24 Kasım 2017 Cuma

sana böyle yaşamayı kim öğretti?

BUGÜN...
gözü açılmadık sığırcık yavrusu kıvamındayken "mini mini biiirler çalıııışkan ikiiiler" diye bizi ortada döndere döndere ya da tavşandan 62, kayıktan kağıt yapmayı öğrete öğrete tee anaokulundan hayata hazırlayan o "ilk" okulumuzun anaokulu öğretmeninden tutun da,

soba yakmak, düğme dikmek, kanayan dize pansuman yapmak gibi aslen başkalarına nasip işleri görev edinen,


"ama bu A hani çadır vardı ya, seninkinin rüzgardan tepesi eğilmiş yavrumcum? hmm bak bu H merdiven gibi olan hani" sevimliliğinde alfabeyi yazdıran, Ali'ye top tutturup Oya'ya ip atlatan ilkokul öğretmenimizin,

yan sınıfın yağuşuklusuna iç çekerek baktık diye saçımızı çekiştiren,
19 Mayıs törenine katılıcaz diye derslere girmediğimiz günlerin "özetini gelecek ders yapacam" deyip yapmayan,
en az bizim kadar çocuk olup köşeki bakkaldan aldığımız leblebi şekerinden hınzırca aşıran,

sokakta görünce korkulu saygıdan yolumuzu değiştirdiğimiz coğrafyalı, tarihli, matematikli ortaokul öğretmenlerimizin,

"ben büyüyünce uçak olucam" hayalinizi gerçekleştirin diye, size kağıttan uçak yapamasa da üniversite sınavına girerken okunmuş pirinç yediren anne telaşıyla son gün son dakika iki soru daha çözseydik hevesiyle o son haftasonuna sizden önce uyanan,
üniversiteye girdiğimiz yıl, "görsün bakalım benden neler neler olabiliyormuş" ergen tribiyle kendimizi göstermeye yanına koştuğumuz,
"sen daha dur ohooo öklidi anlamamış bana binom diyor piiiii, arka sıra uyuma, bak bakalım üçü beş geçiyor mu" diyerek sizi gaza getiren lise öğretmenlerimizin,


ama bir yandan, ne yalan söyleyeyim meydan benim söz benim,
sevgili öğretmengillerim teyzem Nebahat Çolak, öbürsü teyzem (merhum) Güngör Özyörük, kızı kuzenim İlknur Alkaş, kuzenöğretmenim (merhum) Arslan Koca ve eşi Halise Koca, komşuculuk oynarken bizi bırakıp Ankaralara taşınan, dear student'im Güneş'imin de annesi Serap Ercan'ın, üniversitede derse geç kalmayayım diye elinde çayla başımda bekleyen canlı alarm oda arkadaşım/gençlik rüzgarım Ruziye İlkentapar İnceoğlu'nun, (ve varsa unuttuğum dostlarım, affedin),

özel şirketlere girip kariyer yapmak yerine kendi gibi daha niceleri yetişsin diye akademide kalmış, yardımcı doçent/doçent olmuş/varsın olamamış, tüm "hoca" arkadaşlarımın,

ve adını bilmediğim, bir adım daha ileri gitsin diye insanlık, ömrünü gece-gündüz bir amfide bir laboratuarda, bir protonun-elektronun peşinde geçiren,

ve adını bilmediğim tüm Atanamayan,
ve adını bilmediğim görevden alındığı için çocuklarından uzak kalan,
"çocuklarına okumayı öğrendiler diye hediye defter alabilmek için kavanozda para biriktiren, kendi çocuğuna da kullanılmış kağıtların boş kalan kısımlarını keserek defter yapan"
tüm ÖĞRETMENLERİN,

ama en çok da bacak kadar boyumla "bu hankisi, bu nee, ya bu?" diye gördüğüm her tabelayı, yazıyı-çiziyi sorduğum ama bir gün bile "yeter daa?" demeden hepsini saymış, bana kırpık kağıtlardan üstünde adım işli not defteri yapmış, bütün sorularımı bir Yapay Zeka sabrıyla cevaplamış, sonra erkenden okumayı sökünce teyzeme koşup "nabıcağız bunu, bu tuhaf bişey oldu" demiş (korkarsın tabiy), ütü masasında benimle tabak-çanaklı deney yapan canımın içi ilk doğal-öğretmenim annemin...

GÜNÜ...
bugün keşke kocaman bir avluda oturup şu şarkıyı söyleyebilseydik hep birlikte:
ALİ RIZA BİNBOĞA - İLK ÖĞRETMEN


şu da BONUS:

KAPANIŞ:
*aaa ben!

18 Ekim 2017 Çarşamba

aşırı dil sürçmesi, halisilazyon ve sarcasm*

...içeriyor olabilir bilmiyorum, şeker ilacı ve tansiyon aleti olmadan okuman bacımlar - bir de yıldızlı kelimelere bakıverin. ben havam olsun diye yazdım valla, omarım kötü bir şey demiyorumdur sanıyorum.

Efenm, az önce çeviri yaparken "nassıgidiyür hemşire" seslenişiyle yüreğimi avzıma getiren sevgili masaüstü arkadaşım Hikmet'in (hatırla maceraları, likörlü kahveynen tımar ettiydim bunu) hadi hadi hadi merakıyla dakikalarımı geçirdiğim (hakikaten saniyelerden biraz uzun, hatırı sayılır dakikalardan biraz kısa süre) Hürriyet ortam yürütücüsü sayfasındakı evrensel haberlerden birinden öğrendiğim yürek burkan detayı sizlernen paylaşmalıyım.
Çünkü Hikmet şu an perşan, ben yıkım yaşıyorum ve bir kadın olaraktan da ayrıcana özelliknen perişanım.

SİNDERELLA KATE BACIM AĞLIYORDU!!!
Efenm, biliyormuydunuzki, kendisi bugüne kadan krağliyet ayilesine kafa tutmuş en harbi gelin olan Diana bacımızdan sonraki en proleteryak gelin olan Kate Middleton (hem krağliyetin hem de tesadüfe bakın ki Diana'nın gelini), ne kadan ağlasa zırlasa hatta Gelin Evi'ne de katılsa büyük aşkı Prens William'ın onun için asla ama kat'a yapmayacağı bir şey varmış. pekiysi neymiş bu yazıktır durum?
Hani neblim hamile hamile hunnapa aşerse iki saray merdivanı inip almeycek miymiş? Kraliçe günü öncesi ocelerinin dibi gelse aseton yoğusa hşşt amiral koş git ordan bize gül kokulu aseton bul gel, yengen güne gitcek demicek miymiş? alla alla ne olabilir ki hayretsin seyirci?

haberin manşet fotoğrafı-üstü spotundan gazı alıp habere yönleniyoruz. çünkü Hikmet sabırsız, çünkü kahve suyu kaynadı, bikoşu alıp geliyim. Eğer siz de uslu tüketici olursanız onbeş dakika reklam arası reklamlarla boğuştuktan sonra şirin babayı görebilirsiniz!
öyle de oldu... (çaktın mı köfteyi? yıh yıh yıh)

derken haber içinde önce XXL aşkı ballandırarak anlatan toplam 25 fotoğrafın 22sinde anlıyoruz ki eyyyt Keyt müstakbelitesi yüksek kocası (sekiz yıl beklemiş anam ya!) Wilyam'ın ona taktığı yüzüğü (ki annesi Diana'nın evliliği boyunca taktığı yüzüktür o) asla ve kat'a parmakından çıkarmazmış (ay ne şirinsin kııız!) amaaağ ardından kalan son 3 resimden öğreniyoruz ki,

flaş flaş flaş şok şok şok!
ne yazık ki ve tabikide lidıl bradır wilyam asla ve kat'a alyanz takmazmış, takmicekmiş şansını zorlamicekmişsin. düğünden öncesi demişler geline bunu (kız insan biyastıkta kocayın der, ayakkabının altına ismimi yassana yengee der bişe der, ibiş!)

sebeeeep? (böyle avzını accuk eriterekten gözlerini de Sultan SülüHalil Ergenç gibin aşağıya sarkıtaraktan)

çünkü tırtıllar asla kahverengi bot giymezler...

SENİ TEKTAŞIMINAN DÖĞERİM!
yok anacım ya, adam eril, adam başmabeyn, adam büyük evin küçük ergeni. haazetmezmiş öyle şeylerden. takmazmış sahat dışında hiçbirşey! e Kate de toka taksın sadecene? Guçi'nin kırkbin sterlink değerinde yok mu tokası?

peki Kate bu duruma ciyaaaak diye bir yanıt üretmiş mi? ay görüyomusun sen bunu bir de hamile bir kadına yapıyosun pabucumun prensi! kız yazık kııız! ben olsam çalarım o yüssüü başına, giderim aşırı kuzey ingiltere otlaklarında bir çiftçinin çiftliğine, ingiliz ineği besler, ingiliz çayı içer, ingiliz harmanı döverim.

merak eden gitsin bacımlar, Bim'den aparma kaptan amerika bebeği gibi duran çokoprens wilyam ve bir beyaz yakalının her cuma hepbi-avur'a katılma zorunluluğundan doğan aşırı euphoria* yüklü bakışlarla süzülen kate bacımızın haline bir baksın.

kızım Kate, bu sözüm sana,
Çok üzgünüz, bak Hikmet hayırlara karışmakla Neyirlere gitmek arasında gidip geliyor, diyorum ki sabaha atla bir uçağa gel, burada doorursun bakarız biz imeceynen, tarhana çorbası da kaynatırım bak, söz. ama bişe dicam, çokoprense yok taam mı?
öptüm kib bye.
Güğümleri Kalaylı Düriye & Hikmet


fotoaltı:
-Hatun, şuraya el sallican. Bak halk var şurada, ahan da ben gördüm bir tane daha, salla salla salla şuraya da!
-Ama beey bak Şaziye halamınan Bahri eniştem şurdalar, anaaaam şu bizim likör şop'un torunu Mükremin değil mi kııız?
-Onlar çeyrek mi taktıydı yarım mı?

5 Temmuz 2017 Çarşamba

arabesk soslu mağdur edebiyatının garabeti

Farkındasınız; sosyal medyada arkadaş listenizin durumuna göre günde ortalama üç-beş kez görebildiğiniz bir “talep”, kâh bir resim üstü yazı, kâh bir kişisel “fikrim şu” mesajıyla, gündemdeki “istenmeyen tüyün” cinsine göre güncellenerek sunuluyor.

Özellikle resim üstü yazılı paylaşımlar tıpkısının aynısı. Nefret söylemi başlığı altına yazabileceğiniz bu paylaşımlar, konu Kürtler olunca bir bayrak direğini “buyrun münasip bir şekilde taşıyın” (daha açık yazmak ağırıma gidiyor) şeklinde dile getirirken, son dönemde konu mülteciler olduğunda “işlerimizi elimizden alacaklar, kadrolara yerleştiriliyorlar”, “nüfus kağıdı veriliyor, oy kullandırılıyor”, “para alıyorlar, hastanelere bedava gidiyorlar” şeklinde bir “defolsunlar gitsinler” isyanına bürünüyor. Dahası, bu son tezahür, Kürtler için de sık sık yapılıyordu şimdi mesele başka şeye evrildi. Aslında uzun lafın kısası, hep elimizden alıyorlar, cebimizden çalıyorlar, hakkımızı yiyorlar ve nereye veriyorlar? Ötekine. Ah o öteki, bir defolup gitse de biz bize kalsak, bak gör o zaman refah seviyemizi sen! Peki Avrupa’daki Türkler oranın ötekisi olmuyor mu? Ama yook, Türkiye dışındaki her Türk, gittiği ülkenin fedaisidir ve orayı fethetmeye gönderilmiş gibi haklı bir iddiayla yaşar. Yani buradakiler öyle hayalini kurar. Ezik/mağdur edebiyatının arabesk soslu versiyonu mu desek ne desek buna?

O yüzden belki de, bizim oradaki ötekilerimiz aslında buralıdır, burada ötekileştirdiklerimizse hep oralıydı. Hah işte bunlar bir defolabilseler ülkede hayat çokzel olcak duygusu, bugün tüm sosyal medyaya ve sokağa sinmiş haldedir. Ne yazık.

Genelgeçer bir bakış açısıyla herkesin bu konuda söyleyeceği farklı fikirleri olabilir ama bilgisi olmayanın fikrinin olması da bu ülkede en çok yakındığımız olgulardan biridir (ve en trajikomik olanıdır). Bugün bunların “kralına” denk geldim: Diyor ki paylaşımda, zamanında Bulgaristan’dan da göçmenler geldiydi, onlardan hiçbirini hırsızlık, tecavüz suçları işlerken, sokaklarda dilenirken vb görmedik. Onlar bunu asla yapmazdı ama Suriyeliler yapıyor.

Kan beynime sıçradı…

Hadi tamam, herkesin düşüncesi kendine, sosyal medya hesabında paylaşabilir, orası şahsi alan denebilir. Tamam, da en sade tabiriyle bu nefret söylemi (hakaret, aşağılama, ayrımcılık, tehdit, şiddete teşvik ve benzeri diğer suçları eklemiyorum, salt nefret duygusunun pompalanması), sosyal medyadaki şahsi hesaplar üzerinden her paylaşıldığında beğeniler ve yorumlar sayesinde en az on katı sayısınca bir kitleye saniyeler içinde ulaşıyor. Kabaca her gün sosyal medya hesaplarımızdan birbirimiz üzerinden milyonlarca kez mülteci go home diyor, denmesine izin vermiş oluyoruz, en acısı denmesine maruz kalıyoruz.

Daha da kötüsü, birkaç hafta önce benimle aynı minibüse binen ve kucağındaki bebesiyle elindeki oturum izin belgesini sanki varlığının kanıtı olarak bir saniye bırakmadan bekleyen mülteci kızı unutmayacağım. Oturacak yer gösterilince kenarına ilişmesini, kıza tiksinerek bakan ve utanmadan sesli sesli “ay bitmedi bunlar hep de böyle doğurup doğurup…” demeye kalkan teyzeyi ve kızın bunu anlayan üzüntülü bakışını, aceleyle inecem inecem deyişini, benim de teyzeye inşallahlı lafları takır takır sıralayışımı asla unutmayacağım. Oh içimin yağları eridi! Nefret suçu öyle değil böyle işlenir teyzehanım dedim, “bir gün ölüm korkusuyla kaçmak zorunda kalırsan, sen de böyle bilmediğin elin memleketinde titreye titreye yolculuk ederken bu günü hatırlarsın inşallah, umarım geri dönebileceğimiz bir vatanın kalmaması ne demek öğrenmek zorunda kalmayız.”

Bakınız, ben Suriyeli mültecilerin en az olduğu, daha çok Iraklı mülteci barındıran ve görece bu konudaki en az olaylı/örnekli kentte yaşıyorum ve buna rağmen kasaba görünümlü göt kadar kente sığamıyoruz. Dilini bilmediği insanlar arasında, ilk defa deniz görmüş bir gencin ürkek bakışlarını bir gülümsemeye sığdıramıyoruz, rabbiyesir! “Bunlar da peydah oldu, artık buradan denize girmemeli” diyebilen hıyarlarımız var bizim. Özelleştirmeye peşkeş çekmelere doyamadığınız o kıyılarda nefretinizde boğulun diyesim var da işte, içimdeki nefret değil. Kahır.

Farkında mıyız bilmiyorum, başta bahsettiğim sözlü ve yazılı nefret söyleminin demlenmesine izin veriyoruz ve sonra bir gazetecimiz çıkıp “ne zaman bu kadar acımasız/vicdansız oldunuz?” derse tek yapabildiğimiz helal olsuncu bir tavırla alkış tutmak oluyor. Tutmayın. Yani en baştan bu nefret söyleminin yayılmasına alkış tutmayın.

Diğer bir deyişle, sosyal medyada senin bebişinle veya kedinle olan diyaloğun seni bağlar ama mültecilere (insanlığa) yönelik nefret söylemin salt seninle sınırlı kalır mı?

Örneğin, yolda yürürken biri bir diğerine ağız dolusu küfretse, öyle böyle değil, analı-bacılı cinsten. İrkilmiyor musunuz? Şahsen ben bırakın küfrü, “sen var ya ben olmasam…” diye egolanan birini (kadın erkek fark etmez) mesela, o an terinde boğmak istiyorum. Kıyafetimize laf ettirmiyoruz, özgürlüğümüze laf ettirmiyoruz, Avrupa bizi kıskanıyor, Amerika’da Trump’ın dilinden düşmüyoruz. Peki, konu küfür olunca kabaran duygularımız nefret söyleminde niye arkasını dönüveriyor?

Hayır, insanlıktan istifa formunu zorla mı imzalattılar, yoksa gördünüz de bir çırpıda üstüne mi atladınız? Yahu ölümle kalım arasında önce denize dökülen sonra kıyılara vuran, bir zamanlar evladı anası sevdalısı olan cansız bedenleri hafızalarında taşıya taşıya yaşam savaşında savrulan insanlara topyekün bok atmak ve nefret kusmak da neyinnesi? Nasıl bir garabetsiniz siz? Utanıyorum yazarken yahu!

Nerede kalmıştık? Diyor ki paylaşımda, zamanında Bulgaristan’dan da göçmenler geldiydi, onlardan birini hırsızlık, tecavüz vb suçları işlerken, sokaklarda dilenirken vb gördünüz mü? Onlar bunu asla yapmazdı ama Suriyeliler yapıyor. (özetle böyle diyor). Bunu beğenenler arasında kimlerim yok ki…

Bu yazıyı şu noktaya kadar veya sonrasında yumruğunu sıkıp daha sonunu getirmeden, üstüne kusmak için hazırda bekleyen varsa, sen şuradan dön, sana diyecek lafım yok, zaten bu yazı senin için yazılmamıştı. Ama ötekiler, egolarınızı şuraya bir park edin bakalım önce. Bak kardeşim. Madde madde aradaki benzerlik ve farkları sıralayalım, tabii sizin bakış açınızla.

Birincisi, Bulgaristan’dan gelen göçmenlere “kardeşlerimiz” diyordunuz Suriyeli mültecilere “onlar” diyorsunuz. Çünkü Bulgaristan’dan gelenler Türk idi, Suriyeliler değil. Avrupa’daki göçmenlerimiz Türk ama buradaki Kürtlerin Türk olmayışı gibi. Sen insan mısın önce onu bir deyiver de rahatlayalım.

İkincisi, Bulgaristan’dan gelen göçmenler, Suriyelilerle eşdeğer olmasa da (karşılaştırma yapmak bana düşmez), bir zulümden kaçarak gelmişlerdi ve devletimiz onlara kapıyı açmıştı. Zulmü kınamış ve kesinlikle gelen göçmenlerin haklı durumda ve mağdur olduklarını bize tane tane anlatmıştı. Açmak gerekirse Bulgar göçmenlerine başlarını sokacak bir ev, geçinebilecekleri bir iş bulabilmeleri, üniversitede öğrenciyken gelenlerin çeşitli üniversitelere girebilmeleri sağlandı. Ben bu ikinci gruptan en az on-onbeş kişiyle aynı okulda-yurtta yaşadım. Ne güzel insanlardınız! Doktorlara hastanelerimizde çalışma imkânı tanındı, belki tam kapasite hakları olmadı ama mesleklerini icra ettiler, üstelik Bulgar göçmeni doktorlar inanılmaz derecede iyi eğitimliydi. Mezun olanlar ve halihazırda mezunlar çeşitli kurumlarda çalıştılar, bugün emekliliği gelen bile vardır. Evet, şimdi geriye bakınca Bulgar göçmenleri hiç de sokaklarda dilenmedi, tecavüze suça karışmadı. Bunu net söyleyebilecek güzel anılar biriktirmiş bu ülke demek. Ama mesela…

Suriyelilere de kapılarını açtı devletimiz. Yalnız bu kez, onların topraklarından sürülmüş olması veya kaçmak zorunda kalmaları kendi kararlarıymış, buraya keyfiyetten gelmişlermiş gibi bir durum peydah oluverdi. Bu tam da Kürt düşmanlığının, ötekileştirme muhabbetlerinin, yurtdışındaki zulüm gören kardeşlerimiz haberlerinin ardı sıra geldi. Net anlatılamadı yaşanan felaket belki. Suçlu kim, devlet mi? Eeh iddiaların bir kısmı bu yöne evrilebilir çünkü kimliği veren de devlet, oy kullandıran da, işe alan da, parayı veren de… (şikayetler bu yönde). Zaten talepler de devlete, kovun bunları ülkelerine geri diyor. Gidecek bir yerleri kalmış gibi…

Ama bu, Bulgaristan göçü ve Suriye’den kaçışlar arasındaki onca yıllık siyasetin/politikanın ve değişen siyasi konjonktürün konusudur ve burada tartışmak için çok uzun. Yani Bulgar göçmenine yardım eden devlet ile Suriyelilere yardım eden devlet arasındaki karşılaştırma/benzerlikler değil konumuz. Zaten siz de bunu hiç tartışmıyorsunuz. Asıl olay da bu. Lakin biz, toplumca öğretilmiş/öğrenilmiş Kürt düşmanlığımızla zaten başka bir millet olan Suriyelilere öyle kolayca hoş geldin dememeye hazırdık, kabul edelim.

Üçüncüsü, Bulgar göçmeni “kardeşlerimize” birçok haklar tanındı, avantajlar sağlandı veya en azından hızla adapte olabilmeleri için herkes elinden geleni yaptı. Suriyeli mültecilere de benzer şekilde yardımlar yapılıyor ve destekler veriliyor. Ama onlar kardeşimiz değil ki di mi? Lan tabii yapacağız! Lütfettin sanki! Hakikaten söyle, insan mısın bilelim önce.

Bulgar göçmenlerimiz canımızdı diyor mesaj. Halbuki o zaman da şöyle bir söylem vardı; Bulgar göçmenlerinin üniversitelere “çok kolay sorulu YÖS-Yabancı Öğrenci Sınavıyla” şıpadanak alındıkları, en kral bölümlere hak etmedikleri halde yerleştirildikleri iddiaları ortalıkta dolanırdı. (Tanıdığım Bulgar göçmeni arkadaşlarım arasında, aslında Sofya’da üniversitenin üçüncü sınıfındayken burada birinci sınıftan başlamak zorunda olan da vardı, benimle aynı sınıfta sonradan gelmesine rağmen benden çok daha fazlasını bilen de. Sınav kolay molay değildi, insanlara hiç de kolayına yardım edilmiyordu. Birdenbire hiç tanımadıkları, uzaktan bildikleri bir memlekette, aslında vatan/ev bildikleri yerden uzakta, tırnaklarıyla kazıya kazıya tutundu hepsi.)

Naim Süleymanoğlu’nu hatırlıyor musunuz? Alkışlarla bağrımıza basılan göçmen sporcumuz hakkında zamanın başbakanı Turgut Özal’ın Bulgarlara örtülü ödenekten milyarlarca lira verdiği iddia edilir. Sayesinde ülkemiz madalyalarla coştu. Ama 1996 Olimpiyatlarında katıldığı yarıştan 2 gün önce olimpiyat köyünde çıkarttığı rezaletin anlatılamayacak boyutta olduğu söylenir (ekşisözlük’ten). Sonra içki-olaylar vb derken en son sanırım MHP’den siyasete de atıldı. Ne oldu bilen var mı? Demekse Bulgar göçmenleri hiçbir sorun çıkarmadı ama Suriyeliler öğğk pis derken az bir durmak lazım. Öte yandan Naim Süleymanoğlu’nu buraya aldıksa arada Tanju Çolak ve jaguar meselesini de hatırlatalım ki eşitlik sağlansın. Yoksa Naim’le bir sorunumuz yok. Sorunsa her yerden çıkabilir demek maksadım.

Bilgin yoksa fikrin olmasın burada başlıyor. Sayısız mühendis, doktor, hemşire, ekonomist, çeşitli konularda uzman insan, sosyal bilimci ve akademisyen, işçi, teknisyen, öğretmen ve evhanımı/erkeği ve onların çoluk çocuğu, dedeler, nineler, askeri öğrencisi… Milyonlar, Suriye’den ayrılmak zorunda bırakıldı. Kaçtı. Kimileri isteyerek gelmiş olabilir. Ama birçoğunun nasıl geldiğini ben çevirdiğim kitapta ağlaya ağlaya yazdım, oradan biliyorum. Aklın hafsalan almaz canım! (acı bir versiyonunun karakalem resimlerini çizdiler, uluslararası simge yaptılar, Alyan bebek, hatırladın mı? isyan bayrağı çekmiştin.) İnsanlar evlerinden sürüldü, işkence gördü, aileleri gözlerinin önünde öldürüldü. Tecavüze uğradı, satıldı, kaçabilen kurtuldu geldi. Kaçamayanların topraksız gömüldüğü yerle bir edilmiş kentlerin hayaletine baka baka geldiler. Bir hayal et. Mesela şunu hayal et, savaş, hayatın rutinlerini alır elinden sırayla. Çay-simit hayatın rutinlerinden biridir. Diyaliz ve kemoterapi de öyle. Diyelim ki diyalize/kemoterapiye girdiğin o merkez/hastane bombalanmış. Napıcaksın bebişim?

Giderek artan sayıda ülkem insanı diyor ki (bu paylaşım manyaklığına göre) eğitimli Suriyeli mülteci işimizi elimizden alıyor, eğitimsizi de ne olursa olsun bir işe yerleştirilince yine bizimkilerin ocağına incir ağacı dikiliyor. Gitsinler bunlar. Zaten adları hep tecavüzle, suçla, sokakta dilenmekle, üçer beşer çocuk doğurmakla anılıyor. Öyle mi? Bulgar göçmeni kardeşlerimiz işlere yerleştirildiğinde el ele verdik hiç gık etmedik de şimdi neden Suriyelilere gıcık kapıyoruz hiç sordunuz mu kendinize? Bunun nedeni Suriyelilerin kardeşimiz olmaması mı? En azından o zaman buna dayanabilen insanlığımız, onbeş yirmi yılda nasıl tuzla buz olmuş olabilir? Suriyeliler mi doğuştan suçlu, kötü ve sırf gittikleri yerleri bozmaya odaklı insanlardır? Yoksa bu tanım ötekisi olduğumuz bir başka milletin nefret söylemine çok benzemiyor mu? Ya da durun şöyle sorayım, şimdi dünyanın bir yerindeki tüm kardeşlerimiz zulüm var deyip topluca geri gelse, ne yapacağız? Suriyeliler tu kaka olsun ama kardeşimsin sen gel, işim de senin ekmeğim de mi diyeceğiz? Nasıl bir mahlukatız biz o zaman? Kısacası o zaman da bilginiz yokken fikriniz vardı, bugün de öyle. O zaman da bok atıyordunuz şimdi de aynı haltı yiyorsunuz. Bir memnun edemedik sizi!

Oysa insan olmak, böyle zor zamanlarda yaşanan olaylar arasından güzel şeyleri görmeyi ve hatırlamayı gerektirir. El ele tutuşmayı, yaraları sarmayı gerektirir. İnsan olmanın anlamı budur. Neden şimdi böyle değiliz?

Elimizden alınan işler derken; geçende bir haber vardı, tek tecrübesi gençlik kolları üyeliği olan birine üst düzey bürokrat kadrosu mu vermişlermiş neymiş, nooldu o haber bilen var mı?


(olaya başka pencereden bakmaya hazır olanlar için, Suriyeli kardeşlerimiz ne güzel işler yapıyor: https://tr.globalvoices.org/2017/01/turkiye-suriyeli-sanatcilari-kesfediyor/)

16 Mayıs 2017 Salı

ben benim kim olduğumu biliyor muyum?

Peki siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?
Ya da dur şöyle sorayım; ben kim olduğumun farkında mıyım?

Bilmeyenler için söylüyorum, çok çeşitli işler yaptım ben. Üniversitede hoca da oldum, satış pazarlama alanında da çalıştım, proje müdürü olarak bir sitenin garajlı bodrumundan ünlülere de seslendim (mesela bununla ilgili anılarımdan bir kupleyi yaldızı dökülen kapitalizm başlıklı yazımda okumuştunuz bazılarınız). Her biri çok değerli işlerdi ve bana bir dünya kazandırdılar.

Ama bunların en başında, daha tıfıl, daha acemiyken yabancı uyruklu bir bilgisayar eğitim merkezinin çocuk ve yetişkin eğitim programlarının koordinatörüyken, üst düzey bazı amcamlara da dersler vermişliğim, sabah 3-5 yaş bebelerine renkli-resimli simülasyonlu bilgisayar öğretirken, akşam mesai sonraları yönetici gruplarına aşırı Excel, süper Word, Network (networking değil ha!) kurulumu ve benzeri konularda ahkâm kesmişliğim de var. Üstüne bir de çevirmen olunca… Velhasıl bilmediğim halt yok sayın seyirci. Bilmek yetmiyor. Farkında olmak lazım. Özellikle de yaşadığın anın farkındalığı öyle yirmibirinci yüzyıl niiveyyç (New Age) meselesi değil. Psikolojinin, beyin/sinir biliminin ana konularından biri. Ya da bildiğin kaç bin yıllık efsane. Hafife alma yani.

Bakınız, yıllar önce bu bilgisayar eğitmenliği olayımda çok bilinen bir firmanın süpersonik patronu, kendi ve yönetici personeli için (mimar ve mühendis hepsi) ileri Excel uygulamaları dersi istedi. Ofisleri İstanbul’un janti kasabalarından birinde ve mesai sonrası ya da hafta sonunda çalışmak üzere görüştük, anlaştık. Derslere başladık. Kâh akşam 6-10 arası, kâh bir Cumartesi öğleden öncesi, böyle böyle üç aya yaklaştık.

Bu arada, janti kasabamıza bizim ofisten gidiş gündüz veya akşamüstü saatlerinde bir aktarmayla 30 dakika sürüyor, ancak eve dönüş zor, mesafe kısa ve ancak iki ayrı aktarma yaparsam mümkün, bu yüzden özellikle geç vakitte mecburen taksiye biniyorum. Tabii üç ay boyunca haftada iki veya üç günden ve her akşam dersinden taksiyle dönüşü hesap edin, epey bir taksiye binmişliğim var tabiatıyla. Neyse ki firma tüm masrafları karşılıyor, ders aralarında da kahveden kurabiyeye, arada işle ilgili kutlamalara denk gelirsem pastadan böreğe ikramlar nefis. İnsanlar elit, çevre zaten janti. Hayat bana güzel yani.

Bir akşam, yine aynı köşeden ve yine aynı tenhalık esnasında bir taksi çevirdim ve bindim. Burası gündüz vızır vızır işleyen bir cadde. Ofisler genelde villa gibi bahçeli birkaç katlı binalarda, arabası olmayanların çoğu taksi kullandığından akşamları da belirli bir saate kadar taksi kaynıyor. Ama benim çıkışım geç. Biraz yürümezsem taksi bulmak zor, olmadı telefonla çağırıyoruz. Neyse, bu sefer yoldan çevirdim. Gideceğim semti söyledim. Genelde semte gelince tarif ediyorum, baştan tam cadde sokak söylemiyorum çünkü anlaşılması zor bir yerde oturuyorum. Şoför amca “tamam” dedi ve yola revan olduk.

Taksinin içi çok hoş bir kokuyla kaplı, bilirsiniz, belki kiminiz de seversiniz, kavunlu bir koku. Ben çok severim. Bu sırada çalan müzik de dikkatimi çekti. Caz ama öyle mesela “klasiklerden Mozart, balelerden Fındıkkıran” gibi kulağımıza pelesenk olmuş bir parça değil, tam anlamıyla “denişik bir şey” (modern caz). Ben dikkat kesilip acaba bu nedir nedir diye düşünedurayım, şoför amca “aa pardon” dedi ve torpidoya uzandı, açtı, bir CD çıkardı. Çalmakta olan CDyi durdurarak değiştirdi. Aaa, Song of a Secret Garden! En sevdiğim! İçimden şaşırırken, “Sezen Aksu CDsi kuzenin arabasında kaldı, siz alternatif müzik seversiniz” dedi. Şoför amca dedi.

Bağzı gizemli anlar var na böyle psikomanyak!
Hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar da insan… Yok öyle değildi. Hani bir gerilim filmi izlerken katil/cani öldüğü o son sahnede birden elini kolunu oynatır veya sen tam her şey bitti derken köşeden hort diye hortlar ya. İşte öyle bir şey…

Yüreğim ağzıma geldi. Ensesini görüyorum yüzünden emin değilim ancak şoför amca tanıdığım biri değil, kesin değil. Zaten öyle olsa bindiğimde bir şey söylemez miydi? Niye şimdi durup dururken… Dikiz aynasından bakıyorum, bir şey söyler, belki tanırım diye ama o doğruca yola bakıyor ve hafiften de müziği mırıldanıyor, ya da bana öyle geliyor. Yok kız, valla mırıldanıyor.

Ay beni bir korku alsın mı? Ay dilim de tutulsun mu? Ne soru sorabiliyorum ne başka bir şey düşünebiliyorum. “Evet, tabii bu da olur” diyebildim. “Sezen Aksu’nun bir albümü daha çıktı ama bundaki şarkılar daha bir hüzünlü” diyerek konuşmaya devam etti. Secret Garden’in gerçekten iyi bir yol müziği olduğundan, akşam bu saatlerde insanın pilinin bitmesinden, beyaz yakalı hayatın insanın tüm enerjisini soğurmasından, bu yorgun ve bitkin halin etrafımızdaki güzellikleri görmeyi nasıl engellediğinden ancak bazı insanların, örneğin benim, nasıl gözlemci bir bakışa sahip olup küçük detayları kaçırmayışından, böyle insanların yazmayı ve fotoğraf çekmeyi sevmesinin ve buna yeteneğinin olmasının tesadüf olmadığından bahsetti. O bunları birkaç cümlede toparlayabiliyordu ama ben, hele ki o arada “sizin gibi” deyişinden delicesine ürkerek arka koltukta kapıya daha da yapışıp tavşan deliğine bakan Alice gibi, kendimi nohut tanesi kadar hissediyordum. Ne yazık ki şoför amca hakkımda çok şey biliyordu ve bu araba durduğunda ikimizden biri yaşamıyor olacaktı… Nınınınnıııınnnn!

Beynim jöle gibiydi, her an şofeeer şofeeeer diye bağırarak kapıyı açıp atlayabilirdim. Bir yandan da kozmik sahneler kuruyor, “ya bu şofer uzaylıysa mesela, ya aslında ense kökünden koltuğuna bir hortumla bağlıysa” falan gibi startrek kafasıyla kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Korkuyordum lan bildiğin! Tanımadığım bir adam, hakkımda çeşitli detaylar bilerek, bana da gülümsemeli bir edayla bunları anlatarak az sonra meydana gelecek feci sona beni kımıl kımıl hazırlıyordu ve ben götüm götüm korkmaktan başka bir halt edemiyordum.

Sen öyle san! O sırada aracın gittiği güzergâha veya hızına da dikkat kesildim, bir terslik daha hissedersem kapıyı açtığım gibi atacağım kendimi. Nereye düştüm ben diye içten çığlıklar atıyor, izlediğim son Hitchcock filminin finalini falan düşünüyorum, feyz alacağım. Lakin kafam çalışmıyor! Dışarı bir baktım, doğru yoldayız. Ama fazla doğru bir yol bu. Sadece semti söylediğim an, bu yoldan bu kadar gelmiş ve bana hangi cadde demeden bu kadar ilerlemiş olamayız! Daha da fenası, bizim semtin adını söyleyince hep öteki yoldan gitmek isterler ve ben şu yokuştan inerekten gidelim daha sakin oluyür diyerek yönlendiririm. Ohannes, tam da benim yönlendirdiğim yokuştayız! Ben iyice korkayım mı? Kalbim yerinden çıkacak gibi olsun mu?

Sanki birazdan amca dönecek ve yan taraftan çıkardığı kanlı bir bıçağı bana doğru sallayarak incecik bir sesle "hep bu anı beklemiştim kıh kıh kıh" diyecek... Ama kızım madem o kadar korktun, söyle şoföre, “nereden biliyorsun amca sen bu yoldan gideceğimi, söylemedim ki, nereden biliyorsun Secret Garden ve Sezen Aksu sevdiğimi, allah allah yani” falan de, diyorsunuz değil mi? "Baktın tuhaflık devam ediyor, vurursun çantannan ensesine…"

Ben aklımdan bunları geçirirken, içimdeki korkmuş diğer ben “pışııık” diyor. “Sorayım da kırsın direksiyonu öte yöne, alsın gitsin dağın başına ya da çeksin pıçaaa… Ay bunları düşündükçe içim öyle bir yükseliyor ki yüzünde neden orada olduğunu sorgulayan ifadeyle balmumu müzesindeki Bülent Ersoy heykeliymişim gibi donmuşum (hayal et lütfen o sıfatı), kulağımda bırakın Secret Garden'ı Elm Sokağının müziği var ve sadece zihnimdeki tilkilerle içten içe konuşabiliyorum.

Sonunda yokuşlu caddenin bitiminde bizim sokağın bulunduğu yola indik ve şoför amca tam da bizim sokağın tarafına döndü. Ben acele ve net bir sesle “tamam burada müsait bir yerde ineyim” dedim. Eve gelmeden, en önemlisi başıma bir şey gelmeden… Şoför amca durmadı. Devam etti. Ağlamaklı oldum. O bilindik yoldan az ileride bizim sokağa döndü, derin bir nefes aldım, kızım tamam eve geldik dedim içimden, sorun yoktur bundan sonra herhalde, iyi de bu adam evi nasıl biliyor alllaaaahımmm!

Az önceki müsait bir yerde ineyimi de içimden demişim meğer. Derken apartmanın önüne geldi. Durdu ve “bir gün daha bitti, öyle değil mi? ha gizli bahçe ha düş bahçesi” dedi. Parayı uzatırken dayanamadım, evin önünde olmanın rahatlığıyla, “siz Secret Garden ve Sezen Aksu sevdiğimi, burada oturduğumu ve yazmakla fotoğrafla ilgili düşüncelerimi nereden biliyorsunuz?” dedim. Anladığınız üzere, çok fazla taksinin geçtiği o aynı noktadan, üç ay gibi geniş bir zaman aralığında, bence düşük olasılıkla iki kez aynı taksiye binmeyi başarmıştım. Ben taksicimi ensesinden tanımam ama taksicim beni dikiz aynasından tanımıştı. Tamam, ben bu olasılığı yakalamıştım da o taksici o kadar şeyi nasıl biliyordu?

“Ee, siz anlattınız ya? Hatta taksi bulma zorluğundan bahsettiniz de ben size bu saatlerde iş bırakıp bu semte geldiğimi anlattım, az ileride oturuyorum ben de. Hatta eğer sonra yine denk gelirsem bakınarak geçerim demiştim, gülmüştük. Siz denk gelmemizin düşük ihtimal olduğunu, Secret Garden çalınan bir taksiye bindiğiniz için çok şanslı olduğunuzu söylemiştiniz. Hatta çok yorgundunuz, inerken neyse ki gün bitti demiştiniz. Beni yargıladıkları için de onları suçlamayıp boş vermem gerektiğini söylemiştiniz. Ben de boş verdim, o gün bugün takside istediğim müziği dinliyorum” deyiverdi. Neyse mi? Onlar mı? Hangi şarkı? Birden dank diye bir ses duydum. Beynimin taaa içinde.

bi'çimdik at hayata!
Hayatta küçük anların büyük değerleri var. Var böyle anlar. Aylar önce binmiştim ben o taksiye. Aylar önce, gecenin bir saatinde, benden önceki yolcu Secret Garden parçasına “kilise müziği gibi ne bu be, ya radyodan Türkçe bir şey bul ya da kapat şunu” şeklinde olmadık kaba laflar etmiş. Morali bozulan şoför amca, ben de kızarım belki diye kapatmıştı müziği. Ben aksine en sevdiğim şarkıyı duyduğum için ne kadar şanslı olduğumu söylemiştim ve ısrar etmiştim. Sonra o bana yaşadıklarını anlatmış. Ben de ona müziğin evrenselliğinden, birçok şarkının ne hikâyeler barındırdığından dem vurarak, Sezen Aksu’ya bağlamıştım, o bana torpidodaki Sezen albümünü göstermiş, sonra Düş Bahçeleri'ni dinlemiştik, bak bu gizemli bahçe bu da düş bahçesi bile demiştim, önceki yolcuyu da kastederek beyaz yakalı dünyanın insandan birçok şeyi alıp götürdüğünü ve çoğunluğun etrafına gözlemci gözüyle bakmadığını falan anlatıp amaan kardeş takma sen bunları, onlar caz deyince araba modeli sanıyorlar, suşi yiyince egolarını tavandan repoya bağlıyorlar, demiştim ve daha neler neler…

this is not farkındalık! biliyoz da konuşuyoz!

İşte böyle sayın straz taşlı kitle, siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Ya da ben kim olduğumun farkında mıyım da denebilir. Taksici abim biliyordu. Ben onu ensesinden tanımasam da o beni dikiz aynasından tanımıştı. Aslında daha arabaya binmeden, daha o yolun köşesine yaklaşırken, “ahan da yine o deli abla” diyerek on dakikalık yolda kim bilir ne hikâyeler ne yorumlar duyacağı düşüncesiyle durmuştu. Aylar önce dediğim gibi, istatistik olarak düşük ihtimaldi ama olmuştu. Öyle yoğun bir programla çalışıyor, öyle yoğun bir zihinsel tempoda yaşıyordum ki üç ay sonra eleştirdiğim o insanlara dönüştüğümün farkına varamamıştım.

Yok yok, onlar gibi olmamıştım ama aklım kim bilir hangi olaya takılmıştı da böylesi eğlenceli bir anı gerilim filmi finaline benzetmiştim. Şimdi o detayı hatırlamıyorum, o taksideki kavun kokusu ile şoför amcanın gülümseyişi ise bugün gibi aklımda. Amca dediysem, ben yaşlardaydı. Bugün kırklarındadır ve yine hayata gözlem gücüyle ve hafızasının desteklediği açık zihniyle devam ediyordur. Öyle olmasını dilerim. Hayatta küçük anların büyük değerleri var. Var böyle anlar. Yeter ki anı yaşayın ve farkında olun.

19 Nisan 2017 Çarşamba

kimi protesto etmeyelim şimdi?

duyduk ki yaşar holding evet demeyen bölgenin takımına sponsorluğunu gözden geçirecekmiş. iyi geçirsin. zamanında da goldaş Midas'ın Kulakları sahnelenirken "sponsorum ben, bu altınlar goldaş altınları diye bağırcaksınız" dediğinde hepimiz goldaştan altın almayı bırakmıştık (hadi itiraf edin altın günlerine çeyrek yetiştiremeyen kitlenin çocuklarıyız). şimdi de pınar ve benzeri yaşar holding ürünlerini tüketmeyi bırakıyormuşuz. iyi de... bu gidişle kimi protesto etmeyeceğiz? bir deyiverin bakem:


1 - önceleri şu marka tu kaka, bu marka piii rezil dendiği her an, hadi katılalım şu boykota dedim ve aslında o markadan toptan soğuyup terk ettim.
(ben sanatçının davranışından soğuyunca eserini izlemeyi bırakan biriyim. uzun yıllardır sezen aksu dinlemiyor, yılmaz erdoğan izlemiyorum misal.)

bir süre önce Torku yeryüzüne merhaba dediğinde, hatta tadının daha güzel olduğunu fark ettiğimde (e zararı da az, hemi de bir kooperatifmiş), oradan yürüdümdü öylece. ama sonra biriniz çıktı, torkuda da şu var bu var dedi. bütün hayallerim yıkıldı. bir kıytırık bisküvi paketi için hangi markayla kavgalı değilizi hatırlamak adına reyonda dakikalarımı harcıyordum arkadaşlar! this is not reva to me!

2 - bazı ürünleri başka markada bulsam da e iyi ama dadından yenmiyor bacımlar bayımlar! napayım? üstelik tadı daha iyi veya kullanımı daha güzel vb diyerekten eski bütçemde 5 lira olan şeyi boykot sayesinde 12 liraya almak zorunda kaldığım zamanlar oluyor. aradaki farkı nereden çıkarayım, maaşıma zam mı yapayım?

ama mesela daha kökten. daha bilindik ve daha az acılı, şunlar da var:
3 - mesela siz daha ülkeri tiksinç saymazken teee yıllar öncesinde, (yani 70li yılların ikinci yarısına başlanırken), bakkaaal eddikdikdikdak demiş bir bebeyim ben (bakkal eti bisküvisi getir sloganı- yıllar sonraki onyüzbinbaloncuk kadar etkiliydi o zamanlar) benim için tüm bunlar Eti'dir. diğer her marka üstüne gelmiştir. Eti petit beurre denen püsküütün yanından geçemez hiçbirisiler! haa süt mü yoğurt mu su mu?

4- mesela bizim eve markasız köylüden süt geliyor. o sütten markasız yoğurdumuzu kendimiz tutuyoruz. henüz peynir yapmayı denemediğimiz için peynirimizi de markasız köylüden alıyoruz. köylü markasız olduğundan maraz çıkmıyor. suyu da musluktan içiyoruz afedersin. yani annem ısrarla yine de hazır su alıyor ama o kadar yerel bir marka ki teknik sorun olmadıkça sürer gider böyle. boykot çıkmaz oradan. zaten iyi ki büyük kentten kaçmışım. oradayken çok zor oluyordu markasız kaynağa ulaşmak (hadi len!)

5 - en iyisi, hazır satın almayı bırakın. onu bunu şunu değil. genel olarak "hazır satın almayı". o zaman "şimdi hanki markayı protesto edeceğiz?" diye etrafa bakınmanız, o grupta başka marka kalmadığından kötülerin en az kötüsünü satın almak zorunda kalmanız gerekmeyecek. daha da önemlisi, temel tüketim malzemelerinde hazır üründen veya büyük markalardan cayabiliyorsanız, kendiniz kendi göbek bağınızı kesebiliyorsanız, o oranda bağımsızlaşıyor, sonra gerekirse gerçekten büyük tüketimlerde gerçekten büyük üreticiyi boykot edebiliyorsunuz ve işe yarayabiliyor (almanyayı protesto ederkene mercedesini yakanı görmedik atar inserted here)

6 - ben sanatçısının davranışından soğuyunca eserini izlemeyi bırakan biriyim. uzun yıllardır sezen aksu dinlemiyor, yılmaz erdoğan izlemiyorum misal. ama yerine birini koymaya da çalışmıyorum. çünkü yerine birini koymaya çalışırsam iki gün sonra onda da bir şey görür/bulur/duyarsam nereye kaçayım a dostlar? bence her birinin yeri ayrı. öyle bakmak lazım biraz da.

daha özet bir deyişle (ve başka bir yazıda açılmak üzere) şunu şuraya bırakayım; oysa ben, sınıfsal bir tercih yapmanızı söylüyorum.

yani demem o ki benim sezen dinlemeyi bırakmam gibi minimal protestolar yerine, sırtınızı dönünce yerdeki taşı oynatan boykotun anlamı var. pınar sütü bırakıp X süt almaya devam ederseniz, iki gün sonra X'in de rengi dönerse siz kötünün en az kötüsünü seçmek zorunda kalacaksınız. sütü diyorum, yapamasanız da köylüden almanın yoluna bakın, yoğurdu mu? tutarsın be bacım, kimler neleri öğrenmiyor ki? (psst, onun da makinesi var sus sus!)

16 Nisan 2017 Pazar

olay-süreç / yol/yolculuk ilişkisi ve gidenin ardından...

"Belki de son kez bize bir şey soracaklar ağğbi!"

Evet, doğru. Gerçi biz, "tabii bana soracaksınız, saksı değilim ben!" neslinin çocuklarıyız, yalan mı?
Bir pazar sabahının 8.45'inde, bana verilen yetkiye dayanarak referandumdaki oyumu kullandım. Artık son kez midir, yoksa daha birçok kez birçok şeye oy verecek miyimdir, bilmiyorum. Ama Gülse Birsel'in yazısında söylediği gibi, sonuç ne olursa olsun bir şeyden eminiz; referandum tantanası bitti bayramı başlasın.

Öncelikle, pazar sabahı 8.45 gibi bir saatte, yola revan olabiliyorsam bu, kendi hayat felsefemin yıkılışı bakımından da önemli bir gün. Mutsuz muyum? Evet. Ama felsefemin darmaduman oluşuna değil (yine de şu akşamüstü saatinde, oy verme işlemleri bitmek üzereyken ben hâlâ uykusuzluk gerginliğimi ve sabah 8.45 travmamı 5 saatlik ek uykuya rağmen atamamışken), kenti öğle saatlerinde basan ağır sis yüzünden. Sis farlarını da açsak, apartmanımızın önü dışında bir yeri göremiyoruz. Nisan ayının orta yerinde, bence bu bize reva değil, eyyy meteoroloji!

Bir olay düşünün; hayatınızı oldukça etkileyecek "hayat memat meselesi" dedikleri şeylerden birini. Bu olayda iki şey çok önemlidir. Birincisi, olayın kendi (örneğin referandum), ikincisi de olayın süreci (tüm bu kampanya sürecinden, sabahtan akşama kapımızın önünden geçen bangır bangır isimli seçim araçlarından, yerli TV kanallarının neredeyse tamamında bitmek bilmeyen miting ve konuşmalardan bahsediyorum). Bir olayın kendi, sürecinden daha önemli ise, acısızdır. Örneğin benim için dişçiye gitmek böyledir. Ama bir olayın kendi, sürecinden daha az önemliyse, yani süreç başı çekiyorsa...

Size böyle bir günde ve anda, referandumdan yukarıdakinden daha fazla bahsedecek değilim. Bitti de ne olduluk bir başka olaydan, hayatta sürecin kendinin olaydan çok daha önemli olduğu mezuniyet kavramından bahsetmek istiyorum. Mezuniyetin kendi, yaşanan tüm o süreçten daha az önemli. Ya da tam tersi. Bakınız, yaşadım oradan biliyorum...

Sabah oyu verip saati de öyle ya da böyle 16.48 yaptıktan sonra, işbu yazıyı yazmama neden olan bir his kapladı içimi.

Ben 1991 yılında girdim üniversiteye. İlk yıllar çook övünmesem de baktım millet sırf bu övüntülerle yaşıyor, sonraları gerine gerine söylemeye başladım. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünden mezunum ben bacımlar bayımlar. Ama herkes gibi değilim, bunu da biliyorsunuz. 91'de üniversiteye başlayınca aynı aylarda çalışma hayatına da adım attım. Önceleri yarı zamanlı giden bu işler, üstün becerilerim ve öğrenme açlığıma bir de "bir türlü standart beyaz yakalı olamayan" birinci sınıf çalışma anlayışım eklenince (bunlar benim ifadelerim değildi), 3.sınıfa geldiğimde bir şirketin neredeyse tüm bölümlerini yönetecek kıvama gelmiştim.

E ama bu kadar işin gücün arasında benden sınavlarda da yüz üzerinden doksansekiz çekmemi bekleyemezsiniz değil mi? Öyle de oldu. İlk yıllar ortalamanın biraz üstü bir ortalamam varken, mezuniyet zamanı yaklaştığında derslerimin hepsinden "geçmiş" olsam da mezun olma barajının 0,02 puan altında kaldığımı görünce aydım. Daha doğrusu, o zaman bile, "ne var canım, iki dersten ek sınav talep edince bu iş tamam" diye düşünüyordum ve düşünüyorduk (arkadaşlarım ve çevrem). Ancak, kazın ayağı öyle değildi. Tam bu noktada, Boğaziçi'nin ortalama kavramına değinmek lazım. Mezun olmak için her bir dersin en az 70 ve üstü olması gerekir ama 60 da geçer. Ayrıca çan eğrisi denen kabus neredeyse tüm derslerin amentüsüdür. Hal böyleyken, bir dersten 70 ve üstü almak nedir ki diyebilirsiniz. Ancak bir örnek vereyim; A ve B derslerinden ikisi de çan eğrisiyle hesap yaptığından, siz A dersinden 85 ve B dersinden 72 ile CC (yani 70 barajı) alabilirsiniz. Bu ikisi bir ve aynı şeydir. Bir ve aynı şey midir allasen? Yani mezuniyet karnende notların CC, CB gibi harflerle görünür ya, sen bu aynı harfler için ayrı terler dökersin. Kolay sandığın sınavlar herkese kolaydır. Senin 87 aldığın derste 70'in altında alan olmadığından anca geçmiş gibi görünürsün. Bazen de en zor derste 72 ile zirveyi zorlarsın. Bunu bilelim de öyle devam edelim.

Bir şirkette üst düzey olmasa da ortanın üstü seviyede yöneticiydim, ekibimde çalışan çeşitli kademelerden insanlar ve sürekli geçmem gereken kotalar arasında, hocalarım ve okul yönetimi benim ek sınavlarla ortalama yükseltme hakkımın olmaması gerektiğine yürekten inanıyordu. Bunlar olduğunda yıl 1997'ydi.

Sonraki yıllar (evet yıllar, 4 yıl sürdü), gerek hocalarımı gerek yönetimi, mezun olmak için not yükseltme sınavlarına girmemin ne kadar geçerli ve yasal bir hak olduğuna, dilekçemin reddedilmesinin mantıksızlığına, sürekli işimden izin alarak ve sekreterliğe haftada birkaç ziyaretle, ikna etmeye çalıştım. Dilekçe hakkıma izin veriyorlar ama hangi dersten sınav istiyorsam onun yeni dönemdeki hocasını ikna etmem gerektiğini söylüyorlardı. Yani önce hocayı buluyorsun, ondan izin alıyorsun. O onaylarsa kurula gidiyorsun. Kurul izin verirse tekrar hocaya gidip sınav günü belirliyorsun. Ama sana ayıracak vakti olmadığından ve final dönemini beklemen gerektiğinden genelde yılın 12 ayı debeleniyor ancak sadece 2 ayında sınav olabilme şansı yakalıyorsun. Sonra "Arzu bu iş bu kadar sürer mi bık bık bık..." sen dur daha...

Hocayı ikna etsem, derslere girme, yoklama imzası, vizelere de girme zorunluluğu gibi engeller koşuyor, ya da en önemlisi ister dersi aldığım zamanki hocam olsun ister bir başkası, zamanında 75 aldığım bir dersten bu kez 90 alacağıma nasıl inandığımı sorguluyordu. Aslında kendini sorguluyordu. Daha doğrusu benim şahsının öğreticiliğine bakış açımı soguluyordu. Zamanında o öğretememiş miydi de ben şimdi gelmiş öğrendim demiş ve bunu ispat için sınav hakkı talep etmiştim? Şöyle demeye getiriyordu "ben zor hocayım, o notu benden alamazsın!" Gerçekten de sınav hakkı tanıdıklarında verilen sorularla ancak eski notumu ya da biraz üstünü alabiliyor, bir kerede 90-100 arası notu yakalayamadığımdan 2,00 barajına çıkamıyordum.

Yahu hepiniz matematik biliyorsunuz. 1.98'den 2.00'a ulaşmak için insanın kaç dersten sınava girmesi ya da eski notunu kaç yapması gerekir ki? Nasıl bu kadar zor olabilir? Tahmin edemeyeceğin kadar zor... Çünkü o 2.00'ı oluşturan ders sayısı çok. Yani sen bir dersten eskiden 68 olan notunu 83 yapınca ortalaman 1.98'den 1.9875'e çıkıyor. Yeminle bak! O yüzden de ya sekiz-on derste ufak performanslar yapacaksın ya da üç dört derste 2 saniyede 100'e çıkan otomobil gibi depar atacaksın... ki yaptığına değecek. İyi de adamlar buna izin vermemek için teşkilatı sıkı kurmuş zaten... Tamam, benim de iktisat tarihi, Türk ekonomisi, ekonomi ve toplumsal cinsiyet gibi konularla aram iyi ama notunu 100'e yaklaştırmam gereken dersler bunlar değil ki gözünün yağını yidiğim? Sen hiç üç yıl aradan sonra ekonometri çalıştın ve zamanında 65 olan notu 90a çekmeyi denedin mi? Bence deneme! (Ya da bu konudaki fikrimi, istatistik ve ekonometriyi de tartıştığım eski blog yazımdan okuyabilirsin. - "Hangi istatistik: 38 kiloyum lan ben")

Rahmetli anneannem, bana hayatımın mottolarını kazandırmış insandır. Örneğin "amaan kökü sende değil mi boşver" mottosuyla saçlarımı istediğim gibi kestirme/boyatma ve sonra İşte Benim Stilim'deki Bahar Candan gibi ağlama krizlerine girmeme becerimi kazandırdı bana (yahu damardan özel karışım ilaç verseler Bahar kadar olamam ya neyse) Bir de "ölüm yok ya ucunda" var. O başka bir tartışmanın konusu. Böyle diye diye nelere cesaret ettimdi ben. Ey gidi Naile!

İşte ben de mezuniyet dönemimde, önüme çıkarılan tüm engellere karşı, kendime "hayatta önemli olan bunlar değil, çok daha ciddi meseleler var, bu iş olacak, bu engeli aşacağım" diyerek, anneannemin "sen uğraş, ben yaptım de, olmasın boşver" mottosuyla uğraştım. Ama çok uğraştım sayın straz taşlı kitle...

Derken, bölümümde verdiğim dilekçe-sınav-not mücadelesinin ortasında, biri bana "neden seçmeli derslerden de aynı şeyi yapmayasın ki" diye akıl verdi. Ben de psikoloji bölümüne gittim. birinci sınıfta aldığım ve çok sevdiğim PSY 101 dersinin sınavına tekrar girecek ve o zaman 70-80 arası olan notumu yükseltecektim. Sınavı yapacak hocam sağolsun, öyle anlayışlıydı, durumu öyle benden daha kavramıştı ki sadece bölüm başkanından dilekçe onayı almamı ve iki hafta sonraki vize sınav günü gelip sınav olmamı söyledi. Öyle aylarca niye bekleyecektim hem (diyordu). İşi sündürmeyi sevmeyen bir hocamdı. Bana özel soru seti vereceklerdi, bitip gidecekti. "Bak hayatta neleri başarmışsın, halledersin sen bunu, güncel kitabı al, çalış, zaten iş hayatından birçoğu tanıdık gelecek kavramların" demişti bana. Farkı gördün mü?

İzni aldım, geçerli dönem kitabını aldım. Çalışmaya başladım. O kadar eğlenerek çalışıyordum ki. Psikolojiye giriş dersi yahu! En sevdiğim! Sınav günü geldi çattı. Ben çoktan seçmeli herşeyden nefret ederim kitle. Sırf bu yüzden. Üniversiteye gelene kadar geçiş sınavları haricinde bizim devre test görmedi, ancak üniversitede ekonomi tarihi dersini test almışlığımız var. Düşün ki sana Kürk Mantolu Madonna'yı veriyorum, okuyorsun ve sana ilhamı veren hangi Madonna diye soruyorum. Şıklar da şöyle: A) Şarkıcı Madonna B) Madonna delle Arpie C) Maradona D) Maria Puder
Ayy bi dakika yaaaa... Ben şimdi bilcam bunu. Şey di mi Madonna'nın 1996 konserindeki kürklü yelekli gibi şeyi vardı hani, o mu? Ay bildim mi kıız?

Güldük mü yeterince? O zaman devam edelim. Sınava girdim ve çıkar çıkmaz bölüm başkanına gidip notumu öğrenip öğrenemeyeceğimi sordum. Bu arada bir bilgi vereyim, Eski notum 70-80 arasında ve ortalamam o seviyede ki 86 alsam tamamdır bu iş. Ama sonuç 82. Yahu hocam! Aradan geçmiş tam 10 yıl. 1000 sayfaya yakın bir kitabın var. Ben yılmamışım çalışmışım, ama test insanı değilim ve sen bana sırf ezber sormuşsun. İhtiyacım olan şey 4 puandı ve essay (yazılı sınav) olaydı bunları yaşamayabilirdim. Üstelik be hocam, senin bölümünden değilim, yani psikolojiye giriş dersinden ne kadar iyi olduğumu sorgulamana gerek yok zira psikolog olmayacağım... İşte bu ahval ve şerait içinde başkan bana ı-ıh dedi. Bir saniye. Tek bir saniye sürdü, anneannemin mottosunu hatırlamam. "Kökü sende ya boşver". Yok bu değildi, şuydu: Can çıkmamışsa ümit var kızım.

Derin bir nefes aldım ve şöyle dedim: Hocam, benim mezun olmamdan bahsediyoruz ve ben o dört puanı alacağıma inanıyorum. Şimdi tekrar sınav olmak için dilekçe vereceğim.

Yüzüme baktı, baktı. Sonra hınzır mı gıcık mı sinirli mi artık niye ve nasıl olduğunu kestiremediğim bir bakışla, "o zaman git hocandan izin al, tamamsa yarın sabah 9.00'da burada ol, başka bir sınav olacaksın, ama ondan ne alırsan aynen yansıtırım, bak kalabilirsin ona göre" dedi. Sonra bana, bu hayatla nasıl mücadele ettiğimi, neden bu kadar sabırlı ve sakin, yeri geldiğinde de feci cazgır olabildiğimi soruyorsunuz. Tehdit yemeye çok küçükten başlamışım, sadece farkına varmam zaman almış. İçimden dedim ki seeen beniiii tehdit mi ediyorsun, seeen? Hayır böyle demedim tabii. Lan resmen sıçtık, dedim açık açık. Hemen dersin canım hocasının odasına gittim. Durumu anlattım. O da hemen "elbette, tabii gel hemen gir sınava" dedi. Ona göre bu durumun kendi başından beri yanlıştı da müdahale şansı yoktu. Dilekçemi başkanlığa bıraktım ve eve döndüm. O yol bitmek bilmedi. Otobüste hep ağladım. Hep.

Eve geldim. Annem ve anneannem oturuyorlar. Sinirimden ağlıyorum. Ama ağlamıyorum da. Öyle Bahar Candan ağlaması değil, silin onu kafanızdan, yabancı dizilerdeki çok sinirlenmiş dedektif/ajan ağlaması. Öfkem dışarı taşarken boğazım acıyor. Anneannem baktı bana, işte o efsanevi konuşmayı o zaman yaptı, mottoyu da tekrarladı: "Şimdi sen bu işleri boşversen, diplomayı almasan noolur? Yani mesela canına tak mı etti bunlar? Bunca yıldır emek verdin, ama hocaların bunu anlamıyor mu? Çok da tırt! Sen son bir gece daha otur, oku bakalım notlarını. Yarın girersin o sınava, eğer istediğin notu alamadın mı o zaman bu meseleyi siler atarsın kafandan. Ha notu alırsan da şimdi üzüldüğüne değmez. Can çıkmadıkça ümit kesilmez."

Gece boyunca ders çalışır gibi değil, bir roman okur gibi okudum 1000 sayfaya varan psikolojiye giriş kitabını. Sabaha karşıydı. Kalktım giyindim, erken erken okula gittim. Tam 9'da bu kez bölüm başkanına gittim. Sınav ondaydı. Aldım, yaptım. Kağıtları teslim edip mümkünse sonucu hemen almam gerektiğini söyledim. Kağıdı değerlendirdi (şimdi ben de "alt tarafı optik okuyucuyla karşılaştırdı yani iş mi bu da" diyerek bana onca zaman bu meselede takınılan tavrın intikamını alayım mı?) Daha iyisini yaptım. Geriye tek şey kalmıştı: Sınav sonucu belgesini hemen kayıt işlerine götürüp mezuniyet işlemlerini başlatmak. "Yetişmem gereken bir şirket toplantısı vardı ve kaybedecek zamanı olmayan tek kişi ben değildim, o nedenle hemen sınav sonuç belgesini almalıydım, hemen şimdi hatta!" Ovv baby, nasıl bir cesaret geldiyse artık bana! Eh 92 almışım. Olsun o kadar...

O kapıdan çıkıp kayıt işlerine evrakları teslim edip resmen mezun olduktan birkaç dakika sonra, Boğaziçi Üniversitesi'nin büyülü güney-kuzey yolunu yürümeye başladım. Size anlatırken hatırlamaya çalışıyorum da sadece yürümeye başladığım kısım aklımda. Bir de ayaklarımın zemini hissetmediği. O gün orada, yıllarca hem keyfini sürüp hem cefasını çektiğim yerden ayrılırken, hayatımı esir alan bir anlayışı da geride bıraktım. Bir daha ne zaman bir şey/durum/kişi beni zihnen esir alıyor olsa aklıma anneannemin mottosu ve bu olay gelir. Hayatımda mezuniyet krizinin ne kadar büyük bir etkisi olduğunu göstermek için, sonraki 1 yıl boyunca her gece, istisnasız her gece, rüyamda mezun olamayışımı ve bana engel çıkaran hocalarımı gördüğümü belirtmem yeterli olacaktır. Psikoloji alanıyla biraz ilgisi olan bunun açıklamasını kendi kendine yapabilir. Ancak bu durumdan çıkmak için ille de psikologlara gitmek gerekmeyebiliyor; anneannem, kızım dedi, yeter artık her sabah aynı şey, sıçrayarak ve bağırarak uyanıyorsun. Şu diplomanı çerçeveletip as duvara. Sabah uyanınca bak ona. Göreceksin bitecek bu stres." Öyle de oldu. Ey gidi Naile.

Uzuun bir aradan sonra yine klasik uzunlukta bir yazıyla döndüm. Efendim çoğunuz biliyorsunuz ki artık bu yazıların iki özelliği var; birincisi, sonunda size bir şey "söylemem" lazım. Birincisi; hayatta hiçbir şeyin sizi durdurmasına izin vermeyin, unutmayın can çıkmadıkça ümit kesilmez. Hayatınızda bir olayın ve sürecinin hangisinin daha baskın olacağından çok, hem olayın hem de sürecinin size iyisiyle kötüsüyle neler kattığını anlamanız ve yolunuza buna göre devam etmeniz gerektiğidir. Referandumun ya da mezuniyetin kendi mi yoksa onca hafta/ay/yıl boyunca yaşadıklarınız mı daha etkili/önemli/değerli... Bence ikisi de. Çıkaracağınız derslere bağlı.

İkincisi de...

"Belki de son kez bize bir şey soracaklar ağğbi!" Evet, doğru. Gerçi biz, "tabii bana soracaksınız, saksı değilim ben!" neslinin çocuklarıyız, yalan mı? Arada duyuyorum "ay Arzu, sen ne kadar iyi bir dinleyicisin, psikolog gibisin vallahi" diyen sesinizi. Psikolojiyi de bana soracaksınız straz taşlı kitle. Biliyoz da konuşuyoz! Hadi kalın mutlu mesut.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Hikmet'in likörlü kahveyle imtihanı

sevgili strazlar, aslında başlık böyle değildi, ama yazmayı düşündüğüm şeyi her türlü dil otoritesi sarsılma korkusuyla cezalara çarptırırmış, bunu öğrenince editörüme sordum o da "klivlınt" dedi.

efendim, biliyorsunuz geçenlerde klavyeyi ele geçirmeyi başardığımda sizlere hoş bir merhaba demiştim. bu meretin saabısı bir süredir ha bitti ha bitçek diye sanki çok matahıma birşeymiş gibi çeviri yaptığı içün, ancak bugün fırsat bulup tekrar yazmaya başlayabildim. neymiş efendim, çeviri kitap bitmişmiş... üç gündür kutlama yapıyor hatun! gerçi yazık kııız nası yapmasın, gecesi gündüzüne karıştı, aklını şaşırdı da beni dertleşmek için kahve molasında balkona götürüp orada unuttuydu. gerçi normalde pencere kenarına (ve hep aynı pencere!) tünediğim için bu balkonda unutulma işi feci işime yaradı. feci derken baya böyle pimpis feci. size orada olanları anlatçam. çok pis şeyler biliyorum lan. bi desem ortalık bulanır.

şimdi bu bilgisayarın saabısının (artık ona bir isim bulalım mı? yok yok daha dur, haketsin önce!) sabahlara kadar çeviri yapma, kitap okuma, arada bir bölüm dizi izleyip sonra meditasyon yapıp tekrar çevirme, güneş doğmuşsa pencereden kedilere ve köpeklere yemek atma, mola diye sekizotuz kere mutfağa kaçıp kahve yapma ve bazı kereler o kahvenin içine likör damlatma huyu var.

arada "canlarım benimmm" diyerekten mideye indirip (bana da koklatmayıp) heba ettiği onca çikilat, püsküüt ve beyaz leblebiyi saymıyorum bile. neymiş? leblebi mide suyunu alıyormuş. su yere dökelince de leblebi mi kullanıyon sorarlar adama! size beyaz leblebiyle özel bir aşk yaşadığımızı söylemiş miydim? hayır çikilatlar senin olsun, neden iki top leblebiyi yanı başıma bırakmıyorsun be kadın! (ismin bu olabilir, ama daha karar vermedim)

neysecime geçen geceyarısından sonraki sekizotuz molalardan birinde, kahvesini yaptı, beni de kuyruğumdan tuttu (bi'öğretemedim kollarımın yanında tutma halkası var ellerimi gövdeme yabıştıraraktan bizzat yarattım ordan tut). sallaya sallaya (kahveyi değil tabii) balkona çıktı. abırnan cıbır dolabından püsküüt aldı. hem yiyor hem içiyor hem de bana verip veriştiriyor. efenime söyliim siperlerden girdi, tüfeklerin otomatlı mekanizmasından çıktı, meydan muharebesi sırasında karın yaralısı olan adamın tiradından bahsetti. hiçbir şey anlamasam da dinliyormuş gibi yaptım. o sırada kuyruğumdan sallamaya devam ediyor tabii, istersen dinleme, ağzımı açmıyorum kusucam çünkü.
sonra birden, radyoyu aktiflemekten gözlerinin feri sönmüş Küri teyze gibi bakışlarını sabitledi camdan dışarı. az önce acaba nedir nedir nedir diye onyüz arama motoruna sorduğu kavramın ne olduğunu anlamıştı. vahiy gelmişti belki de. o işlere girmiyorum. gerçi dolunay vardı, bu müthiş buluşu aydedeye atfederek sinir etsem mi şurdan hatunu? (kıs kıs kıs)

kuyruğumla beni yavaşça abırnan cıbır dolabının üstüne bıraktı. kahve kupasını da yanındaki pencere önü mermerine koydu ve tırıs tırıs gitti içeri. giderken "miralay lay lay, tiralay lay lom" dediğini duydum sandım, sonra "git be ovlum delimanyak mısın nesin miralay değildir o, miralay olsa duramazsın" dedim.

dışarıdaki yıldızlı gökyüzünü ve ocean black rengi denizi seyretmeye başladım. vay anasınıydı sayın straz kitle, yakamoz vardı (bunu bir romandan öğrendim biliyor musun pıtırcıklar?) yanımda bir elektrik direği varmış, ben de karşı binadaki sevdiceğine elindeki gülü burnuna değdirerek yandan yandan göz kırpan pırpır kalpli genç bir ovlanmışım gibi içimden de bir türkü tutturarak yakamozu seyredeyim dedim. ancaaaak elektrik direği diye yaslandığım şeyin boşluk olduğunu fark edemeyip kahve kupasına doğru hooop. devrildim desek daha iyi zira kafam kupanın içindeydi, ayaklarım ve kuyruğum havadaydı. böylece kuyruğu dik tutmak deyimini şık bir şekilde görsele bağlayabildiğim için düşüşümden 10 teknik, 10 da artistik puan aldığıma eminim.

olanla ölene çare olmazmış, bunu da bi'romandan öğrendimdi. başıma gelen bu kesif olayın tadını çıkarayım bari diyerekten hörtlemeye başladım (hörtlemek, hörtlek, hörtleği 5 kuruş? aman ya sen de hiçbişey bilmiyon!)

ilk birkaç yudumda bir şey anlamadım. hafif tatlı hafif acı bir şey bu likörlü kahve. ama içiliyor. içtim yani. hörtleye hörtleye sonunda kahve deniz seviyesine inene kadar ilerlemişim. birden kanın beyinciğime dolmasıyla (evettt beynim var benimmm yaşasın!) tepetaklaklığın neden olduğu böyle bir tuhaflık oluştu bende. ense kökümden hafif esinti geliyor bir yandan... öteki yandan da komşumuzun köpeği şakirayı görüyorum, lan diyorum kupanın içindeyken periskopa mı evrildi gözlerim, şakirayı nası görerim ben diyorum içimden, allah göstertmesin diyorum, ama içinden diyorum. çünküm ağzımı açmak istediğimde tuhaf şeyler oluyor, kulaklarımı yakalayabiliyorum mesela. parmaklarım yok gibi - yaaa ufff benim parmaklarım yok ki zaten!

bu delimselek durum birkaç saniye sürdü. bir baktım şakira bana tavuk kemiği uzatıyor. "salam vir bağa, tavuk dokaniyi" diyor. nasıl ya monsenyörler? şakira konuştu! hee salak, sen konuşabiliyorsunken şakira sussun mu? isyana geler kim olsa. ama A tipi şakir misin nesin, sana salam yolları bana beyaz leblebisiz likörler alacağın olsun, yakalarsam kuyruğundan ısırıcam yemin vererim bak!

tam böyle şakiraya karşı bir yükselmiştim ki asıl kendi kuyruğumdan çekiştirildiğimi anladım ve evren mesajımı yedi diyerek bağırdım (içimden tabii, çünkü ağzımı açınca burnumla tanışıyorum) kulaklarımın dibinde "lan sarfoş delimanyak naabtın" diye mantıklı bir soru soran hatun kişiyle burun göze geldim. gülse mi birsel mi bilemeyen hatun musluğun altında bir güzel yıkadı beni, arada da söylendi. sazlıklardan havalanan bir kördüğüm ve tepelere kurulan birkaç evden bahsedildiğini hatırlıyorum ama inşaat kimindi hatırlamıyorum bak.

soğuk sudan olacak beyinciğim kendine geldi. hafif dondum gibi ama olsun. sonra hatun beni kaloriferin üstüne koymuş olabilir. gözlerimi kapatırken ertesi gün her zamanki pencere önüme tüneyeceğim ve şakiraya pis pis bakıp nanik yabacağım anları düşündüm ve saldım kendimi.

bu hatun çocukken öğretmenleri bilmediğiniz kelimeyi cümle içinde kullanın dermiş, o da hemen kalıp cümleyi alır, ortasına o kelimeyi yazarmış. ben translüminasyon gördüm mesela. ben de likörlü kahve gördüm ne var? bu da bişeydir.

ağzınızın yerini bulabiliyorken kalkın bir aynaya bakın ve kendinize sırıtın. ben uzun süre yabamadım da...
hadi saldım ben!

8 Şubat 2017 Çarşamba

Hikmet'le tanışın!

aile genişliyor. yıllardır maç cezalısı yedek kulübesi gediklisi gibi bekleyen mirketim (Hikmet-fotosu en altta) nihayet bir fırsatını bulup kendini gösterdi kitleye. bundan sonra sosyal medyadan birşeyler çiziktirecek arada sırada. haberiniz olsun. ama bunun için Facebook sayfamızı takip etmeniz lazım zira Hikmet'in yumurtlayacaklarını bloga ne zaman aktarırım bilmiyorum (biraz itişiyoruz da!)
sizi mirketler dünyasının en şaşkolozuyla başbaşa bırakıyorum (ille laf çakmasam olmaz öyle de severim ibibiği!):

meriba ben Hikmet. insan yaşıyla 4, mirket yaşıyla üçotuz, bilimsel açıdan üçnoktaondört yaşımdayım. selvi boyluyum, latte rengimi tüm yaz gölgelerde gezinmeme borçluyum, gözlerim de gerçek kahverengi! Almanya doğumluyum, dört dil biliyorum, yine de aaazı var dili yok derler. beslenmeyi ve uyumayı sevmiyorum. fit kalmak için bol bol su içiyorum.

bu yazar insanı klavye başında çeviri ve roman arasında gidip geldiği, saçını başını yolduğu, kahve üstüne kahve, çikilat üstüne kabuksuz kuruyemiş tükettiği o geceler boyunca bana karşı bir yükselmiş. ne zamandır yandan yandan kesiyorum, sesimi çıkarmıyorum. yazar hazır mola vermişken kaptım klavyeyi. diiceklerim var size.

iddiasına göre yüzümdeki "yine mi iş pöfpfhf!" bakışı ve şirinlik muskası duruşum nedeniyle iş aksattırma, mola uzattırma, eğlenceye daldırma gibi fiillerle kendisine zilyor dolarlar kaybettirmişim.

üşenmedi Reza Serabı yunaytıd kingdom of Amerika ellerinde tutan savcı Buharlı Kazanı buldu. kağıdına uydurttu, bana ömür boyu "pencere kenarından dışarıyı kesme" cezası verdirtti. hem de hem de hergün aynı pencere!

2012 yılından bu yana ahan da 3 şehir gezdim hep mi pencere hep mi aynı pencere diyerek yürüttüğüm müzakereler, Birleşik Zilletler Taslak İçtihatı itirazları ve Avrupa Nisan Hakları Mahkelesinden aldığım kararlar sonunda, dışarıyı keserkenki gözlemlerimi size telekinezi yoluyla aktarma ve haftada bir pencere değiştirme iznini kopardım. söylediğine göre telekinezi izni için Yiğit Bulut'un imzası gerekiyormuş da kendisi sentez dantez anti mentez işlerinden çok yoğunmuş da kımıl zararlısı kontenjanından Ziraat kapsamına alınmış da, anca daha gelmişmiş de imzası kurumamışmış. yesin onu nenesi!

neyse, birkaç gün sonra ilk pencere ardı gözlemimle telekinezi yoluyla karşınıza geçerim belki. geçeyim yani. yoksa kendimi en yakın kasaptaki kıyma makinesinde iki devir çektiriciiim sonra da sahildeki sokak köftecisinin tükürüklerine boğularaktan genç dimağların midesini boyliyiciim!
söyleyin şuna yazsın. ben diyim o yazsın nooolur! (çok azıtmicakmışım, yoksa bana ayrı sayfa açmazmış. ay kııız ağzını bal yesin mi?) haydi hayırlısı!
günaydın straz taşlı şeyler!


7 Ocak 2017 Cumartesi

Ey okur bunu sana yazdım (Tehlikeli Aklın İtirafları Gibibirşey)

nalet gelsin diye lanetlediğiniz 2016'ydı. aylardan nisandı. kişisel tarihim açısından, 2016 tam bir zafer yılıdır. yok hadi zafer demeyelim de, son beş yılın bütün acılarını sildim diyelim. herkes bit bit biiiit diye üstünde tepinirken, ben de genelinden çok memnun değildim 2016'nın ama yalan da söyleyemem hani.

mesela, taşı toprağı altın diyeli elli altmış yıldan fazla zaman olmuş, vazgeçilemezimiz büyük metropol İstanbul'u (yine, üçüncü kez) terk ettim. bu kez o kadar hışımsız terk ettim ki şimdi kendimi tebrik ediyorum arada, afe
rin kız nasıl kapadın sessiz ve sinsice kapıyı!

mesela, yazılı çeviriden kitap çevirisine terfi ettim. her ikisini de yürütüyorum kardeş kardeş (belge deyince any kind of belge. en çok da bizinis ve hukuk. efenim sizi ipten alacak bir avukat değilim ama dipte de bırakmam, en azından yurtdışındaki hukuki mercilere iki kelam çakacaksanız afilli afilli mektuplar hazırlayabilir, patentini aldığınız bilmeli buluşunuzu uluslararası mercilerde tüm çakallara karşı koruyacak objection, appeal, overruled, sustained dolu dilekçeler yazabilirim. bir de ne yalan söyliim değme Director'dan daha güzel kick-off konuşması yazarım, iddialıyım)

mesela, romanım yayınlandı! yaaa işte bu kutlamaya değmez mi bacımlar bayımlar? bir ara hatırlatın da sahilden hevaya fişek attırayım. yok yok hevaya zeval vermeyelim bi'pasta keselim. ben kesip yerim size de resmini gönderirim olur mu? (sevimli çizgi-köpek Değerli burada olsa bu sahnede yıh yıh yıh diyerek gülerdi.)

mesela, son beş yılda aklımda toparlanamamış ne mesele kaldıysa hepsi tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini aldı. dürdüm büktüm, dırım bıkım ettim (Naile'ye saygıyla!), sonunda kendime sapsadeli bir hayat kurdum. bak kitle, entelektüel birikimimden, havalı çizgimden, eserikli aklımdan ve ikoncan görünümümden ödün verdim demiyorum. kendimle dünyanın geri kalanı arasına bir çizgi çektim, oyunu kuralına göre "set ettim" diyorum. evrenle uzlaştım da denebilir. artık mesajlarımı yemeyeceklermiş zuzaylılar!

mesela, daha özele girmeyeyim, kısa kestireyim (ha bu arada saçlar gitti, sordum eskilere "patenci saçıymış"), ben kendi devrimimi yaptım aga! kırkların içinden kılı kırk yararak geldiğim bu nokta, kim olsa üstünde durmak isteyebileceği bir nokta, görüyorum.

sen buna tuzun kuru diyebilirsin (ki beni tanımadığın için de valla senden mi çekincem!), umurunda değil dünya diyebilirsin (he canım he, tüm blogu ye yut, romanı da bir oku, bir de beni mahlede bir sor, sonra konuşalım). iyi de bunu size niye anlatayım ki? amacın ne kardeşim!
amacım şu: hayatta her şey paylaşarak çoğalır. her şey. göl bile damlaya damlaya değil mi? o zaman neyi paylaştığına dikkat edeceksin bu biiiir, paylaşırken bir amaç güdeceksin bu ikiiii, ama mutlaka güzel, mutlu, ilerletici, aydınlatıcı, geliştirici bir şey bulup onu yayacaksın bu da soooon (üç işte anla sen!) istiyorum ki durduğum yerde siz de durun (durmayanlar için), buradan siz de bakın, siz de görün.



seneeee 2016. aylardaaaan Nisan.
fotoğraf o günden. az bir vakit olmuştu buralara geleli (hâlâ bilmeyen için Türkiye'nin en bi en kuzeyinde yaşıyorum. açın haritaları!) bir yazarın gizli köşesi olarak kendime ayırmıştım evin bu köşesini. tipik bir aileyiz biz. her tipik aile gibi evin salonu bize ait değil. hiç benimsemedik, hiç bizim olsun diye ağlamadık. bayramlarda misafire ayrılan şekerlerden yemediğimiz gibi mesela bu gördüğünüz şaşaalı koltuklar tam 35 yıllık ve hısım eş dost ve akrabalarımız bizden daha fazla kullandılar. (gerçi ben misafir şekerlemelerini hep yedim. Nailem bir süre sonra tedarikli alım yapmaya başladı, sonraları bu "Arzu'nun ekistira şekerleri" formuna büründü"
karşıdaki konsolda duran bebekse Naile'ye New York'tan getirdiğim Carmen. Pilsiz bebek. (merhum anneanneme neden Naile dediğimle ilgili bir yazı blogda duruyor. fazla düşünme, bir insandan adıyla bahsetmeyeceğidim de ne diyeceğidim?)
demem o ki, onca yıl biz dışında herkese ait olan salona, sonunda kala kala iki kişi kaldığımızdan, istediğimiz gibi el koyduk. oturma odasını annem parselledi, salonu ben aldım. mutfak-banyo sırayla, yatak odası da işte uykuyla işi olanın... beni biliyorsunuz 7/24 bilinci açık bi'kimseyim. uykum nerede gelirse orada uyuyorum.

şimdi büyük kent karmaşasından kaçarak özgürlüğü ilan edişimin neredeyse birinci yılı dolarken, size yine, kitapları çevirdiğim, roman düzeltmelerimi yaptığım, sabahın ışıdığını arkasında harika bir deniz manzarası saklayan şu pencereden ekranıma yansıyan kırgın ışıktan anladığım "bir yazarın kutsal köşesi"nden sesleneyim dedim.
sabah oluyor... siz bazen yazdıklarımı mesainiz başlarken görüyorsunuz ya ben onları aslında tam bu saatlerde yazıyorum, kitle diyorum gece gece etkilenmesin, kalkmasın uykusundan. sabaha bırakıyorum (eğer ünlü bir yazarsanız* sosyal medya ileri saatli/tarihli paylaşıma izin veriyor çünkü)

sabah oluyor... ve benim canım yine sıkkın. haftalardır şunu da yazsam bunu da bloga atsam dediğim her şey, ben daha çiziktirmeye başlamadan çöp oluyor. neden? çünkü hep "daha önemli bir mesele hortluyor kenardan köşeden" hangi birine yetişelim?
şimdi ben misal, size dilde sadelik kaygısıyla dilin sterilleşmesi ve zenginliğini yitirmesinden bahsedecek oluyorum, kızım diyorum nasıl ya, insanlar ölürken nasıl yazacaksın bunları? sonra bir el omzuma dokunuyor, sen yaz diyor. yaz bir köşeye sakla. bu elin sözünü dinliyorum (hep ellerin sözünü dinledim zaten, bütün bunlar o bakımdan. gözlem bizim işimiz!)

sabah oluyor... şimdi bir hastanede bir bebek derinden bir çığlık atarak merhaba dedi dünyaya. bir başka hastanede bir hasta organ nakli ameliyatına hazırlanıyor. dünyanın öbür ucunda bir masanın etrafında toplanmış birkaç bilimci az önce bitirdikleri bir deneyin sonuçlarını tartışıyorlar, etrafa yayılmış radyasyona rağmen hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi, gülümseyerek.
uzayda marul yetiştirmeyi başardılar ey kitle! ama sen yine karnındaki tümörün içinde gelişmekte olan bir beyin bulundu haberiyle üçüncü sınıf bir hayrete garkediliyorsun. ya da bir kısım kitlenin burnunun dibine kadar yaklaşıp bir yılan yağı satıcısı, "aşı mı, içinde cıva var onun, sakın ha çocuğuna aşı yaptırma, otistik bile olabilir ayyy" diyor. ve sen kitle, dünyada artık çiçek hastalığının görülmemesi ihtimaline sevinemiyorsun (çünkü sağolsunlar artık görülüyor). buraya da sıkıştırayım hemen; tıbba güvenin bacımlar bayımlar, öyle kolayına doktor olunmuyor. sonra sedyede uzanmışın, dohtor gelmiş, sana diyor ki ay şekerim seni bir aşı kurtarır ama o da valla bize kadar! nasıl?

sabah oluyor... yazmaya çalışmak bir yana, elimde vurdulu kırdılı bir Fahrettin Cüreklibatur klasiği kıvamında, tarihi savaşla örülü bir milletin kan gölünden nasıl çıktığını açık ve de seçik anlatan kitabın çevirisi öylece bana bakıyor. kan gölü diyorum kitle! saatlerdir "ölü bedenler mi cesetler mi, hayatını kaybedenler mi paramparça olanlar mı demeliyim" çaresizliğiyle sözlük, kitap ve çok çeşitli medya ürünlerini karıştırıp duruyorum. olay anına gidiyor, fotoğraflardan ünvanları doğruluyor, sonra haritalardan cephe ilerisi ve gerisini tayin etmeye çalışıyorum. işte bütün bunlar siz dilde sadelik kaygısıyla dilin sterilleşmesi ve zenginliğini yitirmesinden etkilenmeden düzgün bir kitap okuyabilin diye. sonra belki biraz da içimde kalan o kurguyu dışavurmak için notlar alırım. bana "sabırlısın, soğukkanlısın, gaddarsın" derler; öyleyim. çünkü sandığımda hâlâ gönül diline çevrilmeyi bekleyen bir otopsi raporu duruyor.
buraya kadar okuyan tüm straz taşlı kitleme aferini çakıyor kalpkalpçiçekler gönderiyorum!

not: * hayır tabii ünlü bir yazar olmasan da sosyal medyada ileri tarihli paylaşım yapabiliyorsun :)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...