7 Ocak 2017 Cumartesi

Ey okur bunu sana yazdım (Tehlikeli Aklın İtirafları Gibibirşey)

nalet gelsin diye lanetlediğiniz 2016'ydı. aylardan nisandı. kişisel tarihim açısından, 2016 tam bir zafer yılıdır. yok hadi zafer demeyelim de, son beş yılın bütün acılarını sildim diyelim. herkes bit bit biiiit diye üstünde tepinirken, ben de genelinden çok memnun değildim 2016'nın ama yalan da söyleyemem hani.

mesela, taşı toprağı altın diyeli elli altmış yıldan fazla zaman olmuş, vazgeçilemezimiz büyük metropol İstanbul'u (yine, üçüncü kez) terk ettim. bu kez o kadar hışımsız terk ettim ki şimdi kendimi tebrik ediyorum arada, afe
rin kız nasıl kapadın sessiz ve sinsice kapıyı!

mesela, yazılı çeviriden kitap çevirisine terfi ettim. her ikisini de yürütüyorum kardeş kardeş (belge deyince any kind of belge. en çok da bizinis ve hukuk. efenim sizi ipten alacak bir avukat değilim ama dipte de bırakmam, en azından yurtdışındaki hukuki mercilere iki kelam çakacaksanız afilli afilli mektuplar hazırlayabilir, patentini aldığınız bilmeli buluşunuzu uluslararası mercilerde tüm çakallara karşı koruyacak objection, appeal, overruled, sustained dolu dilekçeler yazabilirim. bir de ne yalan söyliim değme Director'dan daha güzel kick-off konuşması yazarım, iddialıyım)

mesela, romanım yayınlandı! yaaa işte bu kutlamaya değmez mi bacımlar bayımlar? bir ara hatırlatın da sahilden hevaya fişek attırayım. yok yok hevaya zeval vermeyelim bi'pasta keselim. ben kesip yerim size de resmini gönderirim olur mu? (sevimli çizgi-köpek Değerli burada olsa bu sahnede yıh yıh yıh diyerek gülerdi.)

mesela, son beş yılda aklımda toparlanamamış ne mesele kaldıysa hepsi tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini aldı. dürdüm büktüm, dırım bıkım ettim (Naile'ye saygıyla!), sonunda kendime sapsadeli bir hayat kurdum. bak kitle, entelektüel birikimimden, havalı çizgimden, eserikli aklımdan ve ikoncan görünümümden ödün verdim demiyorum. kendimle dünyanın geri kalanı arasına bir çizgi çektim, oyunu kuralına göre "set ettim" diyorum. evrenle uzlaştım da denebilir. artık mesajlarımı yemeyeceklermiş zuzaylılar!

mesela, daha özele girmeyeyim, kısa kestireyim (ha bu arada saçlar gitti, sordum eskilere "patenci saçıymış"), ben kendi devrimimi yaptım aga! kırkların içinden kılı kırk yararak geldiğim bu nokta, kim olsa üstünde durmak isteyebileceği bir nokta, görüyorum.

sen buna tuzun kuru diyebilirsin (ki beni tanımadığın için de valla senden mi çekincem!), umurunda değil dünya diyebilirsin (he canım he, tüm blogu ye yut, romanı da bir oku, bir de beni mahlede bir sor, sonra konuşalım). iyi de bunu size niye anlatayım ki? amacın ne kardeşim!
amacım şu: hayatta her şey paylaşarak çoğalır. her şey. göl bile damlaya damlaya değil mi? o zaman neyi paylaştığına dikkat edeceksin bu biiiir, paylaşırken bir amaç güdeceksin bu ikiiii, ama mutlaka güzel, mutlu, ilerletici, aydınlatıcı, geliştirici bir şey bulup onu yayacaksın bu da soooon (üç işte anla sen!) istiyorum ki durduğum yerde siz de durun (durmayanlar için), buradan siz de bakın, siz de görün.



seneeee 2016. aylardaaaan Nisan.
fotoğraf o günden. az bir vakit olmuştu buralara geleli (hâlâ bilmeyen için Türkiye'nin en bi en kuzeyinde yaşıyorum. açın haritaları!) bir yazarın gizli köşesi olarak kendime ayırmıştım evin bu köşesini. tipik bir aileyiz biz. her tipik aile gibi evin salonu bize ait değil. hiç benimsemedik, hiç bizim olsun diye ağlamadık. bayramlarda misafire ayrılan şekerlerden yemediğimiz gibi mesela bu gördüğünüz şaşaalı koltuklar tam 35 yıllık ve hısım eş dost ve akrabalarımız bizden daha fazla kullandılar. (gerçi ben misafir şekerlemelerini hep yedim. Nailem bir süre sonra tedarikli alım yapmaya başladı, sonraları bu "Arzu'nun ekistira şekerleri" formuna büründü"
karşıdaki konsolda duran bebekse Naile'ye New York'tan getirdiğim Carmen. Pilsiz bebek. (merhum anneanneme neden Naile dediğimle ilgili bir yazı blogda duruyor. fazla düşünme, bir insandan adıyla bahsetmeyeceğidim de ne diyeceğidim?)
demem o ki, onca yıl biz dışında herkese ait olan salona, sonunda kala kala iki kişi kaldığımızdan, istediğimiz gibi el koyduk. oturma odasını annem parselledi, salonu ben aldım. mutfak-banyo sırayla, yatak odası da işte uykuyla işi olanın... beni biliyorsunuz 7/24 bilinci açık bi'kimseyim. uykum nerede gelirse orada uyuyorum.

şimdi büyük kent karmaşasından kaçarak özgürlüğü ilan edişimin neredeyse birinci yılı dolarken, size yine, kitapları çevirdiğim, roman düzeltmelerimi yaptığım, sabahın ışıdığını arkasında harika bir deniz manzarası saklayan şu pencereden ekranıma yansıyan kırgın ışıktan anladığım "bir yazarın kutsal köşesi"nden sesleneyim dedim.
sabah oluyor... siz bazen yazdıklarımı mesainiz başlarken görüyorsunuz ya ben onları aslında tam bu saatlerde yazıyorum, kitle diyorum gece gece etkilenmesin, kalkmasın uykusundan. sabaha bırakıyorum (eğer ünlü bir yazarsanız* sosyal medya ileri saatli/tarihli paylaşıma izin veriyor çünkü)

sabah oluyor... ve benim canım yine sıkkın. haftalardır şunu da yazsam bunu da bloga atsam dediğim her şey, ben daha çiziktirmeye başlamadan çöp oluyor. neden? çünkü hep "daha önemli bir mesele hortluyor kenardan köşeden" hangi birine yetişelim?
şimdi ben misal, size dilde sadelik kaygısıyla dilin sterilleşmesi ve zenginliğini yitirmesinden bahsedecek oluyorum, kızım diyorum nasıl ya, insanlar ölürken nasıl yazacaksın bunları? sonra bir el omzuma dokunuyor, sen yaz diyor. yaz bir köşeye sakla. bu elin sözünü dinliyorum (hep ellerin sözünü dinledim zaten, bütün bunlar o bakımdan. gözlem bizim işimiz!)

sabah oluyor... şimdi bir hastanede bir bebek derinden bir çığlık atarak merhaba dedi dünyaya. bir başka hastanede bir hasta organ nakli ameliyatına hazırlanıyor. dünyanın öbür ucunda bir masanın etrafında toplanmış birkaç bilimci az önce bitirdikleri bir deneyin sonuçlarını tartışıyorlar, etrafa yayılmış radyasyona rağmen hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi, gülümseyerek.
uzayda marul yetiştirmeyi başardılar ey kitle! ama sen yine karnındaki tümörün içinde gelişmekte olan bir beyin bulundu haberiyle üçüncü sınıf bir hayrete garkediliyorsun. ya da bir kısım kitlenin burnunun dibine kadar yaklaşıp bir yılan yağı satıcısı, "aşı mı, içinde cıva var onun, sakın ha çocuğuna aşı yaptırma, otistik bile olabilir ayyy" diyor. ve sen kitle, dünyada artık çiçek hastalığının görülmemesi ihtimaline sevinemiyorsun (çünkü sağolsunlar artık görülüyor). buraya da sıkıştırayım hemen; tıbba güvenin bacımlar bayımlar, öyle kolayına doktor olunmuyor. sonra sedyede uzanmışın, dohtor gelmiş, sana diyor ki ay şekerim seni bir aşı kurtarır ama o da valla bize kadar! nasıl?

sabah oluyor... yazmaya çalışmak bir yana, elimde vurdulu kırdılı bir Fahrettin Cüreklibatur klasiği kıvamında, tarihi savaşla örülü bir milletin kan gölünden nasıl çıktığını açık ve de seçik anlatan kitabın çevirisi öylece bana bakıyor. kan gölü diyorum kitle! saatlerdir "ölü bedenler mi cesetler mi, hayatını kaybedenler mi paramparça olanlar mı demeliyim" çaresizliğiyle sözlük, kitap ve çok çeşitli medya ürünlerini karıştırıp duruyorum. olay anına gidiyor, fotoğraflardan ünvanları doğruluyor, sonra haritalardan cephe ilerisi ve gerisini tayin etmeye çalışıyorum. işte bütün bunlar siz dilde sadelik kaygısıyla dilin sterilleşmesi ve zenginliğini yitirmesinden etkilenmeden düzgün bir kitap okuyabilin diye. sonra belki biraz da içimde kalan o kurguyu dışavurmak için notlar alırım. bana "sabırlısın, soğukkanlısın, gaddarsın" derler; öyleyim. çünkü sandığımda hâlâ gönül diline çevrilmeyi bekleyen bir otopsi raporu duruyor.
buraya kadar okuyan tüm straz taşlı kitleme aferini çakıyor kalpkalpçiçekler gönderiyorum!

not: * hayır tabii ünlü bir yazar olmasan da sosyal medyada ileri tarihli paylaşım yapabiliyorsun :)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...