Aslında size
anlatacak tek bir kelimem bile yok. Kalmadı. Anlatacak şeyim yok derken,
konuşmamaktan bahsediyorum. Yazmaktan caymış değilim korkma!
Konuşmaktan
yoruldum. Millet anlatıyor. Alolarda, molalarda, bir durakta, bir kuyrukta ya
da yırtık bir afişte. Sonra bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte, belki de bir
direnişte. Hepiniz oralarda bir yerlerde bitmeyen dertlerinizi anlatıp
duruyorsunuz birbirinize. Oysa ben hiç hoşlanmam dert anlatmaktan. Birine
derdini anlatmanın mutlak sonuçları olduğu kesin. Hangi sonucun olacağının
muğlak olduğu da. Bu yüzden, ben hoşlanmam dert anlatmaktan.
Bugüne kadar dertleşme
denen şeyin ne kadar rahatlatıcı ve faydalı bir şey olduğu yanılgısına
kapıldığım oldu. Değil miydi ki bir arkadaşın, sen anlat o dinlesin, sana bir
şey desin! Bir şey! Bir cümle, bir öneri, bir yol için neler vermezsin o dakka?
Ama yok.
Günlerdir
yazamıyorum. Aslında, yazmıyorum. Çünkü ne zaman şu meretin başına otursam, iş
güç arasında hazırladığım yarı-A5 kağıtlara kurşun kalemle (be original!)
aldığım notlara baksam, sıtkım sıyrılarak “bu da gol değil küçük enişte” diyor,
kendime ezmeli kahve yapmaya mutfağa kaçıyorum. Evet, bak ne güzel dedim?
Kaçıyorum. Bu duruma ayınca ve kendime gelince, bari dedim dürüst ol, herkeşnen
paylaş.
Ne kadar
sabırlıymışım. Ne kadar dipsiz kuyuymuşum. Süper bir dinleyiciymişim ben! Der
dururlar. Öyleyim. Ama bir kez de durup düşünün anacım ya! Ben sizin
arkadaşınız olabilirim, siz benim arkadaşım mısınız? (oha! Lafa bak!)
Ergen bebeler
gibi “sevmek sevmekse eğer, sevmek sevmemektir” felsefeli tamlamasında olduğu
gibi çok içerikli (!) bir “arkadaşım mısınız” değil bu. Ya da “sen beni ekledin
de bi sor bakalım ben seni layklicak mıyım” türünden ego zortlatması da değil.
Hafife alma, zilyon tane arkadaşım var benim. Bugüne bugün, çoğunuzun daha
doğmadığı veya bebek taytıyla gezdiği, ilkokulda fiş toplayıp kırmızı kurdağle
taktığı günlerde, mirc, icq ve adını bile duymadığınız sayısız internet sohbet siteleri
ve programlarını ilk elden kullanmış, analizini yapmış, defterini dürüp onlar
modada tavan yaparken üstlerini çizip atmış bikimseyim. Olsun artık o kadar
arkadaşım... Şakası bir yana, aranızda bu ortamlar sayesinde arkadaş olduğum ve
yaklaşık 15 yıldır tanıdığım insanlar da var. Tanımak derken, “I know where you
checked-in last weeeeekend hııııııh!” klişesinden daha fazlasını kastediyorum.
Bugüne kadar bir şekilde arkadaşım olmuş yüzondörtbinsekizyüzseksenaltı isim sayabilirim. Biz bunlara kısaca sayısal arkadaşım diyelim. Sonra uzun vakittir arkadaşım kalmayı başarabilmişlere sitem gibi olmasın :) yüzküsürbin arkadaş sayarım da dostum
olabilmiş beş-on kişi zor çıkar. Arkadaşlarıma dert anlatmaktan
hoşlanmadığımı söylediğimde, “ay inanolsun ben de öyle!” der ve ardından
dertlerini anlatmaya devam eder (tanıdın kendini de mi köftehor!) Oysa dostum,
dert anlatmaktan hoşlanmadığımı söylesem, durur, “çay koyiim mi? Yanında
püsküüt de var” der.
Arkadaşım,
derdimi dinleyince bazen hiçbir şey olmaz. Anlatmakla kalırım. Sıra ona gelir,
ama o anlatınca akan sular durur. Çünkü bilir ki ben terapi konusunda
ordinaryüsüm. (bu kadar arkadaşı profil fotom sayesinde yapmadım yani!) Dostumsa
başkadır. Kendi derdini sona saklamaz, başa alır. Bak der bende şu var ama
boşver geçinip gidiyoruz. Sen anlat bakalım...
Sayısal arkadaşlarımı idare
etmekte hiç zorlanmıyorum. Ve onları ciddi ciddi çok seviyorum. Çünkü çok
iyiler. İyi değiller, çok iyiler. Çünkü bazen, ve benim gibiyseniz çoğu zaman, derdinizi
anlatacağınız varken de sizi anlatmaktan alıkoydukları için ilaç gibi geliyorlar.
Yani benim gibiyseniz. Sohbetin bir yerinde “derdim var” diye çıkış yapıp
tepkisine bakıyorum. Eğer, bütün bir hararetle ve hayatını buna vakfetmişcesine
derdimi dinleme ısrarındaysa her zaman elimin altındaki sıradan dertlerimden
birini sunuyorum, çünkü böylesi arkadaşlar bir sohbet malzemesi olarak severler
dert olgusunu. Kötü niyetli olmayabilirler ancak dertlerim onları gerçekten
zerre ilgilendirmiyor. Onlar, bir parça benim de böyle sıradan dertlere sahip
olabilmemden mütevellit kendilerini azcık iyi hissetme duygusuna sığınaraktan
(ne kadar incelttim değil mi?) Kısacası, en hafifinden bir derdimi ortaya
atınca, sahne arkasında asıl derdimi gözümde yeterince küçülterek “lan boşver,
bu da o kadar büyük değilmiş” falan deyip kendi yarama merhemi sürüveriyorum.
Farkında olmadan iyi geliyor olabilirler. E olsunlar o kadar!
Eğer, bir
karşılama ve plase türü olarak derdini anlatmaya başlarsa da aklımdan Şirinler müziğini
(trallallaaa trallallaaaa hadi sen de söyle bak çok iyi geliyor) söylemeye
başlıyorum. O sırada duyduğum kadarıyla bana yeter. Dinledim mi dinledim.
Birine anlatacak kadar detay duydum mu hayır. Dedikodusunu da yapamam, bir
yerden birinden duysam aa bak gördün mü bana da demişti falan diyemem. Bu bir
iyi geliyor ki anlatamam. İşte bu yüzden iyi değiller, çok iyiler.
Ya bi dur size
başka bir şey anlatıcam. Benim dostlarım hep başkalı yerlerde. Vakit bulup bir
araya zor geliyoruz (valla benim yüzümden). Mesela kızsal bir rutin olarak Cuma
sabahı kahveleri yapamıyoruz. Ya da kışın her Çarşamba sabah matinesine
sinemaya falan gidemiyoruz. Ama şimdi gecenin bu yarısında bir tanesini arasam,
lan desem çok dertliyim... Bana bak hatun, gün torbaya mı girdi? Yarın ara teallam!
der. Der yani. Desin. Dürüstlük en sevdiğim sütoğlandır. Başka kentlerde
olanlarla arada sırada telefonlaşıyorum. Ama o kadar kıymetli ki zaman, sadece
güpgüzel şeyler konuşulsun istiyorum. Hani türk filmlerinde kız kan kusar da
ahan da şerbet diye acı acı gülümser ya, işte bu cenahı aradığımda ben de öyle
“he ya işler yolunda, valla havalar bildiğin gibi, hala evlenmedim yok bacım
benden adam olmaz” falan deyip görsel hafızalarındaki beni bozmuyorum. Çünkü o
bozulursa dostluk acır. Dostum acı çeker yani. Aklına düşürmeye, uykusunu
kaçırmaya gerek yok.
İşte böyle böyle,
hayatıma ayar çeke çeke, derdini anlatmayan ve geleneksel olarak derman
bulamayan bikimse haline gelişimin kaçıncı yıldönümündeyiz. Yazının ilk
paragrafını yazarken o kadar moralsiz ve mutsuzdum ki kalktım banyodaki aynaya
bakmaya gittim, kim bu gecenin bir yarısı suratsız bir şekilde bilgisayarın
tuşlarını katleden diye. O da ne? Bu saçlar değirmende ağarmadı dostum! (dip
boyam gelmiş). Aha dedim, yazıya başlık bulduk iyi mi. Evet seyirci, bu saçlar
değirmende ağarmadı. Derdimi anlatmayı değil, arada çıldırarak kırkbirparetopatışı
patlamalı yazıları seviyorum. Neyse sonuçta bu noktaya kolay gelinmiyor, bir
isyankar kolay yetişmiyor monşer.
Aslında size
anlatacak kutsal kitap kalınlığında dertlerim var. Herkes gibi. Aslında
herkesin bize anlatacak Çin Seddi uzunluğunda dertleri var. Benim gibi.
Saçlarını boyayanlar iyi bilirler. Dip boyan gecikirse ve boya rengin asıl renginden
çok farklı ise, düzgün boyalı bir saç elde etmenin tek yolu o saçı oksidasyon
kremi ile tamamen açıp istediğin renge tekrar boyamaktır. Öteki türlü dipten
uca İtalya senin Tunus benim oradan Basra Körfezi gezinen, fabrika atığı yemiş dere
suyu gibi bir saçınız olur. Zamanında dertleşilmemiş her dert, böyle makinede
yapılmış peyniri topaklı hamuru bir üst kata yapışmış aşırı yağlı suböreği gibi
döner. Döner kardeşim.
Bu kadar uzun yazdıktan
sonra anafikrin kapatıcı fondötenden fırlayan koca dayağı izi gibi pörtlemesi lazım
değil mi? İyi de konu ne? Bazınız alışkın, yeni başlayanlar için “bu daha
başlangıç, sen kiminle dans ettiğini bilmiyorsun bebeyim!”
Benim gibi
yazanlar için (konunun kendi kendini yazdırtması, günün zottirik saatinde beyninde
şimşek çaktırtması ve yeter ulanla başlayan tuş basmaların sonunda anaaam bir
iç rahatlaması olarak zuhur eden durum), “bugünkü amacım şu konuya değinmek olsun
hadi bakalım, bık bık bık” diye bir sosyal-toplumsal görev edinmişlik hali
külliyen hayal. Demem o ki, istediğim kadar “oylar kime” konusunda yazmak
isteyeyim, eğer beynimin kıvrımlarında “UNICEF adına çalışan gönüllülerin de aralarında
bulunduğu yüzlerce insanın katledilmesi” duruyorsa başlarım senin oyuna huyuna
suyuna diyen bir içses parmaklarımı gasp ediyor. Sakın aranızdan biri “oralarda
olanları değiştiremeyebiliriz ama buralarda olanı değiştirmek için oylar şuraya”
gibisinden bir cümleyle... O’lum bak git!
Sanahaber’in
amacı belli, sizin buruşturup attığınız, acıcık ucundan baktığınız ve gülüp
geçtiğiniz herhangi bir haberi alıp kırkotuz süzgeçten geçirerek siz süper
okurlarına zaman kazandırmak. İşbu algısal enstitü vallaki billaki sizin için
çalışiyi. Ve bugünkü yazımda amacım, binlerce haberle kulağınızda çınlayan bir sesi reitare etmek (hep siz mi layk ediceksiniz? biraz da biz dislayk edelim!)
Bunu çok uzun
zamandır yapıyorum. Dedim ya internet devriminin de öncesinden beri. Sosyale ve
medyaya ve bugünlerde sosyal medyaya bakıyorum. Gördüğüm manzara o kadar içler
acısı ki. Sefalet apartmanında yıllardır bir arada yaşayan Melahat, Gülümser,
Rukiye, Sitare ve onların eşleri Murteza, Ahmet, Celal ve Hüsnü. Her haftanın
bir günü yaptıkları gibi hatunlar gündüzleyin pastalı börekli dedikodu kazanı
kaynatıyor, aynı günün akşamı adamlar da toplaşıyor hep birlikte hasbıhal
ediyorlar. Gece geç vakit “haydi artık sabaha iş var” dediğinde kocalar, kapı
önünde de bir on dakika sohbetlenip öyle ayrılıyorlar.
Melahat’in evinde ilk gelen Gülümser ve Rukiye, kâh Sitare’yi
çekiştiriyor, kâh Melahat çay doldurmaya mutfağa seyirttiğinde yeni aldığı
misafir odası takımının rüküşlüğünden dem vuruyorlar. Melahat salona gelince “ay
şekerim bakar mısın kısırın güzelliğine, ellerine sağlık. Kıııız sen duydun mu
Sitare istediği perdeleri sonra alırız deyince Murteza’ya ne demiş, vuuuuu!” Gülümser
içtiği çaylardan olsa gerek biyol işemeye gittiğinde de Melahat başlıyor bunun
bileziklerini Rukiye’ye çekiştirmeye. “Kııız aldığı mutfak paralarından çırpa
çırpa na böyle (bilek dirsek arası) dizdi bilezikleri, sorsan altın günü
yapalım mı diye, boş kollarını açar ay benim durumum yok, yalaaaan! Kışları
tarhana torbasında yazları baca deliğinde saklar bu korkulur bundan”
Bu işin günahsızı
Sitare sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Güne en son gelir, hakkında ağız dolusu
yaptıkları tüm dedikoduya rağmen “ay kıııız sormayın bir pahallanmış ki her yer”
diye dertlenir kapıdan girince. Köşedeki ucuzlukçudan yeni bir şeyler
toplamıştır, onları seriverir koltuğun sırtına hemen. Olsundur. Apartman
dirliği daha önemlidir. Ama Sitare bugünlerde değişti, günden önce dönüyor
dolanıyor, üst mahalledeki süslü eski komşu ve yeni edindiği ittifak arkadaşlarının
yanına uğrayıp elini sağlama alacak enformasyonu topladıktan sonra geliyor
Melahat’in evine. Üstünde ucuzlukçudan aldığı bir yelek ya da eşarp vardır. Ama
bu kez üst mahalledeki yeni açılan butik gibi yerden de bişeyler alınmıştır. Açılıverır
torba. “A-aa sormayın kızlar, ina-na-madım. Fiyatlar aynı, kalite süper! Daha
da gitmem köşedekineeeeğ! Resmen paçavralarla kandırıyormuş bizi...”
Şimdi kadın kısmı
dedikoduyu yapar eder, küser barışır, nifak tohumu da eker, ittifak da yapar,
evet yapar. Lakin eskiden hiç olmazsa akşam adamlar gelince ortam eski sulhuna
kavuşuverir, bunların hepsi bir köşeye atılıverir, ne bileyim bir çay daha
demlenir yemekten sonra, işten güçten bahsedilirdi falan... Hah işte biz buna
dertleşme diyorduk. Aramızda yoğurup yoğurup dertleri, ertesi güne sırtımızdan
acıcık yük kalkmış gibi doğrularak başlıyorduk. Yaptığımız tüm dedikodular
dedikodu olarak deniyordu ve konuyordu. Konduğu yerde de duruyordu.
Şimdi dertleşmek
yerini bırakmış dert-eşmeye. Artık kocalar akşam eve gelip de gündüzden
kalanlarla çay eşliğinde atıştırırken bir bakıyorsun hoop masa kurulmuş yeşil örtü
serilmiş, sanırsın King’te Rıfkı’yı yedirecek bir kurban arıyorlar. Artık Rıfkı’yı
Sitare mi yer, Celal mi Hüsnü mü bilemem. Benim tek bildiğim son ikide elin bizde
kalacağı. Varın burdan siz tümeçıkarın... En acısı da, uzun yıllardır Sefalet Apartmanı'nda komşu olan bu sakinler, o "L"nin kendi diyarlarında alabildiğine özgür bir "R" olduğundan o kadar eminler ki...
Kapanışta,
derlemesem olmaz. Zamanında dertleşilmemiş her dert, böyle makinede yapılmış
peyniri topaklı hamuru bir üst kata yapışmış aşırı yağlı suböreği gibi döner.
Döner kardeşim. Ben suböreğinin evde yapılanını seviyorum. Bir de dostumla
konuşmadan dertleşmeyi. Sahi dostum, bi’çay koysana, püsküütler benden...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder