27 Mart 2015 Cuma

Zekasıyla rezil olan insanlar ülkesi (yaldızı dökülen kapitalizm)

Peşin söyleyeyim. Okulunu yarım kafayla okumuş, meslek ve iş arasındaki farklı bilmediği gibi, sabah işe gidip akşam eve gelmeyi çalışmak sayan, diplomayı alınca oldum ben diyen herkes benim için değersiz. “Aaa Aşkı Memnunun kitabı çıkmış kııız”daki kadar değersiz. Böyle derken, hem mesleki/iş becerilerini ve uzmanlığını kastediyorum hem de “bir yaşam biçimi olarak insan olmak”tan bahsediyorum. Ama yanlış anlamaları önlemek için ilk örnekten önce yine peşin söyleyeyim; bunda bireylerden çok sistemin suçu var. Ama yine de salt sistem suçlu diyerek olayı soyutlaştırmak faydasız hatta tehlikeli. Duydunuz bir Japon mühendis intihar etti, yaptığı köprünün halatı koptu diye. Sonra kopuşa neden olan işin Türk işi olduğu söylendi, falan filan. Öte yandan bir metrobüs aynen böyle alevde ızgara et gibi cızırdayarak yandı. Ben bu yazıya başladığımda soğumamıştır belki de daha enkazı. Sonra Germanwings uçağı garip bir nedenle çakılıverdi dağlara. Akşam eve dönerken aklıma geldi...

Yıllar önce, İstanbul’da zamanının en büyük inşaat şirketlerinden birinin yaptığı, sosyete, sanat ve iş dünyasının birçok isminin “kaç paraysa verelim yeter ki şunnarnan komşu olalım” derdine düşüp milyon dolarları saydığı, her tarafı elektronik ve süpersonik döşenmiş bir sitenin lojistik ekibi içinde yer almıştım. Sitenin inşaatı bitip de ilk sakinler yerleştikten sonra yaşadığımız bir olay geldi aklıma. Aslında bunu sıkça hatırlarım ve örneklerimde kullanırım. Anlatırken hafiften keyif aldığım da doğrudur.

Bize ilk başta projeyi tanıttı mimarlar. Şöyle ultra böyle mega şöyle vega böyle atraksiyon... Mesela, binalardaki havalandırma/ çöp hizmetleri ve diğer her şey tamamen güvenlik sistemine bağlı ve elektrikle çalışıyor. Elektrikle derken, elektronik hepsi! Diğer herşeyin içinde misal, su sensörleri var, hareket sensörleri var, hem de her yerde! Ana girişin orada garajın altına konmuş devasa iki tane kule var. Bunlar da jeneratör. Hem de yedekli! Bir tanesiyle, isterse toptan kesilsin elektrik peeh, en az bir hafta tüm site yaşayabilirmişmiş o derece! Aman yareppi nasıl kıvanıyorlar, göneniyorlar!

Örneğin, dedi mimar, banyoda su taşarsa anında güvenlik merkezine sinyal gidiyor. Amaç ne? Hani biri küvette diyelim bayıldı kaldı, etrafı su bastı vs, ya da musluk açık kaldı, bozuldu ve evde de kimse yok veya farkında değiller. Yani biz böyle düşünüyoruz. İn keys of imörcınsi! Ne mi oldu? Birkaç hafta sonra binalardan birine doğru koşuşturan güvenlik ekibini gördüm, su alarmı dedi bir tanesi. Aha! Dedim. Ekşın var. Ancak durum şu; evde temizlik yapan ablamız paspas kovasını doldurmak için duş kolunu kullanmış ve açıp kapatırken sensör civarına biraz su gelmiş. Güvenlik kapıya dayanınca da korkusundan bir süre açmamış (polis geldi sandı zaar!) Sonunda daire sakinlerine usturuplu bir yolla küvet ve musluk etrafına fazla su sıçratmamaları (!) gerektiğini anlatmaya çalıştılar. Sensör nerde? Musluğun dibinde! Nasıl yani diyen dillerinize kurban! Bir ara, yaptıklarını sıvamak için bir mimarın “biz o küvetleri temizlikçiler su alsın diye koymadık bık bık bık” dediğini hatırlıyorum. Kııız meğerse bu bir başlangıçtı, dinle bak...

