Peşin söyleyeyim.
Okulunu yarım kafayla okumuş, meslek ve iş arasındaki farklı bilmediği gibi,
sabah işe gidip akşam eve gelmeyi çalışmak sayan, diplomayı alınca oldum ben
diyen herkes benim için değersiz. “Aaa Aşkı Memnunun kitabı çıkmış kııız”daki
kadar değersiz. Böyle derken, hem mesleki/iş becerilerini ve uzmanlığını
kastediyorum hem de “bir yaşam biçimi olarak insan olmak”tan bahsediyorum. Ama
yanlış anlamaları önlemek için ilk örnekten önce yine peşin söyleyeyim; bunda
bireylerden çok sistemin suçu var. Ama yine de salt sistem suçlu diyerek olayı
soyutlaştırmak faydasız hatta tehlikeli. Duydunuz bir Japon mühendis intihar
etti, yaptığı köprünün halatı koptu diye. Sonra kopuşa neden olan işin Türk işi
olduğu söylendi, falan filan. Öte yandan bir metrobüs aynen böyle alevde ızgara
et gibi cızırdayarak yandı. Ben bu yazıya başladığımda soğumamıştır belki de
daha enkazı. Sonra Germanwings uçağı garip bir nedenle çakılıverdi dağlara. Akşam
eve dönerken aklıma geldi...
Yıllar önce,
İstanbul’da zamanının en büyük inşaat şirketlerinden birinin yaptığı, sosyete,
sanat ve iş dünyasının birçok isminin “kaç paraysa verelim yeter ki şunnarnan
komşu olalım” derdine düşüp milyon dolarları saydığı, her tarafı elektronik ve süpersonik
döşenmiş bir sitenin lojistik ekibi içinde yer almıştım. Sitenin inşaatı bitip
de ilk sakinler yerleştikten sonra yaşadığımız bir olay geldi aklıma. Aslında bunu
sıkça hatırlarım ve örneklerimde kullanırım. Anlatırken hafiften keyif aldığım da
doğrudur.
Bize ilk başta
projeyi tanıttı mimarlar. Şöyle ultra böyle mega şöyle vega böyle atraksiyon...
Mesela, binalardaki havalandırma/ çöp hizmetleri ve diğer her şey tamamen
güvenlik sistemine bağlı ve elektrikle çalışıyor. Elektrikle derken, elektronik
hepsi! Diğer herşeyin içinde misal, su sensörleri var, hareket sensörleri var,
hem de her yerde! Ana girişin orada garajın altına konmuş devasa iki tane kule
var. Bunlar da jeneratör. Hem de yedekli! Bir tanesiyle, isterse toptan kesilsin
elektrik peeh, en az bir hafta tüm site yaşayabilirmişmiş o derece! Aman
yareppi nasıl kıvanıyorlar, göneniyorlar!
Örneğin, dedi
mimar, banyoda su taşarsa anında güvenlik merkezine sinyal gidiyor. Amaç ne?
Hani biri küvette diyelim bayıldı kaldı, etrafı su bastı vs, ya da musluk açık
kaldı, bozuldu ve evde de kimse yok veya farkında değiller. Yani biz böyle
düşünüyoruz. İn keys of imörcınsi! Ne mi oldu? Birkaç hafta sonra binalardan
birine doğru koşuşturan güvenlik ekibini gördüm, su alarmı dedi bir tanesi.
Aha! Dedim. Ekşın var. Ancak durum şu; evde temizlik yapan ablamız paspas
kovasını doldurmak için duş kolunu kullanmış ve açıp kapatırken sensör civarına
biraz su gelmiş. Güvenlik kapıya dayanınca da korkusundan bir süre açmamış
(polis geldi sandı zaar!) Sonunda daire sakinlerine usturuplu bir yolla küvet
ve musluk etrafına fazla su sıçratmamaları (!) gerektiğini anlatmaya
çalıştılar. Sensör nerde? Musluğun dibinde! Nasıl yani diyen dillerinize
kurban! Bir ara, yaptıklarını sıvamak için bir mimarın “biz o küvetleri
temizlikçiler su alsın diye koymadık bık bık bık” dediğini hatırlıyorum. Kııız
meğerse bu bir başlangıçtı, dinle bak...
Mimar anlatıyordu
ya, burada herşey elektrikle çalışıyor diye. Evler tek bir termostatla
ısınır/soğur. Çöp, tek düğmeyle öğütülür ve otomatik aynı yerde toplanır. Ana
kapılardan ve garajdan katlar arası geçişler, herşey elektrikli sistemlere
bağlı. Daireler birbiriyle intercom görüşebiliyor, ana girişte seni bekleyen
misafiri uzaktan izleyerek istersen “nöpetçilerrr atın şunu dışarıııı”
diyebiliyorsun. (Kapılarda vicuvvv vicuvvv kartlar falan böyle sanırsın federal
büro of investigasyon binasına girdin.)
Tabii buna
kanalizasyon da dahil, dedi. Mimarlara bakıyorum, proje çizimlerine bakıyorum,
evet burası süpersonikli harika bir site. Ancak bu işte bir terslik var. Fazla
teknoloji göz çıkarır mı? Bkz: Germanwings uçağının düşüşüne ilişkin bir
iddiada uzman diyor ki “uçaklar artık tamamen elektronik ve otomatik sistemle
yönetiliyor. Pilotlar da sadece izliyor aslında, pek de bilgili değiller. Bu
yüzden...” Gerisini siz düşünün.
Şimdi bu noktada,
olayımızdaki “site sakini” kavramına değinmem lazım. Bizler, (o günlerin beyaz
yakalıları) ne kadar uğraşsak bunların yamağı bile olamıyoruz. Hepimizi
toplasan bir tanesinin tırnağı etmiyor. Yeminle! Misal, eve yerleşirlerken
başıyla sonunu aynı anda göremediğimiz uzunlukta yabancı tırlar, delicesine
eşyalar getiriyor, birkaç saat sonra (ya da ertesi gün) “aaay sıkıldım
bunlardan, değiştir içmimarcım” diyen bir sarışın teyze sayesinde, görsen
sekizinci Lui dönemi olduğuna yemin edebileceğin bir vazo, sadrazam koltuğu
gibi bir berjer ya da metrelerce ipek perdeler kapının önüne konuyor. Soruyoruz
noolcak bunlar diye. Çöp diyorlar. Çöp! Patates salatası ve bebek beziyle aynı
torbaya koyup atılan cinsten çöp! Garaj girişlerinde her “daire sakininin” bir
salon büyüklüğünde deposu var ve senin-benim depomda kömür ya da eski yaylı
yatak (en fazla bi’pisiklet) dururken bunlarınkinde antika eserler, aslan
bacaklı masalar, Paşa dedelerden tablolar daha ne diyeyim, bir servet yatıyor!
Yeni sarayına sığdıramadığı ya da artık gözünün görmek istemediği, yenilerine
yer açmak için kaldırdığı ne kadar mühim eser varsa orada! Mimar yeni teslim
edilecek bir dairenin son kontrolünü yaparken bana “projedeki duvar boyasını
beğenmedikleri için dairenin tamamında bıdıbıdı ülkesinden hedehödö isimli
desinatörün çizimi olan bu zottirik markalı duvar kağıtlarıyla yeni dizaaayn
yaptık. İç mimarları öyle istedi 20-30bin dolar civarında bir ek ücret ödediler
sırf bu kağıtlara, tikatli olun” dediğinde bir süre hmm hmm diyerek duvara
bakıp, bunun “tutkala yatırılmış, kıl fırçalarla helmelendirilmiş bambu ipler
üzerine eskitme görünümlü duvar kağıdı kaktırma” olduğunu anladığımda bir süre
kendime gelememiştim.
Bu ortam/ekipman
ve benzeri durumlar dışında bir de sakinlerin kendileri var. Girişleri ayrı
çıkışları ayrı hengame. Önceleri, Fransız madamlar, İngiliz şirketlerin CEOları
falan. Ortalıkta asaletten geçilmezken, haftasına Prenses Diana yürüyüşüyle
gelen Seda Sayan mı ararsın, Robert De Niro gibi klark çeken Mahsun Kırmızıgül
mü, adını bilmediğimiz ama som altından kiloyla bahseden şeyh evladı mı. Nejat
Uygur bir sahnede “asalet geliyor, süpüre süpüre geliyor” der, hiç unutmam o
anı. İşte tam bu oluyor. Gerçekler ve hepsi aynı sitedeler... Yannız
uyandırayım, yıl 90ların başı ve Mahsun henüz beyaz kaşkollu alem buysa kral
benim tribinden kurtulamamış. Seda ise Hülya’dan özenerek “zengin burcuvalar
arasına karışırsan mutasyon yoluyla onlara benzersin” lafına yazık kız hakkaten
inanmış (ama sarı saça siyah dip boyasından vazgeçememiş yavrum). Bir
before-after klasiği olarak Hülya ne kadar tez konusu olursa, Seda ve şürekası
da bir psikiyatr tezinde o derece patolojik araştırma konusu olur.
İşte bu ahval ve
şerait içinde çocuğum, biz bir grup beyaz ve mavi yakalı insan, içinde
bulunduğumuz uzay gemisine uyum sağlamaya çalışıyoruz. Derken o gün geldi...
Sabah rutin tura
çıkmışız, asayiş berkemal, jeneratörün yanından geçerken birkaç adam gördük.
Noluyor demeye kalmadı, jeneratör firması Almanya’dan mühendis mi getirmiş ne
getirmiş, bakım yapılacağımış. Babababababa! Bakım. Peki bakım olurken noluyor?
Jeneratör kapatılıyor. Tamam ok, diğeri var nasılsa, yedek. Yok, dedi mimar.
Diğeri arızalı. Arkadaşlar bakım bitince ona da bakacaklar. Nasıl yani dememe
kalmadı, hafiften titredim. Bana bazen gelirler böyle. Ensemden ılık ılık
hissettim. Lan dedim, bu işte bir bokluk var... Kesin bir şey olacak... Yerimize
döndük ekiple. Garajın ikinci katında ofisimiz. Bir-iki saat geçti geçmedi.
Elektrikler kesildi. Bir sessizlik oldu. Jeneratör sesi veya geri gelen
elektrik yok. Aha! Ekşın var! Dur, sakin.
Biraz sonra bütün
site çalışanları, bina girişlerine ve garaja doğru koşturdu. Bizi de
çağırdılar. Efendim dediler, Houston we have a fuckin’deadly serious problem
(Sıçtık Hüstın bez getir diyor!) Bir çığlık, bağırtı koptu sonra. Aha! Bu sefer
harbi ekşın var! Noluyo laaan diye fırladık. Bir de ne görelim! O mihrace
edasıyla hergün lüküs arabalarından inen, evlerinde ikişer hizmetçi ikişer de
bakıcıyla yaşayan, tırnakları Bülent Ersoy, bakışları Banu Alkan, saçlar Semra
Özal, yürüyüş Kim Kardashian sitede ne kadar hanımefendi varsa orada. Ama bu
kez eli boş gelmemişler. Tava-tencere-kepçe üçlüsü de yanlarında. Dondum ben. Hani
birazdan teyzelere yaklaşıp “şşt değişik, biz dünyadanız, ne bakıyon” dicem,
onlar da bana “evrene gönderdiğin o mesajlar var ya, yedik onu biz” diyecek.
Orada konu kapanacak. Sizi bilmem ama, ben şaşırması az biriyimdir. Ailecek
böyleyiz. Konjenital diyorlar ya hani ondan. Annemde de var. Biz şaşırmayız
pek. Burcuva teyzemlerin ellerindeki tava ve kepçeler kafamdaki uzay filmine
uyuyor, ama burnuma gelen kokuyu açıklayamıyorum. Yanımdakine, sen de alıyor
musun kokuyu, dedim. Evet, dedi. Tamam, böyle bir buluşma, Chanel koksun,
Hermes koksun ne bileyim en hafifi Kenzo koksun lan. Ama bu bok kokusu nerden
geliyor arkadaşım!
Aynı anda paralel
evrende...
Hatırladın mı,
bizim bu süpersonik sitenin zottirik elektrikli sistemine kanalizasyon da
bağlı. Mimarlar mühendisler o kadar güveniyor ki sisteme, sen yerden kazanıcam
diye kanalizasyon sistemi ile garaj katını aynı kota paralel yerleştir. Sen
jeneratörün biri bakımda, diğeri de arızalıyken elektrikler kesil. Pompalar
dursun mu? Kanalizasyon geri bassın mı? Koskoca sitenin kanalizasyonu bu, boru
diiil! Sen on dakika geçmeden, (daire sayısını hesapla artık) 17 binaX18
daireden çekilen onca sifon sayesinde, geri basan kanalizasyon garaj katına
dol! Haa şimdi bi’dakka! Kanalizasyon basan yer garaj katı, evlere bişeycik
olmadı. Hatırladın mı ne vardı garaj katında? Kokoş teyzemlerin yeni
dekorasyonuna uymayan ama müzayedelerden toplandıkları için birkaçyüzbin dolar
falan edebilecek sanat eserlerinin durduğu depolar! Ellerinde tava-tencere ve
kepçelerle teyzeler ve karşılarında gözleri yuvalarından fırlamış halde
mimarlar ve idari ekip. Seeen diyor Chanelli teyze, bizim canımıza mı
kastediyorsun! Bu ne rezilliktir!
