25 Nisan 2015 Cumartesi

dip boyası geçmiş bir saçın yenik öyküsü

Aslında size anlatacak tek bir kelimem bile yok. Kalmadı. Anlatacak şeyim yok derken, konuşmamaktan bahsediyorum. Yazmaktan caymış değilim korkma!

Konuşmaktan yoruldum. Millet anlatıyor. Alolarda, molalarda, bir durakta, bir kuyrukta ya da yırtık bir afişte. Sonra bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte, belki de bir direnişte. Hepiniz oralarda bir yerlerde bitmeyen dertlerinizi anlatıp duruyorsunuz birbirinize. Oysa ben hiç hoşlanmam dert anlatmaktan. Birine derdini anlatmanın mutlak sonuçları olduğu kesin. Hangi sonucun olacağının muğlak olduğu da. Bu yüzden, ben hoşlanmam dert anlatmaktan.

Bugüne kadar dertleşme denen şeyin ne kadar rahatlatıcı ve faydalı bir şey olduğu yanılgısına kapıldığım oldu. Değil miydi ki bir arkadaşın, sen anlat o dinlesin, sana bir şey desin! Bir şey! Bir cümle, bir öneri, bir yol için neler vermezsin o dakka? Ama yok.
Günlerdir yazamıyorum. Aslında, yazmıyorum. Çünkü ne zaman şu meretin başına otursam, iş güç arasında hazırladığım yarı-A5 kağıtlara kurşun kalemle (be original!) aldığım notlara baksam, sıtkım sıyrılarak “bu da gol değil küçük enişte” diyor, kendime ezmeli kahve yapmaya mutfağa kaçıyorum. Evet, bak ne güzel dedim? Kaçıyorum. Bu duruma ayınca ve kendime gelince, bari dedim dürüst ol, herkeşnen paylaş.
Ne kadar sabırlıymışım. Ne kadar dipsiz kuyuymuşum. Süper bir dinleyiciymişim ben! Der dururlar. Öyleyim. Ama bir kez de durup düşünün anacım ya! Ben sizin arkadaşınız olabilirim, siz benim arkadaşım mısınız? (oha! Lafa bak!)

Ergen bebeler gibi “sevmek sevmekse eğer, sevmek sevmemektir” felsefeli tamlamasında olduğu gibi çok içerikli (!) bir “arkadaşım mısınız” değil bu. Ya da “sen beni ekledin de bi sor bakalım ben seni layklicak mıyım” türünden ego zortlatması da değil. Hafife alma, zilyon tane arkadaşım var benim. Bugüne bugün, çoğunuzun daha doğmadığı veya bebek taytıyla gezdiği, ilkokulda fiş toplayıp kırmızı kurdağle taktığı günlerde, mirc, icq ve adını bile duymadığınız sayısız internet sohbet siteleri ve programlarını ilk elden kullanmış, analizini yapmış, defterini dürüp onlar modada tavan yaparken üstlerini çizip atmış bikimseyim. Olsun artık o kadar arkadaşım... Şakası bir yana, aranızda bu ortamlar sayesinde arkadaş olduğum ve yaklaşık 15 yıldır tanıdığım insanlar da var. Tanımak derken, “I know where you checked-in last weeeeekend hııııııh!” klişesinden daha fazlasını kastediyorum.

Bugüne kadar bir şekilde arkadaşım olmuş yüzondörtbinsekizyüzseksenaltı isim sayabilirim. Biz bunlara kısaca sayısal arkadaşım diyelim. Sonra uzun vakittir arkadaşım kalmayı başarabilmişlere sitem gibi olmasın :) yüzküsürbin arkadaş sayarım da dostum olabilmiş beş-on kişi zor çıkar. Arkadaşlarıma dert anlatmaktan hoşlanmadığımı söylediğimde, “ay inanolsun ben de öyle!” der ve ardından dertlerini anlatmaya devam eder (tanıdın kendini de mi köftehor!) Oysa dostum, dert anlatmaktan hoşlanmadığımı söylesem, durur, “çay koyiim mi? Yanında püsküüt de var” der.

Arkadaşım, derdimi dinleyince bazen hiçbir şey olmaz. Anlatmakla kalırım. Sıra ona gelir, ama o anlatınca akan sular durur. Çünkü bilir ki ben terapi konusunda ordinaryüsüm. (bu kadar arkadaşı profil fotom sayesinde yapmadım yani!) Dostumsa başkadır. Kendi derdini sona saklamaz, başa alır. Bak der bende şu var ama boşver geçinip gidiyoruz. Sen anlat bakalım...

Sayısal arkadaşlarımı idare etmekte hiç zorlanmıyorum. Ve onları ciddi ciddi çok seviyorum. Çünkü çok iyiler. İyi değiller, çok iyiler. Çünkü bazen, ve benim gibiyseniz çoğu zaman, derdinizi anlatacağınız varken de sizi anlatmaktan alıkoydukları için ilaç gibi geliyorlar. Yani benim gibiyseniz. Sohbetin bir yerinde “derdim var” diye çıkış yapıp tepkisine bakıyorum. Eğer, bütün bir hararetle ve hayatını buna vakfetmişcesine derdimi dinleme ısrarındaysa her zaman elimin altındaki sıradan dertlerimden birini sunuyorum, çünkü böylesi arkadaşlar bir sohbet malzemesi olarak severler dert olgusunu. Kötü niyetli olmayabilirler ancak dertlerim onları gerçekten zerre ilgilendirmiyor. Onlar, bir parça benim de böyle sıradan dertlere sahip olabilmemden mütevellit kendilerini azcık iyi hissetme duygusuna sığınaraktan (ne kadar incelttim değil mi?) Kısacası, en hafifinden bir derdimi ortaya atınca, sahne arkasında asıl derdimi gözümde yeterince küçülterek “lan boşver, bu da o kadar büyük değilmiş” falan deyip kendi yarama merhemi sürüveriyorum. Farkında olmadan iyi geliyor olabilirler. E olsunlar o kadar!

Eğer, bir karşılama ve plase türü olarak derdini anlatmaya başlarsa da aklımdan Şirinler müziğini (trallallaaa trallallaaaa hadi sen de söyle bak çok iyi geliyor) söylemeye başlıyorum. O sırada duyduğum kadarıyla bana yeter. Dinledim mi dinledim. Birine anlatacak kadar detay duydum mu hayır. Dedikodusunu da yapamam, bir yerden birinden duysam aa bak gördün mü bana da demişti falan diyemem. Bu bir iyi geliyor ki anlatamam. İşte bu yüzden iyi değiller, çok iyiler.

Ya bi dur size başka bir şey anlatıcam. Benim dostlarım hep başkalı yerlerde. Vakit bulup bir araya zor geliyoruz (valla benim yüzümden). Mesela kızsal bir rutin olarak Cuma sabahı kahveleri yapamıyoruz. Ya da kışın her Çarşamba sabah matinesine sinemaya falan gidemiyoruz. Ama şimdi gecenin bu yarısında bir tanesini arasam, lan desem çok dertliyim... Bana bak hatun, gün torbaya mı girdi? Yarın ara teallam! der. Der yani. Desin. Dürüstlük en sevdiğim sütoğlandır. Başka kentlerde olanlarla arada sırada telefonlaşıyorum. Ama o kadar kıymetli ki zaman, sadece güpgüzel şeyler konuşulsun istiyorum. Hani türk filmlerinde kız kan kusar da ahan da şerbet diye acı acı gülümser ya, işte bu cenahı aradığımda ben de öyle “he ya işler yolunda, valla havalar bildiğin gibi, hala evlenmedim yok bacım benden adam olmaz” falan deyip görsel hafızalarındaki beni bozmuyorum. Çünkü o bozulursa dostluk acır. Dostum acı çeker yani. Aklına düşürmeye, uykusunu kaçırmaya gerek yok.

İşte böyle böyle, hayatıma ayar çeke çeke, derdini anlatmayan ve geleneksel olarak derman bulamayan bikimse haline gelişimin kaçıncı yıldönümündeyiz. Yazının ilk paragrafını yazarken o kadar moralsiz ve mutsuzdum ki kalktım banyodaki aynaya bakmaya gittim, kim bu gecenin bir yarısı suratsız bir şekilde bilgisayarın tuşlarını katleden diye. O da ne? Bu saçlar değirmende ağarmadı dostum! (dip boyam gelmiş). Aha dedim, yazıya başlık bulduk iyi mi. Evet seyirci, bu saçlar değirmende ağarmadı. Derdimi anlatmayı değil, arada çıldırarak kırkbirparetopatışı patlamalı yazıları seviyorum. Neyse sonuçta bu noktaya kolay gelinmiyor, bir isyankar kolay yetişmiyor monşer.

Aslında size anlatacak kutsal kitap kalınlığında dertlerim var. Herkes gibi. Aslında herkesin bize anlatacak Çin Seddi uzunluğunda dertleri var. Benim gibi. Saçlarını boyayanlar iyi bilirler. Dip boyan gecikirse ve boya rengin asıl renginden çok farklı ise, düzgün boyalı bir saç elde etmenin tek yolu o saçı oksidasyon kremi ile tamamen açıp istediğin renge tekrar boyamaktır. Öteki türlü dipten uca İtalya senin Tunus benim oradan Basra Körfezi gezinen, fabrika atığı yemiş dere suyu gibi bir saçınız olur. Zamanında dertleşilmemiş her dert, böyle makinede yapılmış peyniri topaklı hamuru bir üst kata yapışmış aşırı yağlı suböreği gibi döner. Döner kardeşim.

Bu kadar uzun yazdıktan sonra anafikrin kapatıcı fondötenden fırlayan koca dayağı izi gibi pörtlemesi lazım değil mi? İyi de konu ne? Bazınız alışkın, yeni başlayanlar için “bu daha başlangıç, sen kiminle dans ettiğini bilmiyorsun bebeyim!”

Benim gibi yazanlar için (konunun kendi kendini yazdırtması, günün zottirik saatinde beyninde şimşek çaktırtması ve yeter ulanla başlayan tuş basmaların sonunda anaaam bir iç rahatlaması olarak zuhur eden durum), “bugünkü amacım şu konuya değinmek olsun hadi bakalım, bık bık bık” diye bir sosyal-toplumsal görev edinmişlik hali külliyen hayal. Demem o ki, istediğim kadar “oylar kime” konusunda yazmak isteyeyim, eğer beynimin kıvrımlarında “UNICEF adına çalışan gönüllülerin de aralarında bulunduğu yüzlerce insanın katledilmesi” duruyorsa başlarım senin oyuna huyuna suyuna diyen bir içses parmaklarımı gasp ediyor. Sakın aranızdan biri “oralarda olanları değiştiremeyebiliriz ama buralarda olanı değiştirmek için oylar şuraya” gibisinden bir cümleyle... O’lum bak git!

Sanahaber’in amacı belli, sizin buruşturup attığınız, acıcık ucundan baktığınız ve gülüp geçtiğiniz herhangi bir haberi alıp kırkotuz süzgeçten geçirerek siz süper okurlarına zaman kazandırmak. İşbu algısal enstitü vallaki billaki sizin için çalışiyi. Ve bugünkü yazımda amacım, binlerce haberle kulağınızda çınlayan bir sesi reitare etmek (hep siz mi layk ediceksiniz? biraz da biz dislayk edelim!)

Bunu çok uzun zamandır yapıyorum. Dedim ya internet devriminin de öncesinden beri. Sosyale ve medyaya ve bugünlerde sosyal medyaya bakıyorum. Gördüğüm manzara o kadar içler acısı ki. Sefalet apartmanında yıllardır bir arada yaşayan Melahat, Gülümser, Rukiye, Sitare ve onların eşleri Murteza, Ahmet, Celal ve Hüsnü. Her haftanın bir günü yaptıkları gibi hatunlar gündüzleyin pastalı börekli dedikodu kazanı kaynatıyor, aynı günün akşamı adamlar da toplaşıyor hep birlikte hasbıhal ediyorlar. Gece geç vakit “haydi artık sabaha iş var” dediğinde kocalar, kapı önünde de bir on dakika sohbetlenip öyle ayrılıyorlar.

Melahat’in evinde ilk gelen Gülümser ve Rukiye, kâh Sitare’yi çekiştiriyor, kâh Melahat çay doldurmaya mutfağa seyirttiğinde yeni aldığı misafir odası takımının rüküşlüğünden dem vuruyorlar. Melahat salona gelince “ay şekerim bakar mısın kısırın güzelliğine, ellerine sağlık. Kıııız sen duydun mu Sitare istediği perdeleri sonra alırız deyince Murteza’ya ne demiş, vuuuuu!” Gülümser içtiği çaylardan olsa gerek biyol işemeye gittiğinde de Melahat başlıyor bunun bileziklerini Rukiye’ye çekiştirmeye. “Kııız aldığı mutfak paralarından çırpa çırpa na böyle (bilek dirsek arası) dizdi bilezikleri, sorsan altın günü yapalım mı diye, boş kollarını açar ay benim durumum yok, yalaaaan! Kışları tarhana torbasında yazları baca deliğinde saklar bu korkulur bundan”

Bu işin günahsızı Sitare sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Güne en son gelir, hakkında ağız dolusu yaptıkları tüm dedikoduya rağmen “ay kıııız sormayın bir pahallanmış ki her yer” diye dertlenir kapıdan girince. Köşedeki ucuzlukçudan yeni bir şeyler toplamıştır, onları seriverir koltuğun sırtına hemen. Olsundur. Apartman dirliği daha önemlidir. Ama Sitare bugünlerde değişti, günden önce dönüyor dolanıyor, üst mahalledeki süslü eski komşu ve yeni edindiği ittifak arkadaşlarının yanına uğrayıp elini sağlama alacak enformasyonu topladıktan sonra geliyor Melahat’in evine. Üstünde ucuzlukçudan aldığı bir yelek ya da eşarp vardır. Ama bu kez üst mahalledeki yeni açılan butik gibi yerden de bişeyler alınmıştır. Açılıverır torba. “A-aa sormayın kızlar, ina-na-madım. Fiyatlar aynı, kalite süper! Daha da gitmem köşedekineeeeğ! Resmen paçavralarla kandırıyormuş bizi...”

Şimdi kadın kısmı dedikoduyu yapar eder, küser barışır, nifak tohumu da eker, ittifak da yapar, evet yapar. Lakin eskiden hiç olmazsa akşam adamlar gelince ortam eski sulhuna kavuşuverir, bunların hepsi bir köşeye atılıverir, ne bileyim bir çay daha demlenir yemekten sonra, işten güçten bahsedilirdi falan... Hah işte biz buna dertleşme diyorduk. Aramızda yoğurup yoğurup dertleri, ertesi güne sırtımızdan acıcık yük kalkmış gibi doğrularak başlıyorduk. Yaptığımız tüm dedikodular dedikodu olarak deniyordu ve konuyordu. Konduğu yerde de duruyordu.

Şimdi dertleşmek yerini bırakmış dert-eşmeye. Artık kocalar akşam eve gelip de gündüzden kalanlarla çay eşliğinde atıştırırken bir bakıyorsun hoop masa kurulmuş yeşil örtü serilmiş, sanırsın King’te Rıfkı’yı yedirecek bir kurban arıyorlar. Artık Rıfkı’yı Sitare mi yer, Celal mi Hüsnü mü bilemem. Benim tek bildiğim son ikide elin bizde kalacağı. Varın burdan siz tümeçıkarın... En acısı da, uzun yıllardır Sefalet Apartmanı'nda komşu olan bu sakinler, o "L"nin kendi diyarlarında alabildiğine özgür bir "R" olduğundan o kadar eminler ki...


Kapanışta, derlemesem olmaz. Zamanında dertleşilmemiş her dert, böyle makinede yapılmış peyniri topaklı hamuru bir üst kata yapışmış aşırı yağlı suböreği gibi döner. Döner kardeşim. Ben suböreğinin evde yapılanını seviyorum. Bir de dostumla konuşmadan dertleşmeyi. Sahi dostum, bi’çay koysana, püsküütler benden...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...