Mimar anlatıyordu ya, burada herşey elektrikle çalışıyor diye. Evler tek bir termostatla ısınır/soğur. Çöp, tek düğmeyle öğütülür ve otomatik aynı yerde toplanır. Ana kapılardan ve garajdan katlar arası geçişler, herşey elektrikli sistemlere bağlı. Daireler birbiriyle intercom görüşebiliyor, ana girişte seni bekleyen misafiri uzaktan izleyerek istersen “nöpetçilerrr atın şunu dışarıııı” diyebiliyorsun. (Kapılarda vicuvvv vicuvvv kartlar falan böyle sanırsın federal büro of investigasyon binasına girdin.)

Tabii buna kanalizasyon da dahil, dedi. Mimarlara bakıyorum, proje çizimlerine bakıyorum, evet burası süpersonikli harika bir site. Ancak bu işte bir terslik var. Fazla teknoloji göz çıkarır mı? Bkz: Germanwings uçağının düşüşüne ilişkin bir iddiada uzman diyor ki “uçaklar artık tamamen elektronik ve otomatik sistemle yönetiliyor. Pilotlar da sadece izliyor aslında, pek de bilgili değiller. Bu yüzden...” Gerisini siz düşünün.

Şimdi bu noktada, olayımızdaki “site sakini” kavramına değinmem lazım. Bizler, (o günlerin beyaz yakalıları) ne kadar uğraşsak bunların yamağı bile olamıyoruz. Hepimizi toplasan bir tanesinin tırnağı etmiyor. Yeminle! Misal, eve yerleşirlerken başıyla sonunu aynı anda göremediğimiz uzunlukta yabancı tırlar, delicesine eşyalar getiriyor, birkaç saat sonra (ya da ertesi gün) “aaay sıkıldım bunlardan, değiştir içmimarcım” diyen bir sarışın teyze sayesinde, görsen sekizinci Lui dönemi olduğuna yemin edebileceğin bir vazo, sadrazam koltuğu gibi bir berjer ya da metrelerce ipek perdeler kapının önüne konuyor. Soruyoruz noolcak bunlar diye. Çöp diyorlar. Çöp! Patates salatası ve bebek beziyle aynı torbaya koyup atılan cinsten çöp! Garaj girişlerinde her “daire sakininin” bir salon büyüklüğünde deposu var ve senin-benim depomda kömür ya da eski yaylı yatak (en fazla bi’pisiklet) dururken bunlarınkinde antika eserler, aslan bacaklı masalar, Paşa dedelerden tablolar daha ne diyeyim, bir servet yatıyor! Yeni sarayına sığdıramadığı ya da artık gözünün görmek istemediği, yenilerine yer açmak için kaldırdığı ne kadar mühim eser varsa orada! Mimar yeni teslim edilecek bir dairenin son kontrolünü yaparken bana “projedeki duvar boyasını beğenmedikleri için dairenin tamamında bıdıbıdı ülkesinden hedehödö isimli desinatörün çizimi olan bu zottirik markalı duvar kağıtlarıyla yeni dizaaayn yaptık. İç mimarları öyle istedi 20-30bin dolar civarında bir ek ücret ödediler sırf bu kağıtlara, tikatli olun” dediğinde bir süre hmm hmm diyerek duvara bakıp, bunun “tutkala yatırılmış, kıl fırçalarla helmelendirilmiş bambu ipler üzerine eskitme görünümlü duvar kağıdı kaktırma” olduğunu anladığımda bir süre kendime gelememiştim.

Bu ortam/ekipman ve benzeri durumlar dışında bir de sakinlerin kendileri var. Girişleri ayrı çıkışları ayrı hengame. Önceleri, Fransız madamlar, İngiliz şirketlerin CEOları falan. Ortalıkta asaletten geçilmezken, haftasına Prenses Diana yürüyüşüyle gelen Seda Sayan mı ararsın, Robert De Niro gibi klark çeken Mahsun Kırmızıgül mü, adını bilmediğimiz ama som altından kiloyla bahseden şeyh evladı mı. Nejat Uygur bir sahnede “asalet geliyor, süpüre süpüre geliyor” der, hiç unutmam o anı. İşte tam bu oluyor. Gerçekler ve hepsi aynı sitedeler... Yannız uyandırayım, yıl 90ların başı ve Mahsun henüz beyaz kaşkollu alem buysa kral benim tribinden kurtulamamış. Seda ise Hülya’dan özenerek “zengin burcuvalar arasına karışırsan mutasyon yoluyla onlara benzersin” lafına yazık kız hakkaten inanmış (ama sarı saça siyah dip boyasından vazgeçememiş yavrum). Bir before-after klasiği olarak Hülya ne kadar tez konusu olursa, Seda ve şürekası da bir psikiyatr tezinde o derece patolojik araştırma konusu olur.

İşte bu ahval ve şerait içinde çocuğum, biz bir grup beyaz ve mavi yakalı insan, içinde bulunduğumuz uzay gemisine uyum sağlamaya çalışıyoruz. Derken o gün geldi...

Sabah rutin tura çıkmışız, asayiş berkemal, jeneratörün yanından geçerken birkaç adam gördük. Noluyor demeye kalmadı, jeneratör firması Almanya’dan mühendis mi getirmiş ne getirmiş, bakım yapılacağımış. Babababababa! Bakım. Peki bakım olurken noluyor? Jeneratör kapatılıyor. Tamam ok, diğeri var nasılsa, yedek. Yok, dedi mimar. Diğeri arızalı. Arkadaşlar bakım bitince ona da bakacaklar. Nasıl yani dememe kalmadı, hafiften titredim. Bana bazen gelirler böyle. Ensemden ılık ılık hissettim. Lan dedim, bu işte bir bokluk var... Kesin bir şey olacak... Yerimize döndük ekiple. Garajın ikinci katında ofisimiz. Bir-iki saat geçti geçmedi. Elektrikler kesildi. Bir sessizlik oldu. Jeneratör sesi veya geri gelen elektrik yok. Aha! Ekşın var! Dur, sakin.

Biraz sonra bütün site çalışanları, bina girişlerine ve garaja doğru koşturdu. Bizi de çağırdılar. Efendim dediler, Houston we have a fuckin’deadly serious problem (Sıçtık Hüstın bez getir diyor!) Bir çığlık, bağırtı koptu sonra. Aha! Bu sefer harbi ekşın var! Noluyo laaan diye fırladık. Bir de ne görelim! O mihrace edasıyla hergün lüküs arabalarından inen, evlerinde ikişer hizmetçi ikişer de bakıcıyla yaşayan, tırnakları Bülent Ersoy, bakışları Banu Alkan, saçlar Semra Özal, yürüyüş Kim Kardashian sitede ne kadar hanımefendi varsa orada. Ama bu kez eli boş gelmemişler. Tava-tencere-kepçe üçlüsü de yanlarında. Dondum ben. Hani birazdan teyzelere yaklaşıp “şşt değişik, biz dünyadanız, ne bakıyon” dicem, onlar da bana “evrene gönderdiğin o mesajlar var ya, yedik onu biz” diyecek. Orada konu kapanacak. Sizi bilmem ama, ben şaşırması az biriyimdir. Ailecek böyleyiz. Konjenital diyorlar ya hani ondan. Annemde de var. Biz şaşırmayız pek. Burcuva teyzemlerin ellerindeki tava ve kepçeler kafamdaki uzay filmine uyuyor, ama burnuma gelen kokuyu açıklayamıyorum. Yanımdakine, sen de alıyor musun kokuyu, dedim. Evet, dedi. Tamam, böyle bir buluşma, Chanel koksun, Hermes koksun ne bileyim en hafifi Kenzo koksun lan. Ama bu bok kokusu nerden geliyor arkadaşım!

Aynı anda paralel evrende...

Hatırladın mı, bizim bu süpersonik sitenin zottirik elektrikli sistemine kanalizasyon da bağlı. Mimarlar mühendisler o kadar güveniyor ki sisteme, sen yerden kazanıcam diye kanalizasyon sistemi ile garaj katını aynı kota paralel yerleştir. Sen jeneratörün biri bakımda, diğeri de arızalıyken elektrikler kesil. Pompalar dursun mu? Kanalizasyon geri bassın mı? Koskoca sitenin kanalizasyonu bu, boru diiil! Sen on dakika geçmeden, (daire sayısını hesapla artık) 17 binaX18 daireden çekilen onca sifon sayesinde, geri basan kanalizasyon garaj katına dol! Haa şimdi bi’dakka! Kanalizasyon basan yer garaj katı, evlere bişeycik olmadı. Hatırladın mı ne vardı garaj katında? Kokoş teyzemlerin yeni dekorasyonuna uymayan ama müzayedelerden toplandıkları için birkaçyüzbin dolar falan edebilecek sanat eserlerinin durduğu depolar! Ellerinde tava-tencere ve kepçelerle teyzeler ve karşılarında gözleri yuvalarından fırlamış halde mimarlar ve idari ekip. Seeen diyor Chanelli teyze, bizim canımıza mı kastediyorsun! Bu ne rezilliktir!

Sahne şu; Ben bu anı bir kameraya alırmışcasına ve ileride böyle yazılara konu olsun diye done toplar vaziyette öznelerin tam karşısında konumlanmışım, mimarlar Laleli vitrinlerindeki soyut bakışlı cansız mankenler gibi kalakalmış, teyzemler “dükün doomgünü hediyesi tablolarmız mahvolduuuaaaa” diyerek ve burada yazamayacağım daha başka neler neler diyerek... Hepimiz durduk. Bir süre sanırım evren de durdu. Ben evren olsam bir daha genleşmem o derece.

Gülmemek için zor tutarak kendimi, ortamdan uzaklaştım. Sonra ne mi oldu? Oraları hep bizim çocuklar temizledi. Acaba hastalık kaparlar mı diye tedirgin, acaba bu sistem gene arıza verir mi diye şüpheli, işimizin başına döndük. Depolarındaki birçok ürünü “çöpe attırdı” kokoş teyzemler. Sonraki günler her rastladığımda onlardan birine, aynı kokuyu aldım. Artık kim olursanız olun benim için aynı kokacaktınız.

Benim için, bundan sonrasında bu insanların bakışıyla cisimleşen şey şuydu: Hani eskiden ördek soba vardı (siz ne dersiniz bilmem bizde böyle derlerdi.) Boruları böyle birkaç kış geçince paslanırdı da biraz daha dayansın diye metalik gri boyayla boyanırdı. Hani sobayı yakınca da o boyanın kokusu yayılırdı ya etrafa. O bok kokusu da böyle zamanlarda hep çalınır burnuma. Sonra, benim gibi meraklısı, elinde sivri uçlu bir şeyle yaklaşıp boruları kazır, altındaki pası görmek için uğraşırdı ya (yapmadın mı hiç? Peeh). Bunları yapmasan da bir süre sonra ısınma-soğumadan mütevellit, alttaki pas boyayı kabartır da dökülmeler başlardı ya. İşte böyle durumlarda kokuya eşlik eden, aklıma çakılan manzara da tam olarak budur.

O gün bugün, ne zaman bir yerde biri, göründüğü/iddia ettiği halinden bir anda koparak bambaşka yüzüyle önümüze dökülüverir, ne zaman birinin o çirkef ya da aciz ya da sürünen hali yerlere saçılıverir, o zaman aklıma bu teyzeler ve burnuma o koku gelir. Birbirleriyle sidik yarıştırmak için yapmadığını bırakmayan, kendisine hizmet veren insanlara emirler yağdırıp tiksinerek bakan bu burcuva (!) teyzeler, ellerindeki tencere-tavalarla ve ettikleri laflarla gözlerimin önünden gri metalik boyası yer yer dökülen ördek soba gibi geçerler.

O gün bugün, ne zaman bir yerde mühendislik/mimarlık harikası olduğu söylenen bir şeyin zortladığını görürüm, yıllar önce gözümün önüne bir bok çukuruna gömülen garaj katındaki sanat eserleri ve tüm sistemi bir tuş ile iki jeneratöre bağladığını sanan gözüne ışık tutulmuş tavşan misali mühendis ve mimarlar gelir. Ben bunları yazarken, yaklaşık yirmi yıl sonra bile karnımı tuta tuta güldüm. O manzaraya, o pespayeliğe ve diplomayı alıp bir şirkete kapağı atınca oldum sananlara güldüm. Ama...

O gün hiçbirimize bir şey olmadı. Ama dün düşen uçakta insanlar öldü. Depremde Veli Göçer ve benzerleri yüzünden yüzlerce insan öldü. Soma’da sayamadığımız kadarını bıraktık yerin altında. Aklıma önce deprem, sonra Soma en son da bu uçak kazası geldi. Uçak Fransızların deyimiyle “bir konfeti gibi dağılırken” acaba içindekiler ne düşünüyorlardı diye düşündüm. Hatırladınız mı 99 yılının en ünlü sorusunu? “Orada kimse var mı?”

Canım sıkıldı çok. Her daim gülmekten anlatamaz hale geldiğim bu boklu hikayeden çıkardığım sonuçların, yıllar geçtikçe daha da vahimleşerek sürmesidir canımı sıkan. Daha çok, bedelinin biraz koku ve birkaç eşya dışında insan hayatı oluşudur.


Sabahın 5’inde, pencereyi açıp bağırmak istedim. Orada gerçekten kimse var mı? Belki birileri daha sıkılmıştır, belki onlar da aynı soruyu soruyordur diye hepsini bir başlığa yerleştirdim. Zekasıyla rezil olan insanların hizmet ettiği, yaldızı dökülen kapitalist bir ülke burası. Alternatif ısınma kaynaklarımız var kardeşim, o ördek sobasını boyayıp durmayın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...