2 Nisan 2015 Perşembe

Başı sonundan belli yazı

bu yazımda, barışı kardeşliği beyaz rengin saflığıyla helmelendirip.... yürü git! küsküçük sorunları bümbüyük yapıyosunuz sonra da bacım bir el atar mısın... tivbe tivbe...

Gözlerini kapa ve derin bir nefes al. Sana desem ki maddi manevi hiçbir engelin yok. Şimdi şu an, fırsat da var nereye gitmek istersin? Bak hiçbir diyorum. Engel mengel kalmadı diyorum (Burkino Faso’ya Çuvaşistan’a ve Galapagos Adaları’na vize kalktı ya la!!! hayretiyle diyorum) Bahisleri alalım? Paris, Las Vegas, Katmandu, Papua Yeni Gine, Kuzey Kutbu, Grönland ...

Bir tane de ana kucağı, baba ocağı, bizim Tokat’taki eski ev, Manisa’daki baççe, ne bileyim hiç yoktan İzmir sahili falan diyen çıksın dişimi kırarım. Şaka kııız, bu yüzden kırmam. Varsın Katmandu çıksın daha çok sevinirim. Ama niye Katmandu veya Papua? Gelelim asıl soruya. Aha o gittiğin yerde belki şu kadar yıl kalacaksın ve buraya gelebilme ihtimalin de pek yok desem. Şimdi gider misin Katmandu’ya? Burkino Faso mesela? Ana kucağına baba ocağına? Dayının çiftlikten bozma iki katlı bahçeli evine gider misin? Erbaa’daki mısır tarlalarına?

Haa o zaman iş değişti değil mi? Soruya nasıl cevap vereceğine dair kırk tane tilki dolanıyor kafanda şu an. Bu bir yanıltmaca ama neresinden tutayım diyorsun. Korkma cicim, Acur’un Sörvayvır’ına aday seçmeyecez. Sadece merak ediyorum; senin için her gidişin bir dönüşü mü var? Var mı? Niye ve nereye? Aslında, son viraja gelmeden sorayım, lan harbi, gidiyoruz kalk desem, herşeyini bırakıp gider miydin Peru’ya? (Orada 13 Kule (Chankillo) var, çok bilimsel bişey. Hemen gugılla, oku öğren. Birgün gidersen de ne yapman gerektiğini biliyorsun.)

Gideceğin varsa döneceğin de var mı? (anaam yazıya başlık buldum!)
Uçak havalanıp ilk düzlüğe vardığında yaşlar inmişti yanağımdan aşağı. Sanmıştım ve inanmıştım ki geri dönmeyecektim. Oh bee ile lanet olsun arasında gidip gelirken ağlamaya başlamıştım. Dünyanın öteki ucuna gidiyordum. Oh be’nin sebebi artık özgürlüğüm sözlük anlamının dışına çıkıp benim için bir gerçeklik oluyordu, lanet olsun’un sebebi ise beynime, ruhuma ve benliğime kazınmış “memleket hasreti”, “gurbet kötü” ve “gideceğin bir yer var tabisi, ama dönmen gereken de bir yer var” mesajları idi. Üstelik bunlar hiç sübliminal değildiler. Birkaç süreliğine şöyle bir gezip geleyim için değil, Budha’yla tanışmaya veya Küba sokaklarında dolaşmışlığım var demeye değil, bildiğin gurbet ele çalışmaya ve yeni dünyaya alışmaya gidiyordum. Sonra acısı geçince içinden komiklik çıkarmaya da başlıyor insan. Gurbet maceralarımı anlatmalara doyamam...

Dört yıl önce İstanbul’dan İzmir’e taşındığımda bir arkadaşım “sen iki yıla gelirsin geri” demişti. Güldük falan ama ne dönüp dönmeyişim önemli, ne söylediğinin gerçek olup olmaması. Asıl soru ve sorun, dönmem gerektiği, her gidişin bir dönüşü olduğuna ve bunun hep aynı yere olduğuna inanmamız, buna inandırılmamızdı. Daha önce yazdım, göçebeyim ben. Bir yerde, bir şeye bağlı kalamam. Kalırsam eskirim. Ama bu, herşeyden ve herkesten kaçtığım anlamına da gelmesin. Benim için memleket diye bir yer yok ve asıl mesele de bu. Aidiyetim yok ki mekana takılayım? Doğduğum yer yok mu, var. Güzel mi, evet. Hepsi bu kadar. Orası orada kaldı. Ben biyyerlere tutunamam, demiyorum. Sen kendine bak diyorum. Diğer bir deyişle, “ben cevabımı aldım, sen soruyu buldun mu?”

Doğama uygun davranıyorum. İnsanoğlu modern yaşama geçinceye kadar hep doğduğu yerde yaşamış sonra modern yaşamda hareket yeteneği artmış ve dünyayı gezmeye BAŞLAMAMIŞTIR. İnsan, doğası gereği, daha çok modern çağların öncesinde, göçebeliğe başlamış, hatta bıraksan insan, doğası gereği, tarihinin her safhasında göçebelikten daha mutlu, göçebelikten medet umarak ve sonunda göçebeliği sayesinde ilerleyerek yaşamıştır. Bu söylediklerimi işkembeden sallama bulanlarınız varsa (bir tane bile varsa adresini versin bizzat ikna ederim ben), uzun uzun guugıllayabilir insanlık tarihini, inceleyip erebilir. Başka nedenler de bulabilir, olsundur. Çok zaman alıyor, yaptım ordan biliyorum. Gel sen buradan oku, bilgilen, zaman kazan. Zaten sanahaber’in kuruluş amacı da bu. Bireyler için zahmete girmeden uyanışa geçme kılavuzu, işbu blog sırf sen yorulmadan aydınlan diye yazılıyor.

Daha önce yazdım, evet. Göçebeyim ben. Çok mu gezdim? Hayır. Ama onca yıllar/yollar sonra şöyle yürekli bir şekilde söyleyebiliyorum artık; dur şimdi manifesto bu, yavaş yavaş oku:
birincisi, her insan “kurulu” denen bir düzende, onun parçası olarak “verili” kurallarla yaşamak zorunda değil. Yani doğ, büyü, okula git, (askerlik vb) evlen, çocuk yap, çocuğu büyüt, evlendir, yaşlan, öl. Benim setup bunu kabul edemedi bir türlü.

ikincisi, bir insan beriki/ötekinin yaptıklarını tekrarlamadı diye ucube olmak zorunda değil. Bak Ancelina yenge söyleyince daha havalı oluyor: “If somebody says you are different, look at them with your head held high and smile.”

Yani “Şşşt değişik, ne bakıyon” derlerse, kaldır kafanı bir çalımlı bakış salla diyor. Şu gerçek ki, ben sizin gibi değilim ve sizden de benim gibi olmanızı beklemem. Ancak, verili düzeni sorgulamadan yaşayan insanlar olmadığınızdan söylüyorum bunları. Tersinden, siz bu yazıyı okuyup anlayıp “hissedebildiğiniz” için o sorgulamadan yaşayanlardan değilsiniz. İçiniz kıpır kıpır, yüreğiniz ağzınızda, kimi zaman napacağım ben şimdik diyerek hayatı sürekli yeniden tekrar tekrar sorguluyorsunuz.

Derin bir nefes al. Birkaç yıl önce, kendisi de kısa sürede kirişi kırarak dünyasını değiştirmiş, bambaşka algılara kapı açmış bir arkadaşıma “Türkiye’ye dönecek misin” diye sorduğumda “neden” dedi. Eskiden beri, Türkiye’den gitme, bir daha gelmeme tartışmalarının bir yandan öznesi de olarak içinde yer aldığım için, yanıt bana önce çok sıradan geldi. Neden döneyim ki? Türkiye’ye dönmem ki ne işim olur gibisinden. “Vize diye bir şey olmasaydı ve yaşamak için çok azı yetseydi şimdi nerede olurdun?” dedi bu kez o bana. Bilemedim önce. İçimden bir ses ve his, giderdim ve gidebildiğim kadar giderdim, dedi. Dönmez misin diye ekledi hemen. Nereye dedim. Daha doğrusu o benim iç sesimi seslendirdi. Durun. Baştan anlatayım.

Diyelim kalktınız gittiniz bu ülkeden. Gezmeye, keşfetmeye, yeni ve başka bir hayat yaşamaya gittiniz, canım belki sıtkınız sıyrıldı da gittiniz. Ve oldu. Orada bir yerlerde tutundunuz. Döner misiniz? Niye? İlla buraya dönmemiz mi gerekiyor? Kim diyor? Eğer beş altı yıl içinde diyelim, oraya da alışırsanız ne olacak? Ne orada ne burada deyip arada mı kalacaksınız? Yoksa “anam babam gardaşım Türkiye’de deyip, hayatı yaşamaya ara verip geri mi geleceksiniz? Peki giderken eşi dostu sevgiliyi, varsa çocuğu ve aileyi bırakacak mısınız? İş aileye/çocuğa gelince, “o konu beni aşar” deyip kaçabilirim. Ama yok, ille bulaşacağım. Kardeşim, ben sana, hayatını at bir kenara, bebelerin ve eşin bir kenarda “sıyırdı buuuu” diye ağlaşırken dokuz aylığına bisiklet sırtında ülkeyi terket mi dedim? Gerçi çocuk mevzuunu burada kapatalım. Böyle bir arada kalışın salt kendisi bile yazımızın asıl konusu bakımından yeterince “self-explanatory”.

Yurtdışına giden “gurbetçilerin” bir daha dönmeyenlerine kayıp gözüyle bakan zihniyetimizin darlığı, bir gurbetçi olarak memleket hasreti içinde yanıp duran ama dönmeyen şahsın zihniyetinin darlığı ile yarışır. Kardeşim madem özlüyon, dön. Madem dönmeycen bırak bu geberesiye hasret çekme mazohizmini.

İşte ben bu arafçılık, kendine sürekli eziyet etme, kararsızlık, kararsızlıktan kendine vazife çıkarma, sürekli depresif bir ruh halini huy edinme ve giderek mağduru oynama durumundan o derece muzdaripmişim, gurbet, memleket hasreti ve yabancı olma/ yabancılaşma kavramlarından o derece yorulmuşum ki gittiğim en uzak şehirden elimde – tüm bunların bir sonucu olarak –usanç dolu kocaman bir romanla döndüm. Usanç bana ait, yoksa romanı okurken usanacağınızı düşünmüyorum. Bundan tam on yıl önce, yalnızlaştırılmanın, itilmenin, dikte ettirilmenin getirdiği bıkkınlıkla gittiğim “gurbette” kâh milliyetçi kâh sipiritüel bir nefret üretmemek için, yazdım. Böyle arındım da diyebilirim. Sonra döndüm. Tamam da bacım madem bu kadar lafı söylüyon niye döndün diyenleriniz için, değişim denen olgunun güneşte kalmış tereyağının mayışması gibi hopadanak olmadığını hatırlatayım. Tam yedi yılımı aldı... Üstelik Tibet’te değil, gözünüzün önü dizinizin dibinde.

Sosyal medyada ve sayısız bloglarda, memleketinden uzaklara gitmiş ve dönmemiş, gitmiş ve lanet ederek hemen dönmüş, gidememiş ve gitmeye çok kararlı, gitmeyi eleştiren dönenlerle, gitmeyenleri gaza getiren dönmezlerin ha bir de gitmelerinin gerekçelerinin gitmelerinden daha kıymetli oluşunu anlatıp duranların yazıları arasından seç beğen al yaparak geniş bir seçkiyi okuyup değerlendirebilirsiniz. Bunların gidip de dönenleri merkez noktalarına “memleketim benim” şarkısıyla “mücadele aşkını” (veya benzeri bir duyguyu) koyuyorlar. Dönmeyenler ise artık burada yapacak bir şey kalmadığını. İki taraf da birbiri için biraz diş biliyor. İyi de gezegen istilacıları mıyız biz? Bir yerden, orası memleketimiz ise, ancak yapılacak birşey kalmadığında mı ayrılmalıyız? Ya da yapacak çok şey var deyip aslında yaşamak istediğimiz hayatın üstüne bir çizgi çekip altında ezdirecek miyiz kendimizi? Ben bu ikisi arasında salındığımı fark ettiğim an dur laaan dedim. Düşündüm sonra. Bir kez gittim ve döndüm. Emin miydim? Gider miydim yine? Peki gitsem döner miydim?

Sonra yavaş yavaş hava aydınlandı. Bir sabaha karşı, yine böyle bir sabahın karşısında, kendime en büyük itirafımı yaptım. Sizi bilmem. Ama ben “gidilecek çok yer olduğuna ve dönme eyleminin illa başlanan noktaya yapılmak zorunda olmadığına” inanıyorum. Anladım ki benim dönmem gereken bir yer yok. Çünkü her ne yapacaksam bunun için bir yere ihtiyacım yok. Bütün olay kafamın içinde. Ve ne yazık ki kafamın içindekiler ayağıma pranga vurmakla beni evrene salmak arasında gidip gelecek kadar güçlü bir salınıma sahip. Son iki belirlenimim de bunlarla ilgili. Birincisi, konu gezginlik olmasa bile siz de benim gibisiniz. İkincisi, şuraya kadar anlattıklarımı bu ülkenin insanı dışında biriyle tartışmaya kalksam ilk cümleden ölü doğar bu "debate". Bir tane, bacım ilaç niyetine, bir tane de bizden başka ne bileyim bir Fransız veya Meksikalı tanıyor musun "gurbet" ve "memleket hasreti" başlığında tartışabileceğin?


Onca yıl kendimi anlamaya ve kabul etmeye harcadığım zamanı azcık bilime verseydim bugün fizik dünyası Higgs Bozonu’na Arzu Bozumu falan diyebilirdi. Hayatım boyunca tahammülümü sıfırın altında zorlayan şeylerden biridir; ATALET. Annem yaklaşık 30 saat önce “yaparım deme hemen yap” cümlesiyle titreyip kendime getirdi beni bir kez daha. Düşünme eylemi sizi atalete sürüklediği sürece çok boş ve anlamsız bir eylem. Nihayetinde, düşünürler bugüne kadar dünyayı anlamaya çalışmışlar, artık onu değiştirme zamanı. Buna kendinizden başlayın. Hemen şimdi, eserikli Batılının bucket list dediği listeyi doldurmayı bırakın ve ne zamandır yapmayı ne kadar çok istediğiniz bir şeyi acilen yapın. Üstünüzde birikip yığılan atalet duygusunu söküp atın. Gezmek mi? Okumak mı? Dinlemek mi? Ağlamak mı? (yok be ağlamayın) her ne istediyseniz birini hemen şimdi yapın. Sonra da şu gittiğin zaman dönmen gerekir safsatasını yekten unutun. Böyle dümdük. Çünkü dönmek diye birşey yok, olmak var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...