bu yazımda, barışı kardeşliği beyaz rengin saflığıyla helmelendirip.... yürü git! küsküçük sorunları bümbüyük yapıyosunuz sonra da bacım bir el atar mısın... tivbe tivbe...
Gözlerini kapa ve
derin bir nefes al. Sana desem ki maddi manevi hiçbir engelin yok. Şimdi şu an,
fırsat da var nereye gitmek istersin? Bak hiçbir diyorum. Engel mengel kalmadı
diyorum (Burkino Faso’ya Çuvaşistan’a ve Galapagos Adaları’na vize kalktı ya la!!!
hayretiyle diyorum) Bahisleri alalım? Paris, Las Vegas, Katmandu, Papua Yeni
Gine, Kuzey Kutbu, Grönland ...
Bir tane de ana
kucağı, baba ocağı, bizim Tokat’taki eski ev, Manisa’daki baççe, ne bileyim hiç
yoktan İzmir sahili falan diyen çıksın dişimi kırarım. Şaka kııız, bu yüzden kırmam.
Varsın Katmandu çıksın daha çok sevinirim. Ama niye Katmandu veya Papua?
Gelelim asıl soruya. Aha o gittiğin yerde belki şu kadar yıl kalacaksın ve
buraya gelebilme ihtimalin de pek yok desem. Şimdi gider misin Katmandu’ya? Burkino
Faso mesela? Ana kucağına baba ocağına? Dayının çiftlikten bozma iki katlı
bahçeli evine gider misin? Erbaa’daki mısır tarlalarına?
Haa o zaman iş
değişti değil mi? Soruya nasıl cevap vereceğine dair kırk tane tilki dolanıyor kafanda
şu an. Bu bir yanıltmaca ama neresinden tutayım diyorsun. Korkma cicim, Acur’un
Sörvayvır’ına aday seçmeyecez. Sadece merak ediyorum; senin için her gidişin
bir dönüşü mü var? Var mı? Niye ve nereye? Aslında, son viraja gelmeden
sorayım, lan harbi, gidiyoruz kalk desem, herşeyini bırakıp gider miydin Peru’ya?
(Orada 13 Kule (Chankillo) var, çok bilimsel bişey. Hemen gugılla, oku öğren.
Birgün gidersen de ne yapman gerektiğini biliyorsun.)
Gideceğin varsa döneceğin de var mı? (anaam yazıya
başlık buldum!)
Uçak havalanıp
ilk düzlüğe vardığında yaşlar inmişti yanağımdan aşağı. Sanmıştım ve inanmıştım
ki geri dönmeyecektim. Oh bee ile lanet olsun arasında gidip gelirken ağlamaya
başlamıştım. Dünyanın öteki ucuna gidiyordum. Oh be’nin sebebi artık özgürlüğüm
sözlük anlamının dışına çıkıp benim için bir gerçeklik oluyordu, lanet olsun’un
sebebi ise beynime, ruhuma ve benliğime kazınmış “memleket hasreti”, “gurbet
kötü” ve “gideceğin bir yer var tabisi, ama dönmen gereken de bir yer var”
mesajları idi. Üstelik bunlar hiç sübliminal değildiler. Birkaç süreliğine
şöyle bir gezip geleyim için değil, Budha’yla tanışmaya veya Küba sokaklarında
dolaşmışlığım var demeye değil, bildiğin gurbet ele çalışmaya ve yeni dünyaya
alışmaya gidiyordum. Sonra acısı geçince içinden komiklik çıkarmaya da başlıyor
insan. Gurbet maceralarımı anlatmalara doyamam...
Dört yıl önce İstanbul’dan İzmir’e taşındığımda bir arkadaşım “sen iki yıla gelirsin
geri” demişti. Güldük falan ama ne dönüp dönmeyişim önemli, ne söylediğinin gerçek
olup olmaması. Asıl soru ve sorun, dönmem gerektiği, her gidişin bir
dönüşü olduğuna ve bunun hep aynı yere olduğuna inanmamız, buna
inandırılmamızdı. Daha önce yazdım, göçebeyim ben. Bir yerde, bir şeye bağlı
kalamam. Kalırsam eskirim. Ama bu, herşeyden ve herkesten kaçtığım anlamına da
gelmesin. Benim için memleket diye bir yer yok ve asıl mesele de bu. Aidiyetim
yok ki mekana takılayım? Doğduğum yer yok mu, var. Güzel mi, evet. Hepsi bu
kadar. Orası orada kaldı. Ben biyyerlere tutunamam, demiyorum. Sen kendine bak
diyorum. Diğer bir deyişle, “ben cevabımı aldım, sen soruyu buldun mu?”
Doğama uygun
davranıyorum. İnsanoğlu modern yaşama geçinceye kadar hep doğduğu yerde yaşamış
sonra modern yaşamda hareket yeteneği artmış ve dünyayı gezmeye BAŞLAMAMIŞTIR.
İnsan, doğası gereği, daha çok modern çağların öncesinde, göçebeliğe başlamış,
hatta bıraksan insan, doğası gereği, tarihinin her safhasında göçebelikten daha
mutlu, göçebelikten medet umarak ve sonunda göçebeliği sayesinde ilerleyerek yaşamıştır.
Bu söylediklerimi işkembeden sallama bulanlarınız varsa (bir tane bile varsa adresini versin bizzat ikna ederim ben), uzun
uzun guugıllayabilir insanlık tarihini, inceleyip erebilir. Başka nedenler de
bulabilir, olsundur. Çok zaman alıyor, yaptım ordan biliyorum. Gel sen buradan
oku, bilgilen, zaman kazan. Zaten sanahaber’in kuruluş amacı da bu. Bireyler
için zahmete girmeden uyanışa geçme kılavuzu, işbu blog sırf sen yorulmadan
aydınlan diye yazılıyor.
Daha önce yazdım,
evet. Göçebeyim ben. Çok mu gezdim? Hayır. Ama onca yıllar/yollar sonra
şöyle yürekli bir şekilde söyleyebiliyorum artık; dur şimdi manifesto bu, yavaş
yavaş oku:
birincisi, her insan “kurulu” denen bir düzende, onun parçası olarak
“verili” kurallarla yaşamak zorunda değil. Yani doğ, büyü, okula git, (askerlik
vb) evlen, çocuk yap, çocuğu büyüt, evlendir, yaşlan, öl. Benim setup bunu
kabul edemedi bir türlü.
ikincisi, bir insan beriki/ötekinin yaptıklarını
tekrarlamadı diye ucube olmak zorunda değil. Bak Ancelina yenge söyleyince daha
havalı oluyor: “If somebody says you are different, look at them with your head
held high and smile.”
Yani “Şşşt
değişik, ne bakıyon” derlerse, kaldır kafanı bir çalımlı bakış salla diyor. Şu
gerçek ki, ben sizin gibi değilim ve sizden de benim gibi olmanızı beklemem. Ancak,
verili düzeni sorgulamadan yaşayan insanlar olmadığınızdan söylüyorum bunları. Tersinden,
siz bu yazıyı okuyup anlayıp “hissedebildiğiniz” için o sorgulamadan
yaşayanlardan değilsiniz. İçiniz kıpır kıpır, yüreğiniz ağzınızda, kimi zaman
napacağım ben şimdik diyerek hayatı sürekli yeniden tekrar tekrar
sorguluyorsunuz.
Derin bir nefes
al. Birkaç yıl önce, kendisi de kısa sürede kirişi kırarak dünyasını
değiştirmiş, bambaşka algılara kapı açmış bir arkadaşıma “Türkiye’ye dönecek
misin” diye sorduğumda “neden” dedi. Eskiden beri, Türkiye’den gitme, bir daha
gelmeme tartışmalarının bir yandan öznesi de olarak içinde yer aldığım için,
yanıt bana önce çok sıradan geldi. Neden döneyim ki? Türkiye’ye dönmem ki ne
işim olur gibisinden. “Vize diye bir şey olmasaydı ve yaşamak için çok azı
yetseydi şimdi nerede olurdun?” dedi bu kez o bana. Bilemedim önce. İçimden bir
ses ve his, giderdim ve gidebildiğim kadar giderdim, dedi. Dönmez misin diye
ekledi hemen. Nereye dedim. Daha doğrusu o benim iç sesimi seslendirdi. Durun.
Baştan anlatayım.
Diyelim kalktınız
gittiniz bu ülkeden. Gezmeye, keşfetmeye, yeni ve başka bir hayat yaşamaya
gittiniz, canım belki sıtkınız sıyrıldı da gittiniz. Ve oldu. Orada bir yerlerde tutundunuz. Döner misiniz? Niye? İlla
buraya dönmemiz mi gerekiyor? Kim diyor? Eğer beş altı yıl içinde diyelim,
oraya da alışırsanız ne olacak? Ne orada ne burada deyip arada mı kalacaksınız?
Yoksa “anam babam gardaşım Türkiye’de deyip, hayatı yaşamaya ara verip geri mi
geleceksiniz? Peki giderken eşi dostu sevgiliyi, varsa çocuğu ve aileyi
bırakacak mısınız? İş aileye/çocuğa gelince, “o konu beni aşar” deyip
kaçabilirim. Ama yok, ille bulaşacağım. Kardeşim, ben sana, hayatını at bir
kenara, bebelerin ve eşin bir kenarda “sıyırdı buuuu” diye ağlaşırken dokuz
aylığına bisiklet sırtında ülkeyi terket mi dedim? Gerçi çocuk mevzuunu burada
kapatalım. Böyle bir arada kalışın salt kendisi bile yazımızın asıl konusu
bakımından yeterince “self-explanatory”.
Yurtdışına giden
“gurbetçilerin” bir daha dönmeyenlerine kayıp gözüyle bakan zihniyetimizin
darlığı, bir gurbetçi olarak memleket hasreti içinde yanıp duran ama dönmeyen
şahsın zihniyetinin darlığı ile yarışır. Kardeşim madem özlüyon, dön. Madem
dönmeycen bırak bu geberesiye hasret çekme mazohizmini.
İşte ben bu
arafçılık, kendine sürekli eziyet etme, kararsızlık, kararsızlıktan kendine
vazife çıkarma, sürekli depresif bir ruh halini huy edinme ve giderek mağduru
oynama durumundan o derece muzdaripmişim, gurbet, memleket hasreti ve yabancı
olma/ yabancılaşma kavramlarından o derece yorulmuşum ki gittiğim en uzak
şehirden elimde – tüm bunların bir sonucu olarak –usanç dolu kocaman bir
romanla döndüm. Usanç bana ait, yoksa romanı okurken usanacağınızı
düşünmüyorum. Bundan tam on yıl önce, yalnızlaştırılmanın, itilmenin, dikte
ettirilmenin getirdiği bıkkınlıkla gittiğim “gurbette” kâh milliyetçi kâh sipiritüel
bir nefret üretmemek için, yazdım. Böyle arındım da diyebilirim. Sonra döndüm.
Tamam da bacım madem bu kadar lafı söylüyon niye döndün diyenleriniz için,
değişim denen olgunun güneşte kalmış tereyağının mayışması gibi hopadanak
olmadığını hatırlatayım. Tam yedi yılımı aldı... Üstelik Tibet’te değil,
gözünüzün önü dizinizin dibinde.
Sosyal medyada ve
sayısız bloglarda, memleketinden uzaklara gitmiş ve dönmemiş, gitmiş ve lanet
ederek hemen dönmüş, gidememiş ve gitmeye çok kararlı, gitmeyi eleştiren dönenlerle,
gitmeyenleri gaza getiren dönmezlerin ha bir de gitmelerinin gerekçelerinin
gitmelerinden daha kıymetli oluşunu anlatıp duranların yazıları arasından seç
beğen al yaparak geniş bir seçkiyi okuyup değerlendirebilirsiniz. Bunların
gidip de dönenleri merkez noktalarına “memleketim benim” şarkısıyla “mücadele
aşkını” (veya benzeri bir duyguyu) koyuyorlar. Dönmeyenler ise artık burada
yapacak bir şey kalmadığını. İki taraf da birbiri için biraz diş biliyor. İyi
de gezegen istilacıları mıyız biz? Bir yerden, orası memleketimiz ise, ancak
yapılacak birşey kalmadığında mı ayrılmalıyız? Ya da yapacak çok şey var deyip
aslında yaşamak istediğimiz hayatın üstüne bir çizgi çekip altında ezdirecek
miyiz kendimizi? Ben bu ikisi arasında salındığımı fark ettiğim an dur laaan
dedim. Düşündüm sonra. Bir kez gittim ve döndüm. Emin miydim? Gider miydim
yine? Peki gitsem döner miydim?
Sonra yavaş yavaş
hava aydınlandı. Bir sabaha karşı, yine böyle bir sabahın karşısında, kendime
en büyük itirafımı yaptım. Sizi bilmem. Ama ben “gidilecek çok yer olduğuna ve dönme
eyleminin illa başlanan noktaya yapılmak zorunda olmadığına” inanıyorum. Anladım
ki benim dönmem gereken bir yer yok. Çünkü her ne yapacaksam bunun için bir
yere ihtiyacım yok. Bütün olay kafamın içinde. Ve ne yazık ki kafamın
içindekiler ayağıma pranga vurmakla beni evrene salmak arasında gidip gelecek
kadar güçlü bir salınıma sahip. Son iki belirlenimim de bunlarla ilgili. Birincisi, konu gezginlik olmasa bile siz de benim gibisiniz. İkincisi, şuraya kadar anlattıklarımı bu ülkenin insanı dışında biriyle tartışmaya kalksam ilk cümleden ölü doğar bu "debate". Bir tane, bacım ilaç niyetine, bir tane de bizden başka ne bileyim bir Fransız veya Meksikalı tanıyor musun "gurbet" ve "memleket hasreti" başlığında tartışabileceğin?
Onca yıl kendimi
anlamaya ve kabul etmeye harcadığım zamanı azcık bilime verseydim bugün fizik
dünyası Higgs Bozonu’na Arzu Bozumu falan diyebilirdi. Hayatım boyunca tahammülümü
sıfırın altında zorlayan şeylerden biridir; ATALET. Annem yaklaşık 30 saat önce
“yaparım deme hemen yap” cümlesiyle titreyip kendime getirdi beni bir kez daha.
Düşünme eylemi sizi atalete sürüklediği sürece çok boş ve anlamsız bir eylem.
Nihayetinde, düşünürler bugüne kadar dünyayı anlamaya çalışmışlar, artık onu
değiştirme zamanı. Buna kendinizden başlayın. Hemen şimdi, eserikli Batılının
bucket list dediği listeyi doldurmayı bırakın ve ne zamandır yapmayı ne kadar çok istediğiniz bir şeyi acilen yapın. Üstünüzde birikip yığılan atalet
duygusunu söküp atın. Gezmek mi? Okumak mı? Dinlemek mi? Ağlamak mı? (yok be
ağlamayın) her ne istediyseniz birini hemen şimdi yapın. Sonra da şu gittiğin
zaman dönmen gerekir safsatasını yekten unutun. Böyle dümdük. Çünkü dönmek diye
birşey yok, olmak var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder