10 Kasım 2016 Perşembe

YAD'ın ilk imza günü, ilk röportajı...

Yad'ın ilk eleştiri yazısını az önce okudunuz sanırım. Şimdi de hemen öncesinde meydana gelen olaylaar olaylar...
Sinop'ta bir kitap kulübümüz var. Yıl boyunca her ay 1 veya 2 kitabı okuyarak yorumluyor, tartışıyoruz. Bu buluşmalar kapsamında yılın ilk kitabı Nazlı Eray'ın Sis Kelebekleri ve Arzu Kayhan'ın Yad romanlarıydı.
Yad çıkar çıkmaz kitap kulübümüzde listeye alındı ve ikinci kitap olarak okundu, bir güzel eleştirildi. (çok heyecanlıydım ve kulübün tartışmalarında neredeyse ilk kez bir romanın yazarı da tartışma seanslarına katılmış oldu)
Bununla ilgili olarak kulüp arkadaşlarım görüş bildirmek isterse buradan yazarız belki.

Ekim ayının ortasında, Yad Sinop'a ulaşır ulaşmaz, güzeide mekanlarımızdan Tayfa Kitapevinde ilk imza gününü yaptık.

Kitabımı okuma kulübümüzde incelenecek olduğu için hemen edinip okuyan ve sorduğu sorulardan oluşan yazısını kendi blogunda bir röportaj halinde yayınlayan Sorankadın'ın yazı linkine aşağıdan ulaşabilirsiniz:
İLK ROPÖRTAJ

İlk imza günümüze ait birkaç fotoğrafı şuraya bırakayım ve kaçayım.
Sırada Kasım ortası İstanbul imza günü ve sonra Kahve Kitap Çikolata Festivali ve İzmir buluşması var. Sırayla duyuracağım.







9 Kasım 2016 Çarşamba

Masumluk Karinesindeki Katil (Yad eleştiri/yorum yazısı-Berkay Üzüm)

Yad çıkalı birkaç hafta oldu ve ilk eleştiri/yorum yazısı Edebiyat Haber sitesinde Berkay Üzüm imzasıyla yayınlandı. Yazıyı aşağıda görebilir, şu linkten de okuyabilirsiniz:
YAZI LİNKİ

******
MASUMLUK KARİNESİDEKİ KATİL / Berkay Üzüm

Arzu Kayhan’ın Labirent Yayınları tarafından yayımlanan ilk kitabı Yad, ismiyle müsemma bir polisiye roman olarak karşımıza çıkıyor. Doğu’nun masum tarafıyla Batı’nın keskin yönlerini yansıtan, kısa ve öz adına yaraşır biçimde tek bir solukta okunan kitap, tipik bir seri katil – polis hikayesi dışına çıkarak, yer yer “bizden” olan öğeleri kısa da olsa baskın tutup gülümseterek kendi alanını oluşturuyor, hem de masumane bir şekilde.

Yabancı
Yad, genel olarak toplumdaki yabancılaşma çerçevesinde adalet, ahlaki normlar, bireysel ilişkiler ve arayışı konu edinen bir kovalamacayı anlatıyor. Romanın ana karakteri olan ve Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşen Sibel’in, kendisini bir nevi bu maceralar ülkesindeki sınama sürecine ışık tutan roman, karakterin ev-iş ekseninde ilerleyen gündelik hayatı ile başlayıp sayfalar ilerledikçe içinde bulunduğu topluma sirayet etmesiyle devam ediyor.

Sibel, bilhassa eski Türk filmlerinde sıkça karşımıza çıkan, “Anadolu’nun bağrından kopup İstanbul’u yenmeye gelen” karakter misali, Kayseri’yi ardında bırakıp yeni bir hayat inşa etme ümidiyle Amerika’ya göç eden, ancak sahip olduğu Doğu hüviyetini de Amerika’ya götüren, yerli, sıcak ve içten bir karakterdir. Nitekim bu özelliklerin, zaten kendisinde baskın olan adalet ve ahlaki normları tetiklediğini, ancak bunlara bağlı olarak topluma adapte olmasını sürekli engellediğini kendisiyle birlikte ilerleyen bölümlerde görüyoruz. Tam da bu noktada, Türkiye – Amerika ekseninde klasik bir Doğu – Batı çatışmasını gerilim filmi izlermişçesine gözlemleme imkânı oluşuyor. Bu Doğu – Batı çatışmasındaki örfi farklılıları da, kitabın sonlarında yer alan, ana karakterin dedektife yönelik attığı tiratta daha geniş bir şekilde saptama imkânına kavuşuyoruz. Karakterin, yanında taşıdığı Doğulu hüviyetinin getirdiği – pozitif ya da negatif olarak adlandırılabilecek – karakteristik özelliklerin, sonradan dahil olduğu toplumun değer yargılarıyla mütemadiyen çelişmesi sonucunda ise ortaya belirgin bir şekilde ahlaki ve vicdanı problemler çıkmaktadır. Jeanny adlı karakter ise; bu gönüllü sürgünde, kendi Fizan’ında yaşayan ve topluma adapte olamama ekseninde ruhsal / psikolojik gelgitlerle günlerini geçiren Sibel’den sonra romana dahil olan ikinci kişidir. Jeanny, Amerika’nın bir nevi acil çıkış kapısı olan Hollywood yapımlarında sıkça rastlanılan, her yerden çıkma becerisine sahip, kısmen “evil” bir karaktere sahip biridir. Hızlı, atak, çok konuşan, planlar yapan, çöpçatan ve benzeri birçok şey…

Ana karakter, her ne kadar bir işe ve – mecburi olarak – arkadaşlara sahip olsa da, ilk bölümlerde “yalnızlık” duygusunu ön plana çıkıyor. Bu duygu, yine karakterin açık bir dille belirttiği gibi, Amerika’nın ışıltılı dünyasına alışamamasından kaynaklı klasik bir yabancılaşma durumu. Ancak, sürekli geride bıraktığı ülke, şehir, aile ve sevgili gibi noktalara değinerek duygu yoğunluğunu artırıp, içinde olduğu bu yeni toplumu kendinden uzak tutma yolunu seçiyor. İlerleyen bölümlerde ise, romana dahil olan Jeanny’nin sebep olduğu bir buluşma sonrası kendisini politik bir cinayetin ortasında buluyor. Bu cinayeti işlemesindeki sebeplerin tamamını, ahlaki normların fitilinin ateşlenmesiyle ortaya çıkan bir nefsi müdafaa olarak açıklayabiliriz. Ancak hemen ardından sergilenen tavırlar, daha çok öldürmeye yönelik fetiş bir hareket gibi dursa da, sonrasında işlenen diğer cinayetlerin sebebinin, toplumu bir tür “kötülerden temizleme” gibi bir misyona sahip olduğunu görüyoruz. İlk cinayetten sonra Sibel, Gotham gecelerinde suçluları aklayan Batmanvari bir karaktere bürünüyor. Buradaki esas nokta, Sibel’in, her ne kadar bir seri katil gibi dursa da aslında “katil” imgesine fazlasıyla uzak bir karaktere ve naifliğe sahip olmasıdır.

Çatışma
Romanın dedektif karakterinin, kaderin cilvesi diyebileceğimiz bir şekilde Sibel’le aynı kültürün bir parçası olması, bilhassa dedektifin olayları çözmedeki mukayese becerisini yükselten bir unsur olmasının yanı sıra, duygusal olarak da belli bir yerde aynı düzlemde buluşmalarına olanak sağlıyor.

Yazar, “bir kentin yabancısı olmakla, bir kente yabancı olmak” arasındaki farktan kaynaklanan çatışmayı şiar edindiği bu romanda, aslında olmaması gereken bir katilin öyküsünü, çaprazlama kurguladığı olaylarla akıcı bir şekilde anlatıyor.
******

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...