert mizaçlı ve gizli gündemlere sahip bir başkanı, bürokrasi içinde yetişip hırslarıyla kendine kişisel bir gelecek kuran Frank Underwood ve en az onun kadar kötücül eşi Claire Underwood’u işleyen House of Cards final yaptı. Zorunluluktan başkan olan ve sonra elde ettiği bu gücü iyilik uğruna kullanmak için yeniden başkanlık yarışına giren akademisyen geçmişli naif Tom Kirkman’ı konu alan Designated Survivor ise tam iptal edilecekken adeta melek kanatlı Netflix tarafından kutsandı.
Üçüncü sezonuyla 10 bölümlük Designated Survivor’u sizler için bir oturuşta izledim ve kuzenim Ozan Kayahan’ın buralarda bir yerdeki son yazısında diziyi yerden yere vurmalarının aksine, beğendim. Zaten “Amerika’da yaşasaydım başkan Frank Underwood mu Tom Kirkman mı olsun isterdim” sorusuna “kesinlikle Trump değil” yanıtını verecek durumdayız. Bir başka metropol kentin başkanının seçilmesine saatler kalmışken, oradan 700 kilometre uzakta, sizlere iki ABD başkanı örneğinden, her şey çok güzel olacak tadındaki Tom Kirkman’dan ve “savaşta ve barışta her yolu mübah gören” Frank Underwood’tan bahsetmek istiyorum.

O Kadar Da Kurgu Değil

Amerikan suç dramalarının çoğunda Mistır Presidınt’ın “sayın Rus başkanı, bana yapacak başka bir şey bırakmadınız” sözleriyle başlayan uluslararası bir kriz son saniyede kahramanlarımızca engellenir. Başkanlık dizilerinde ise sabah akşam Beyaz Saray’ın Oval Ofis ve Durum Odasının (situation room) bulunduğu Batı Kanadı koridorlarında gezinip daima ve sadece Amerika’nın başına gelen vahim olayları, hep Amerika’ya atılan kazıkları, iç politikada dönen dolapları ve başkanın bunlara verdiği haklı ve güçlü tepkileri izleriz.
“Yok canım, kurgu hep bunlar” dedirten bu sahneler, yerini gerçek hayatta “baktım çok kişi ölecek, saldırıyı erteledim” ya da “uzaylı da olsa insandır” türünden Twitter mesajlarına bırakır ve biz dizilerin imdb puanlarıyla kadro değişikliklerini takip ederken gerçeğe dönüşürler. Underwoodların Durum Odasında (Situation Room) saldırı emri verdikleri anı her izlediğimde, Obama ve H.Clinton’un gerçek Durum Odasında saldırı anını izleyişlerini hatırlarım.
Bizde olsa böyle dizi çekilemez dedirten uçuk Beyaz Saray dizilerinden ilki olan House of Cards, Underwoodların tiranıyla bizi yerden yere vurup hunharca silkeledikten sonra, Claire Underwood’un vahşi dişi yumruğunu suratımıza indirmesiyle sona erdi. Designated Survivor ise çok daha naif, sevgi dolu ve itidalli devlet adamı yorumuyla ideal başkan tiplemesi olan Tom Kirkman’ı hayatımıza soktu.
Kuzenim Ozan Kayahan da dâhil birçok izleyici için vasat ya da Netflix’e geçtikten sonra vasatlaşmış bulunan Designated Survivor, bana göre Kiefer Sutherland’in 24’ten sonraki en başarılı işlerinden. Kuzenimin, diziye eklemlenen LGBT+ çift, biyoterör konusunun başarısız bilimsel açıklamaları ve benzeri eleştirilerini tek tek ele almaktansa Tom Kirkman yorumlarımın içine sindirmeyi tercih edeceğim (dayanamamış olabilirim lakin spoiler endişesi de var tabii.)

Survivor Ama Dominik’te Değil

Öncelikle bu Kirkmanoğlu pardon Tom Kirkman nereden çıktı, nasıl başkan oldu, ona bir bakalım. Tom Kirkman kendi halinde bir bakandır ve akademisyen kimliğiyle sessiz-sakin, vatanına milletine hayırlı bir bürokrat olarak yaşamak istemektedir. Herhangi bir bildirgeye imza atmışlığı yoktur, sadece kentin yoksul mahallelerine yerinde kentsel dönüşüm götürmeyi istemektedir ama seçim vaadi olarak verdiği sözü sonra başka bir söz yüzünden yerine getiremeyecektir. Kongre tarafından designated survivor olarak seçildiğini öğrenir. Bu kavramı biraz açalım. Amerikan devlet yönetiminde paranoid bir anlayış var. Ya bize bir şey olursa… Aslında bir bakıma iyi bir şey, emniyet sübabı da diyebiliriz.
Elli eyaletin senato temsilcileri, başkan ve yardımcısı, kısaca devletin en üst düzeyindeki temsilcileri Capitol Hill (meclis) binasında toplandıklarında aralarından bir kişiyi bu toplantıya almıyorlar. Coca Cola’nın formülünü bilen beş kişinin ayrı uçaklarla seyahat etmesi gibi, bu devletin “bize bir şey olursa çocuklar sana emanet, ocaktaki yemeğin altını kısmayı, bahçedeki kedileri besleyip posta kutusunu boşaltmayı unutma” deme şekli.
İşte Tom Kirkman her zamanki gibi toplantının bitmesini beklerken, olanlar olur. Sanki Nuh Tufanı yaşanır ve devlet üst düzeyi bir bombalama sonucu ortadan kalkar. Halk perişan, insanlar panik, Beyaz Saray’da koşuşturmaca sürerken Tom, eşi Alex ve iki çocukları, birdenbire ortalama kentli bürokrat hayatlarından aşırı güvenlikli Beyaz Saray First Class hayata geçiş yaparlar.

Evrensel Kalp Hırsızları: Trudeau & Kirkman

Peki ama Amerikalılar alışmış geniş omuzlu, sert mizaçlı gözü kara başkana, şöyle yumruğunu masaya vuracak ve make America great again diyerek insanları düştükleri panik çukurundan çıkarıverecek. Üstelik bir yanda muhafazakar, diğer yanda Cumhuriyetçi geleneğin içinden gelmesi ve alışılan teammüllere uygun davranması da beklentiler arasında. Ama Tom öyle mi? Afetin ertesi sabahı, Tom çıkarır kalın çerçeveli akademisyen gözlüğünü, çıkarır kravatını, Capitol Hill yıkıntıları arasında bir beton bloğun üstüne çıkıp insanlara birlik çağrısı yapar: Umudunuzu Yitirmeyin. Umudumuz Var. Gençliğimiz Var. Her Şey Çok Güzel Olacak.
Designated Survivor’a yeni başladıysanız benim gibi sizin de içinizde bir yerde böyle bir kıvılcım uyanacaktır. Ülkeyi Tom Kirkman yönetse ne güzel olurdu diyesi geliyor insanın. Frank Underwood’un tam tersi bir ruhla karakterize edilen Tom Kirkman, bize tam da böyle bir devlet adamı profili çizdi. Amerikan paranoyalarından birinin kurgusuyla başlayan dizide Kirkman, koca bir meclisi ve tepeden aşağı yönetim anlayışını sıfırdan inşa ederek Amerikan halkına birbirinden umutlu birçok mesaj vermeyi başardı. (Size de Justin Trudeau’yu hatırlatmıyor mu diye soracağım ama aklıma hep başkası takılıyor hep! Onun da gözlüğü var. O da hep gülüyor.)
İlk iki sezonunda Tom Kirkman başganın ele aldığı meseleler uluslararasıyken son sezonda seçim yılı geldiğinden elbette içe döndü. Özlenen başgan karakterinin eksikleri üçüncü sezonla giderildi. Ayrıca Kirkman’ın, Alex’in kardeşi Sasha (Jamie Clayton) üzerinden LGBT+ topluluk hakları konusundaki tavrı eklenmiş, daha da önemlisi, üçüncü sezonda belgesel tadında gerçek yorum ve görüntüler de kullanılmış. İşte global söylem işte teknoloji işte yirmibirinci yüzyıl Amerikası. Daha naapsınlar! Netflix #iyiki #şükür senaryoya müdahale etti, bak çok güzel oldu. Zaten her şey de çok güzel olacak. Herkesin dizisine kimse karışamaz. Kuzene cevap hakkı doğdu iyi mi…

Kirkman İlkeleri | Underwood vs Kirkman

Aile önemlidir. Frank Underwood politik bir malzeme olmadıkça ailesini, eşini asla başkanlığının bir parçası olarak görmezken, Tom Kirkman eşi ve çocuklarını neredeyse başkanlığının önünde tuttu. Aile meselelerinin gözler önünde yaşanmasını engellemedi. Yasını da sevincini de herkesle paylaştı. Örnek olarak Claire Underwood ile Alex Kirkman’ın evlilik dışı çocuk meselesinde yaşadıklarına, Frank ve Tom’un bu konuya yaklaşımına bakılabilir.
Bağımsızlık önemlidir. Tom Kirkman’ın halk tarafından sevilip kabullenilmesinin bir nedeni de ülkenin en yetkili ve güçlü insanı olmasına rağmen aynı zamanda sade bir vatandaş olduğunu unutmaması, olaylara halkın gözünden bakabilmesi. Tabii bu yönüyle halkçı olduğunu söyleyebiliriz. Yine de Kirkman partili değil. Tabii kazara başkan olunca olağan seçim dönemine girildi ve Kirkman görevlendirmeyle devraldığı başkanlığı seçilecek kişiye teslim etmeyi düşünürken, tarihsel bir çılgınlığa imza atıp iki partiden de sıyrılarak bağımsız başkan adayı olarak seçimlere girdi. Underwood ise her zaman iki partinin ortasında durup onları birbirine düşürür.
Adalet önemlidir. Tom Kirkman eşi Alex’in hukukçu ve kendisinin de akademisyen olması nedeniyle adalet terazisinin dengede durması konusunda hassas biri. Kullandığı dil, aldığı kararlar ve söylem bakımından “kifayetsiz ve zamanında müdahale konusunda kararsız” görülse de adil olmak konusundaki ısrarı sayesinde Frank Underwood başkanlığıyla karşılaştırıldığında oldukça makul bir başkan çerçevesi çizdi. Tabii Kirkman’ın bu başarısında, kendisi gibi seçilerek değil kazara göreve gelen ekibinin de payı büyük. Gerek basın sözcüsü gerek Özel Kalemi onun daima adil ve temkinli olması için çaba harcadılar. (İki dizide de basın sözcüsü Seth ve çizdikleri karakterler de en az başkanlar kadar dikkat çekici derecede zıt.)
Eşitlik önemlidir. Tom Kirkman insanların her konuda eşit haklara sahip olması, toplumun farklı kesimleri arasındaki eşitsizliklerin giderilmesi, devletin kaynaklarının halk için kullanılması gibi konularda açık söylemleriyle ideal başkan tipine uygun eylemlerde bulunuyor. Frank Underwood ise kendi çıkarına olmayan herhangi bir eyleme imza atmayıp ne yaptıysa o makamda kalabilmek için yapıyor. Örnek olsun, “uzaylı da olsa insandır” türünden bir lafı Underwood’tan duyabilirsiniz, Tom başgandan asla.
Dürüstlük önemlidir. Tom Kirkman kimi zaman halka açıklamasının doğru bulunmadığı bilgileri yine de açıklayabilmek için taklalar atıyor. İnsanlara karşı sorumluluğunun bilincinden bir an olsun çıkamıyor, hatta bu yüzden de ani kararlar almaması, yetersiz kalmasıyla suçlanıyor. Dürüst olmak Kirkman için o kadar önemli ki LGBT+ hakları üzerine bir konuşmasında, meseleyi bir başkan olarak adil ve eşit biçimde ele alabilse de birey olarak kabullenme sürecini henüz tamamlamadığını itiraf edebiliyor. Underwood ise itiraf görünümlü her sözünü politik bir kazanca evriltmesiyle meşhur.
Sonra bir yerde bir şeyler değişiyor. Üçüncü sezonu izleyenler, “yoksa Kirkman yeni Underwood mu olacak” diye sorabilir. Nitekim soruldu da. Üçüncü sezon, başkanlık yarışına giren ve seçim kampanyası denen fırtınanın içinden geçen herkes aynı şekilde değişir mi sorusunu ortaya bırakarak bitiyor. Dördüncü sezonda Tom Kirkman’ın seçilmiş başkan olarak neler yapacağını izleyeceğiz. Üçüncü sezonun bitişinden umutsuz değilim ben. Kuzim Ozan sıkılarak izlemiş Designated Survivor’u, buna üzüldüm. Ama allasen kuzi, acting president Trump’ı hatırlatan Underwood mu Justin Trudeau’yu hatırlatan Kirkman mı deseler ne derdin? (Aa du bak ben böyle birini daha tanıyorum!)

Yarından Sonra

Tom Kirkman’ın da diğer başkanlar gibi dönüştüğünü, Frank Underwood gibi kendi çıkarını düşünen bir başkan haline geleceğini, her şeyin aynı tas aynı hamam olacağını, bunların hep Amerikan oyunu olduğunu, Kirkman gibi insanların sadece kurguda var olabileceğini ve onların da işte böyle iki seçim kampanyasında ortalamaya yaklaşacağını, makam sahibi olanın geldiği yeri hemen unuttuğunu, koltuk denen şeyin insan kimyasını değiştirdiğini… ve bunların benzeri daha birçok şeyi ardı ardına düşünebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum. Kanıksanmışa inanabilirsiniz. Ben inanmıyorum.
Designated Survivor izlerken de evimden 700 kilometre uzaktaki reel seçime bakarken de, Tom Kirkman’ın Frank Underwood’a dönüşeceğini düşünmüyorum, burnumun dibinde her şeyin çok güzel olacağını söyleyen insanın “diğerleri gibi” olacağını da. Frank Underwood hiç kimseye hesap vermiyordu. Tom Kirkman ise bütün bir halka hizmet edip onlara hesap verdiğini her fırsatta dile getirdi.
Ben içimde bir yerde, tıpkı Designated Survivor’da olduğu gibi bir kırılma yaşandığına, bu kırılmadan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına, büyük balığın hep küçük balıkları yutamayacağına, kısacası kahraman olmak için ille de büyük olmak gerekmediğine inanıyorum (Christopher Walken’a saygıyla).
Şuraya, yazıda geçen iki başkan karakterinin konuşmalarından birer örnek bırakıyorum. Şimdi son düzlükte siz karar verin; oyunuz kime? Ben, gecenin bir yarısında uyku tutmadığından çay koymaya gidiyorum ve biliyorum ki yeterince umudunuz varsa her şey çok güzel olur… Benim oyum Tom Kirkman’a…
Designated Survivor, 1.sezon sonunda başkan Tom Kirkman’ın konuşmasından. İhtiyacımız olan şey sevgi. Vatan sevgisi ve insan sevgisi:
House of Cards, Frank Underwood’un “herkes hak ettiği gibi yönetilir” sözüne yorumu (konuşma arası görüntüler Underwood’un eylemlerinden hatırlatma):

13 Haziran 2019 Perşembe

Yeni Başlayanlar İçin The Blacklist | Verilerle Konuşacağım

İzleyenler biliyor, The Blacklist altıncı sezonunu çok fena bir bölümle tamamladı ve bizi hüzünlü bir bekleyişe sürükleyip arkasına bile bakmadan çekti gitti… Böyle başlamak istedim çünkü son sahnede ağlayasım geldi. Bunca yıldır hayran hayran izlediğim, müziklerini ezberlediğim The Blacklist’in karizmatik Red’ini öyle görmeyi nasıl diyeyim “hiç içim almeyy.”
Yanlış anlaşılmasın, diziyi çok seviyorum. Altıncı sezon sonundan da oldukça memnunum. Hatta ilk beş sezonda “tamam artık, bu konu daha ileri gitmez” minvalinde laf çakan eleştirmenlere inat, öyle bir altıncı sezon oldu ki yedincide neler olacağını tahmin bile edemiyor insan (meraklandırma loading…) Beni üzen, son sahnenin ardından yedinci sezonu beklemek zorunda kalmak. Bu da yapılır mı ama? (meraklandırma overload…) Dizinin hayranları biliyor da yeni başlayacak olanlar varsa spoiler vermeden bilgi vermek maksadıyla bir özet sunayım ve ekibi tanıtayım.

Fedoralı Centilmenin Yeni Nesille İmtihanı

Her bölüm başında siyah zeminde önce dizinin yaratıcısı Jon Bokenkamp’in adı ve sonra o bölümdeki Kara Liste üyesinin ad ve liste numarası yer alıyor. Nedir bu Kara Liste derseniz, ana karakterimiz olan yılların aranan kaçağı, suçluların dünya çapında eli kolu, vücuttaki damar ağı gibi zilyonlarca ticari ve kriminal bağlantıya sahip Raymond Reddington kendisini uzun yıllardır kovalayan FBI ekibine bir teklifle gelip (açık ol Arzu resmen nanik yaparcasına bir yöntemle teslim olup) bazı şartlar karşılığında birçoğu uluslararası arenada aranan suçluyu yakalamalarını sağlayabileceğini söylüyor. Plan net. Ben bilgiyi vericem sen kelepçeyi takıcan. Karşılığında ben de selbes gezicem.
White Collar esintisi taşıyor bu ilk dakikalar. Ama karşımızda Neal Caffrey kadar atılgan biri yok, yaşı gelmiş altmışlara. Ağır adımlarla yürüyor, hiçbir şey için acelesi yok ve kentin yarısını havaya uçuracak bir bombanın etkisiz hale getirilmesi için önce bulunması gerekiyor. Raymond Reddington 80’li yıllarda bıraktığı istihbarat teşkilatının son model sistemine kısa sürede uyum sağlıyor ve çarkları kendisi için döndürmeyi başarıyor.
Kim bu suçlular derseniz, oh mondiyö kimler yok ki! Spoiler olmasın ama o listeye hiç ummadığımız isimler de girecek. Tabii FBI ekibinin müdürü o naif tavrıyla (kendisi dizi boyunca bu görünümüyle sağ gösterip sol vuracaktır) “Redciğim olmaz öyle, kim bu kötü çocuklar haydi haydi söyle” deyince Red başlıyor anlatmaya. Hayır hayır, yazılı liste ekinde değil, tamamen Red’in zihninde ve onun belirlediği bir sıra ile kovalanacak bu suçlular. O yüzden Red listeyi deyim yerindeyse gıdım gıdım, beraberinde tatlı tatlı hikâyeler anlatarak veriyor.

7/24 Mükemmel Bir Suç Dehası

Zaman içinde anlıyoruz ki bu Kara Liste’de sadece FBI’ın kovaladığı kaçaklar ve korkunç adamlar yok. FBI’ın varlığından haberinin olmadığı insanlar var, bazıları dudak uçuklatan suçlar işliyor ve Red tüm bu insanları, secerelerini, tarih, yer, kişi adı ve diğer detaylarıyla biliyor. Bildiği her şeyi anlatıyor mu bunu zaman içinde öğreniyoruz. Kesin olan bir şey var ki Red tam bir suç dehası. Başlarda Raymond Reddington kimdir bildiğinizi sanıyorsunuz ya altıncı sezona gelin öyle görüşelim. Red insanın aklını alıyor.
FBI ile arasında köprü olması için suçlu profili uzmanı (hiç yıllık deneyime sahip uzman) ajan Elizabeth Keen‘de ısrar eden Red, sezonlar boyunca ajan Keen ile arasındaki bağı sık sık sorgulatıyor (bu spoiler sayılmasın ama lütfen). Liz olmadan çıkmam diyor. Bir de şapkasız çıkmam diyor. Öyle ki dizi yayına girdikten sonra Amerika’da Fedora stokları tükenmiş diyorlar. Ama nasıl bir fedora… Derim ki bir fedora bir insana ancak bu kadar yakışabilir.
Fedoralı Red ve güzel yüzlü sempatik ünlü ajan Liz, FBI’ın bu konuyla ilgili bilinmez bir adreste oluşturduğu Görev Gücü (Task Force) ekibiyle birlikte her bölüm ayrı bir numaranın peşine düşüyorlar. Olaylar buradan başlıyor ve tam altı sezondur devam ediyor. Yedinci sezonu da onay aldı. Biraz da karakterlerimizi tanıyalım:

FBI Task Force | Sen Ben Bizimoğlan

Raymond Reddington (James Spader): Has adamımız, eski bir CIA ajanı iken bir karışık işler mişler olmuş, birden hoop bir bakmışsın suçluların aracısı/sorun çözeni olup çıkmış. Kimbilir naaptınız adama! Aforizmalarıyla House of Cards Frank Underwood’u andırsa da Amerikan ellerinin Ramiz Dayısı gibi sabaha kadar anlatsa dinleyebilirsin. Red çok zeki ve bunu belli ediyor.
Ajan Elizabeth (Liz) Keen (Megan Boone): Aslında profil uzmanı ama başına gelmedik kalmadığı için sahadan ofise bir türlü gelemiyor. Öğretmen ve tabiikiside çok yakışıklı olan bir eşi (Tom Keen – Ryan Eggold) var ve tabiikiside bu jön eş siyah çerçeveli bir gözlük takıyor. Yakışıklılığın ve güzelliğin mutluluk için “onpar’etmediğini” Keen çiftinde adım adım görüyoruz. Daha sonra bu Tom arkadaşa başka yerlerde de (The Blacklist: Redemption) rastlayacağız. Elizabeth Keen denince Masha adını da bir yere not almak lazım. Hayır yani nedir, “Amerikalı görünümlü Rus” klişesi Ajan Salt ile bitti sanıyorduk biz. Unutmadan, Ajan Keen çok zeki ama bunu belli edemiyor.
Harold Cooper (Harry Lennix): FBI Görev Gücünün tatlış amiri. Sanırsın anaokulunda müdür. Sevimli mi sevimli, nazik mi nazik. Ama sinirlendirme. Ama damarına basma. Zımbığı öyle bir indiriyor ki Adalet Bakanından CIA ve FBI başkanlarına hatta ABD başkanına bile posta koymuşluğu var, gerisini siz anlayın. Red ile aynı jenerasyondan sayılırlar, birbirlerinin çok nazını çekecekler, kanka olmasalar da birbirlerine saygı ve hayranlık duyuyor, arkalarını kolluyorlar. Amir Cooper çok zeki ve bunu ne kadar çabuk anlarsanız o kadar iyi. Gözünüzü ondan ayırmayın.
Donald Ressler (Diego Klattenhoff): Bir suçlunun peşinden yeterince uzun süre koşarsan ona benzersin diye bir atasözü olsa, ajan Ressler bunun kanıtı olurdu. Raymond Reddington’ı en uzun süre kovalamış, ona asla inanmayan ve kanmayan ama en az onun kadar suça bulaşan bir arkadaşımız (spoilerimsi). Şaka şaka. Ajan Ressler soğukkanlı ve tecrübeli bir ajan. Ekibin ağır ağabeyi. Çok zeki ve bunu belli etmiyor. Bir de soğuk nevale olmayaydı…
Samar Navabi (Mozhan Marno): Adından da anlaşılamadığı üzere kendisi MOSSAD’ın izniyle FBI Görev Gücüne katılmış, esmer güzeli aşırı karizmatik bir abla. Sert mizacı, erkeksi tavırları ile etrafına korku salabilen, sevmeyi bilen ama koşturmacalı ajan işlerinden buna vakit bulamayan, sonunda gönlünü olmadık kişilere kaptıran ve beni benden alan bir karakter. Reddington’a güvenmeme konusunda iki numara. Ay bu Samar’ın başına neler gelmeyecek ki… (dur Arzu, o Elizabeth olacaktı, baş başrolden rol çalma).
İlerleyen bölümlerde Samar’ın MOSSAD’tan bir arkadaşıyla (Levi Shur) tanışacağız, arada görünüp kaybolacak, işte ben o arkadaşın hastasıyım. Buradan sesleniyorum: Oded Fher sen nasıl bir insansın! Ajan Navabi zeki değil akıllı, hem de çok fena. Boşuna MOSSAD ajanı olmamış yani.
Aram Mojtabai (Amir Arison): Kendisi FBI ekibinin bilgisayar dehası. Bilgisayarda attığı taklaların hızıyla konuşmayı başarıyor ve hep kıl payı kurtarıyor. Saha ajanı olması biraz zor. Yahu panik atak sahibi, nasıl ajan olsun? Ama sonunda turnayı gözünden vuruyor. İkisinden birden hem de. Hele beş ve altıncı sezonlarda Aram beni çok ağlattı (buraya Seven Ne Yapmaz şarkısı gelsin.) Ajan Mojtabai aşırı zeki ama bunu ancak plaza çalışanları gibi eziyet altında ortaya çıkarabiliyor.
Dembe Zuma (Hisham Tawfiq): Afrikanın bağlarından kopup gelmiş iri kıyım bir abimiz. Bir çocuk ruhuna sahip, çok düşünür az konuşur, güldüğünde tüm dünya güldü zannedersin. Reddington’un sağ kolu, manevi evladı, canı ciğeri. Onu korumak için yapmayacağı şey yok. Dembe bir ara bizi üzer gibi oldu ama sonra geçti. Dembe güçlü, Dembe sabırlı ve Dembe çok zeki. Tabii bunu anladığınızda iş işten geçmiş olacak…
Mr.Kaplan: Hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim, görünce anlayacaksınız. Ben böyle başarılı karakter görmedim yalnız… Mr.Kaplan zeki mi? Çamaşır suyunu aşırı tüketmese olabilirdi diye düşünmekteyim.
Bonus: Susan Scott Hargrave. Kendisi hakkında söyleyebileceğim onlarca şeyden yalnızca birini buraya bırakıyorum: Famke Janssen sen bizim her şeyimizsin!

Kadınlar vs Erkekler | Kim Kazanır?

The Blacklist, suçluların sıra numarası aldığı ve teker teker avlandığı, haklının haksıza suçlunun masuma karıştığı, o toz bulutu içinde heyecanı ve temposu çok yüksek bir dizi. Tabii altı sezon sonunda henüz Kara Listenin tamamının yakalanıp yakalanmadığını bilmiyoruz. Çünkü bu liste hep güncelleniyor. Dolayısıyla Arka Sokaklar kadar olmasa da en az on sezon gider bu dizi. Suçun sona ermediği bir dünyada ne Kara Listeler biter ne Raymond Reddington’ın hayatta kalma mücadelesi. Peki, yüzlerce diyebileceğimiz bu Kara Listeliler ile ilgili ne tür istatistikler var? Yazımın sonunda sizleri sayılarla başbaşa bırakıyorum. Buradan çıkarımlar yapabilir, benim gibi “vay be erkekler daha kötü işte İsviçroyalı bilimadamları ispatladı” şeklinde aforizmaları sosyal medya hesabınızdan paylaşabilirsiniz. Lütfen birdizihaber hesabını etiketlemeyi, beni sosyal medyada bulmayı ve takip etmeyi, kanalıma (bir gün açınca) abone olmayı unutmayınız.

Kara Liste Üyeleri (tam liste)

İsmi Açıklananlar (yüzdeler bu sayıya göredir)103
Toplam Kara Listeli Sayısı200 (şimdilik)
Hayatta Olanlar%19,4
Ölenler%49,5
Tutuklananlar%34

Liste Başarısı (tam liste)

Kim YaptıTutuklama%Öldürme %
Ajan Donald Ressler238
Ajan Elizabeth Keen11,23,1
FBI/SWAT167
Raymond Reddington516
Samar Navabi122
Aram Mojtabai11
Dembe Zuma11

Cinsiyetlerine Göre Kara Liste (tam liste)

Kadın%18
Erkek%73
Diğer (listedeki örgütler)%8
*İstatistik veriler www.fandom.com sayfasının The Blacklist bölümünden alınmıştır.

BONUS TRACK:

BONUS VIDEO: The Best of Raymond Reddington I


3 Haziran 2019 Pazartesi

Hayaller Paris, Hayatlar Öyle mi? | Yerli Dizilere Göre Biz

Her şey, altı bölüm polisiye dizisi izledikten sonra kendime “neden yabancı izleyince kendimde bir şeyleri değiştirmem gerektiği hissine kapılmıyorum da iki bölüm yerli dizi izleyince aynadaki aksimi beğenmez hale gelebiliyorum” sorusunu sormamla başladı. Yerli dizilere göre burası Avrupa, hayaller Paris, hayatlar da öyle. Sokaklar tertemiz, trafik açık, yüzler gülüyor. Taksi dediğin elini kaldırınca hemen duruyor ve kesinlikle “ne tarafa” diye sormuyor, tepesi atan için zengin-yoksul herkesin portföyünde garantili bir inziva mekanı mevcut. Kadınlar hep bakımlı; sabah yataktan ışıltılı yüz ve nefis kokan bir ağızla uyanıyorlar. Elinden hiçbir iş gelmez saf ev kızı olarak kodlanan karakter bir anda reklam kampanyası yönetiyor, kitap yazıyor, moda tasarımcısı oluyor.
İşe geç kalmak, metrobüs kabusu yaşamak, aşırı yağmurda telef olmak, güzel ve fakir başrol kızımızın yakışıklı ve zengin başrol oğlanımızla holding girişinde çarpışmasından önce ihtiyaç duyulan o “hayattan bezmişliği” yansıtmak için küçük bir detay. Aynı gerginliği, çıkmadan önce kapıda bulduğu kallavi doğalgaz ve elektrik faturası ile banka hesabındaki kocaman delikle de yaşayabilir. Neden illa otobüslerde telef ediyorsunuz kızcağızı, anlamıyorum. Ama şu kesin; kızcağızımızın oğlancağızla tanışmadan önce hep dibe vurması veyahut sinir küpü olması gerekiyor. Son zamanlarda senaryo yazanlarımızın “çatışma” ve “çelişki” kavramlarından anladığı bu.
Kadınlarımız hep ihtiyaç sahibi. Eğer kendi kendine yetecekse yıkılmadım ayaktayım diyecek ve kuru ekmeğe talim etse de o başı eğmeyecek. Masum ve mağrur değilse zaten dizinin vampirellası olmaya mahkum, onu asla eşofmanla göremeyeceğiz, hep birinci sınıf, hep gece elbisesiyle ofis turları… Esas kızın en yakın arkadaşı olacaksa hep bir bela hep bir eziklikle birlikte gelecek. Bunlar bundle. Ayrılamıyorlar.
İster yerli ister yabancı, dizilerdeki hayatlar ne kadar gerçek hayattan alınsa da hayal ürünü. İzlediğimiz tüm diziler, “bu hikâye gerçektir”, “gerçek hayattan alınmıştır”, “bu dizideki olaylar ve kişiler gerçektir” ibareleri olsun ya da olmasın, bir senaryoya, yani bir iddianın varsayımlarla süslü anlatımına, dayanır. Kısaca, dizi senaryoları istediği kadar “uçabilir” diyebiliriz. Uçmaktan ne anladığımız ise tam bir muamma!

Dizilerde Gerçekçilik

Dizi dünyasından bakınca bazı kısıtlar mevcut, kabul. Örneğin karaktere öyle istediğin mesleği/işi, yaşam alanını hop diye yazamıyorsun. Çünkü gerçekçi olmak zorundasın. Doktorsa mesela, devlet hastanesinde çalışırsa nöbet tutacak, geçim derdi olacak, hasta yakınından şiddet görecek. Öyle suya sabuna dokunmadan, istediği saatte işe gidip gelen ve sadece reçete yazacağı hastaları olan bir doktor ancak özel hastanede, o da eğer hastane sahibine bir şekilde yakınsa (hatta hastane kendininse) mümkün.
Ama…
Mesela Paris kadar güzel bir kentin, Champs Elysee kadar güzel ortamında, bir yalı dairesi ya da rezidans katında, güzel kadınla yakışıklı erkeğin imrenilesi aşk hikâyesini, araya karışan bir dizi Tuncel Kurtiz felsefesiyle, kurşunlar ve uçan tekmeler eşliğinde sunabilirler bize. Sekiz sezon boyunca sürebilir bu hikâye. Arabesk filminin sonundaki gibi bir dizi felaketten geçebilirler. Yeter ki güzel kadın hep yoksul, güçsüz, saf ve yakışıklı erkek de yurtdışından yeni dönmüş ya da yurtdışı görmüş holding sahibi olmasın.
Veyahut da iki yüzyıl sonra yaşayacak dünya insanlarının, yapay zeka yüzünden olası bir yokoluşu engellemek için zamanda geriye gelerek bugüne ayar çekme girişimini izleyebiliriz. Zamanda geri gelebilmenin yaratacağı paradoksu sorgulamaktan dizinin ana temasını, mesajını ve en önemlisi bu işin eğlencesini kaçırabiliriz. Kendimizi kaptırabilirz belki. Kısacası iki örnek de iyi anlatılırsa çok başarılı, iyi işlenirse inandırıcı olabilir. İki örnek de doğru kurgulanmazsa gülünçlük abidesi olarak tarihe geçebilir. Üstelik bu iki durum arasındaki çizgi sanıldığı kadar kalın değildir.

Yamalı Bohça

Sahneler birbirine eklenince ekrandan bakışlarımızı çekemediğiniz kâh heyecanlı kâh romantik anlar sunan bu diziler, parçalar halinde incelendiğinde birbirinden saçma hikâyelerin ve detayların bir araya getirildiği, birbirinden kopuk iddiaların birbirini kovaladığı yamalı bohça gibidir. Her dizi böyledir denemez. Böyle çok dizi olduğu söylenebilir. Yine de biz, bu yamalı bohçanın bir atlas yorgan olduğuna inanmayı seçeriz. Öyle olmasa bunca diziyi izleyen bunca milyon insan olmazdık. Mesela, Hakan Muhafız’ın ikinci sezonunu inadına izleyişimin arkasında, böyle bir atlas yorgan bulma hayali yatar. Yorganı bulamayabilirim ama arayışa saygım var.
Daha doğrusu, böyle olmasa, sadece diziler değil sinema da olmazdı. Fantastik ve bilimkurgu, vampirler ve gelecek yüzyılları anlatan fütüristik diziler de olmazdı. Dizi işi hayal işidir; bir hayali gerçekmiş gibi allayıp pullayıp satma, bizi olmayana olabilecekmiş gibi inandırma sanatı. Şahsiyet‘te yaşı 70lere dayanmış ve Alzheimer pençesindeki bir adamın, onca trajikomik detayın içinde seri katil olabilme ihtimaline inanabilmemiz bu yüzdendir. Hayal ürünü ve gerçeküstücü bir anlatımı gerçeklikle bezeyerek hayata geçirebilme gücü. Buradan hareketle, gerçekçi olma iddiasını dizinin anlattığı hikâye ve onun kurgulanma biçimiyle değil, bunu gerçekmiş gibi anlatabilme gücü açısından eleştirmek lazım. Anneannem bu durumu “hiç başrol ölür mü? hem salçadır o, kan olsa duramazsın” sözleriyle açıklardı.

Mümkünse az mı görüşelim?

Buraya kadar her şey normal. Bana anormal gelen, dizilerin yarattığı sanal yaşamların gerçeğe dönüşü, senaryoların çoğunlukla pazarlama aracı olarak kullanılması ve gerçek hayatta olmayan/olamayacak detayların normalmiş gibi sunulması. Belki de bana anormal gelen, dizileri (özellikle yerli dizileri) neden bu kadar ciddiye aldığımız, bilemiyorum. Sonuçta ben de şu anda oturmuş yerli dizi eleştirisi yazıyorum. Üstelik daha izlenecek onyüzbinmilyon yabancı dizi bölümüm varken.
Bu yazıyı yazma nedenim yaygın bakış açısına eleştiri getirmek; dizilerde bize dayatılan bir yaşamdan bahsediliyor. Diziler bize şunu salık veriyor, böyle yaşayın diyor, kadını şöyle yansıtıyor, şu mesajları veriyor ve benzeri birçok eleştiri var. Böyle deyince, söylemde suç karşı tarafa yükleniyor. Nedir bu suçlar? Diziler bize neyi nasıl yaşayacağımızı dayatıyor. Doğru. Sonra? Biz de o dayatmayı izlememeyi seçme gücüne sahip değiliz. Dolayısıyla kendi içinde yuvarlanarak giden mutlu mesut hayatlarımız, bu yönlendirme ve dayatmadan kötü etkileniyor. Nasıl bir sonuç çıkar buradan? Kimilerinin aptal kutusu diyerek güya dışarıdan ve üsten bir bakış açısıyla izleyenine b.k attığı o kutu, size gerçekten dayatılmış mıdır? Ortadirek (kaldıysa) ve yoksul ailelerin neredeyse tek eğlencesi sayılan televizyon, gerçekten de karşı koyamayacağınız bir dayatma mıdır? Önceki sıralı ifade (italik), hayatınızı edilgen yaşadığınızın ispatıdır. Size sunulanı olduğu gibi aldığınızı, akıl süzgecinden geçirmediğinizi, kendinizi hayatınızın iplerini elinizde tutacak kadar güçlü görmediğinizi söyler. Öyle misiniz? Hiç sanmıyorum.

Sizden İlham Aldık

Oysa dizilerin iddiası tam tersi. Zaten nasıl yaşıyorsak öyle yansıtıyorlar. Yani diziler diyor ki “işte bu, sizin hayatınız.” Popüler bir deyişle “sizden ilham aldık.” Karşı taraf açısından bu söylem de suçu karşı tarafa atmaktadır. Yani izlediğiniz her şey bizden ötürü. Böyle diziler varsa, siz hayatı böyle yaşadığınızdan var. Öyle mi? Sabahları müstakbel sevgili adayı/eş onu hep ışıl ışıl görsün diye daha erken kalkıp yüzüne highlighter ve allık, dudağına nemlendirici sürüp geri yatmak kurnazlığı nereden geliyor? Sahi, biz gerçekten böyle miydik de dizilere konu olduk? Yoksa dizileri izleye izleye onlara mı benzedik? Ben asıl bu meseleyi yumurta-tavuk çıkmazına sürükleyen ve ilk taşı atanın peşindeyim ama du’bakalım…
Aslında, yerli dizilerle bir alıp veremediğim yoktu. Uzun yıllardır yabancısı kadar yerlisini de izlerdim, izlerim hâlâ. Ama gittikçe yerli dizi ekseninden kopuyorum. 2000’li yıllar ve sonrasında bir sezonda izleyecek 10 dizi bulabiliyorken, şimdi iki veya üç diziyle yetiniyorum, bunlardan da birini sürekli izlerken diğerlerini tekrarlardan özet geçmece şeklinde bitiriyorum. Geri kalanını ise daha ilk bölümden terk ediyorum. Gönülsüz ve meraksız biçimde izliyorum. Üstelik, zaman geçtikçe (belki yaştan, belki baştandır) kitleler arasında fenomen olan dizilerle severek izlediğim dizilerin kesişim kümesine giren dizi sayısı bir veya ikiyi geçmiyor.
Senaryolar da heves kırıcı oluyor. Her yeni dizi iddiasıyla ve gümbür gümbür geliyor, birçoğu geldiği gibi gidiyor. Kadrosu veya konusuyla (tutsun veya tutmasın) bunu kesin izlerim dediğim, heves ettiğim dizilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Devran kötü, ekonomi berbat ve sektör zaten çok yaralı, bunun da etkisi var elbette. Ama asıl, gerçekçilik faktörünün iyiden iyiye zayıflaması ve dizilerin eskisinden daha çok, hatta dörtnala, kapitalizmin liberal döngüsüne hizmet etmek için yarışıyor olmasından kaynaklı, bir izleyici olarak mutsuzum.

Yazı sonu sürprizi

Senarist arkadaşlara henüz yazılmamış birkaç konuyu verip şu bayram öncesi günlerde sevaba gireyim. Yazın üstüne düşülürse yeni sezonda reytingler garanti… Biz de temcit pilavı gibi sürekli aynı konunun pişirilmesinden kurtulmuş olmaz mıyız?
Zengin kız-fakir oğlan ikilemi (Varolmayan Şövalye): Dikkatinizi çekerim, oğlan fakir olacak. Başrol için Özcan Deniz ikna edilebilirse -hazır İstanbullu Gelin de final yaptı- efsane olur. Zira kendisini hiç bir araba tamircisinde çalışan, kıt kanaat geçindirdiği ailesiyle mütevazı bir hayat yaşayan yiğidoğlan rolünde göremedik, hep patron hep CEO. Reytinglerde ilk üç garanti.
Şehre göçen en az üç çocuklu (onun da en az biri para hırsıyla yanıp tutuşan) muhafazakar müştemilat ailesi ile evin eşrafı arasında geçecek Aşk-ı Memnu çakması çelişkiler yumağı. Aşk-ı Memnu’nun onyüzmilyonuncu tekrarı bu hafta başlıyormuş, yoksa kesin reyting starı olurdu bu senaryo.
Son olarak eksikliğini tüm kadınların duyduğuna emin olduğum, pozitif ayrımcı bir konu var: Tüm iç ve dış minnaklar sayesinde başına gelmedik kalmayan, uçan kuştan grip kapan, kocasının zulmünden kaçarak yakışıklı ve mağrur kurtarıcısıyla birkaç sezon kaçma-kovalamacalı arkadaş görünümlü aşk macerası yaşayan “önce anne” kadın. Reytingleri sollamak bir yana, başrolün ev işleriyle ilgili en az üç markadan reklam teklifi garanti!

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...