Sahne şu; Ben bu
anı bir kameraya alırmışcasına ve ileride böyle yazılara konu olsun diye done
toplar vaziyette öznelerin tam karşısında konumlanmışım, mimarlar Laleli
vitrinlerindeki soyut bakışlı cansız mankenler gibi kalakalmış, teyzemler “dükün
doomgünü hediyesi tablolarmız mahvolduuuaaaa” diyerek ve burada yazamayacağım
daha başka neler neler diyerek... Hepimiz durduk. Bir süre sanırım evren de durdu.
Ben evren olsam bir daha genleşmem o derece.
Gülmemek için zor
tutarak kendimi, ortamdan uzaklaştım. Sonra ne mi oldu? Oraları hep bizim çocuklar
temizledi. Acaba hastalık kaparlar mı diye tedirgin, acaba bu sistem gene arıza
verir mi diye şüpheli, işimizin başına döndük. Depolarındaki birçok ürünü “çöpe
attırdı” kokoş teyzemler. Sonraki günler her rastladığımda onlardan birine,
aynı kokuyu aldım. Artık kim olursanız olun benim için aynı kokacaktınız.
Benim için,
bundan sonrasında bu insanların bakışıyla cisimleşen şey şuydu: Hani eskiden
ördek soba vardı (siz ne dersiniz bilmem bizde böyle derlerdi.) Boruları böyle
birkaç kış geçince paslanırdı da biraz daha dayansın diye metalik gri boyayla
boyanırdı. Hani sobayı yakınca da o boyanın kokusu yayılırdı ya etrafa. O bok
kokusu da böyle zamanlarda hep çalınır burnuma. Sonra, benim gibi meraklısı,
elinde sivri uçlu bir şeyle yaklaşıp boruları kazır, altındaki pası görmek için
uğraşırdı ya (yapmadın mı hiç? Peeh). Bunları yapmasan da bir süre sonra
ısınma-soğumadan mütevellit, alttaki pas boyayı kabartır da dökülmeler başlardı
ya. İşte böyle durumlarda kokuya eşlik eden, aklıma çakılan manzara da tam
olarak budur.
O gün bugün, ne
zaman bir yerde biri, göründüğü/iddia ettiği halinden bir anda koparak bambaşka
yüzüyle önümüze dökülüverir, ne zaman birinin o çirkef ya da aciz ya da sürünen
hali yerlere saçılıverir, o zaman aklıma bu teyzeler ve burnuma o koku gelir.
Birbirleriyle sidik yarıştırmak için yapmadığını bırakmayan, kendisine hizmet
veren insanlara emirler yağdırıp tiksinerek bakan bu burcuva (!) teyzeler,
ellerindeki tencere-tavalarla ve ettikleri laflarla gözlerimin önünden gri
metalik boyası yer yer dökülen ördek soba gibi geçerler.
O gün bugün, ne
zaman bir yerde mühendislik/mimarlık harikası olduğu söylenen bir şeyin
zortladığını görürüm, yıllar önce gözümün önüne bir bok çukuruna gömülen garaj
katındaki sanat eserleri ve tüm sistemi bir tuş ile iki jeneratöre bağladığını
sanan gözüne ışık tutulmuş tavşan misali mühendis ve mimarlar gelir. Ben
bunları yazarken, yaklaşık yirmi yıl sonra bile karnımı tuta tuta güldüm. O
manzaraya, o pespayeliğe ve diplomayı alıp bir şirkete kapağı atınca oldum
sananlara güldüm. Ama...
O gün hiçbirimize
bir şey olmadı. Ama dün düşen uçakta insanlar öldü. Depremde Veli Göçer ve
benzerleri yüzünden yüzlerce insan öldü. Soma’da sayamadığımız kadarını
bıraktık yerin altında. Aklıma önce deprem, sonra Soma en son da bu uçak kazası
geldi. Uçak Fransızların deyimiyle “bir konfeti gibi dağılırken” acaba
içindekiler ne düşünüyorlardı diye düşündüm. Hatırladınız mı 99 yılının en ünlü
sorusunu? “Orada kimse var mı?”
Canım sıkıldı
çok. Her daim gülmekten anlatamaz hale geldiğim bu boklu hikayeden çıkardığım
sonuçların, yıllar geçtikçe daha da vahimleşerek sürmesidir canımı sıkan. Daha
çok, bedelinin biraz koku ve birkaç eşya dışında insan hayatı oluşudur.
Sabahın 5’inde,
pencereyi açıp bağırmak istedim. Orada gerçekten kimse var mı? Belki birileri
daha sıkılmıştır, belki onlar da aynı soruyu soruyordur diye hepsini bir başlığa
yerleştirdim. Zekasıyla rezil olan insanların hizmet ettiği, yaldızı dökülen kapitalist
bir ülke burası. Alternatif ısınma kaynaklarımız var kardeşim, o ördek sobasını
boyayıp durmayın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder