30 Nisan 2015 Perşembe

Küçük Amerika'nın Sandwichleri (Ağustos 2006-I)

(yayın tarihi Ağustos 2006'dır. 2 bölümden oluşur.)
I.

Türkiye'nin 80 sonrası sosyo-ekonomik yapısı üzerine yazılabilecek her metin, genel olarak belirgin bir tezi savunmaya, bir şekilde bir yerinden bu teze tutunmaya çalışacaktır. Gerçeklerden kaçamayız çünkü... Bu tez, Türkiye'nin yapısal olarak gittikçe Batı kültürünü içselleştirdiği mesajını taşır. "Türkiye, Küçük Amerika",  bu tezin terimleştirilmiş hallerinden biridir. İşte size, bu çok genel geçer ve çeşitli şekillerde dillendirilen tezin bir başka terimi; "Amerikanlaşma"

"Türkiye, iç ve dış yapısı, ekonomisi ve sosyal sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır."

Türkiye bütün sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır, Amerikanlaşmıştır ve ama buna rağmen hala "kapı gibi" işçi sınıfımızın varlığı, metropollerde, kentlerde ve kasabalarda bu "her türden dönüşüme" direnen yüzüyle -ve yalnız bırakılmadan- hakettiği arındırmaya kavuşmalıdır.

Burjuva ideolojisi hangi kanattan saldırırsa saldırsın, bahsi geçen dönüşüm işçi sınıfı için bir "dönüşüm" değil, bir "çamur sıçratma" kıvamında kalmıştır, kalacaktır ve kalmalıdır. Değişen; kentler, insanlar ve belki bazı sınıfsal yapılar olsa da işçi sınıfı bu dönüşüme ayak diremeli ve uygun adım marşta "ritm bozmalıdır".

70'lerin dirençli çıkışlarının yerini 80'lerin sakin ve olduğu yerde devingen içine kapanık yapısı aldı. Düşünce suç oldu, ama aslında sadece bazı düşünceler suçtu. ‘80 darbesinin bir daha yeşermemek üzere yerle bir ettiği gelecek umutları bir yana, 90ların ortalarına kadar serbest piyasa ekonomisi ile "globalleşme"nin getirdiği sosyo-kültürel değişim, bize kapitalizmin aslında "iyi huylu bir çocuk" olabileceği yalanını yutturmaya çalışıyordu. Öyle ki umutlarımız topraktan her uç verdiğinde, eskiyi hatırlatacak bir proje ortaya atılıveriyor, canımız yandığı oranda da sadece bize sunulan "yeni" sisteme ayak uydurmanın daha iyi bir yol olduğuna inanmak zorunda bırakılıyorduk. 80'li yılların ortalarında işaret parmağını sallayan sistem, 2000'li yıllara gelindiğinde elma şekeri vaad ediyordu. Toplum mühendisliği fakültesinin yeni mezunları da var güçleriyle bize bu şekerlerden satmanın yollarını aradılar. En tatlı şekeri bulmak zor olmadı. "Made in USA"
"Gelişiyoruz, öğreniyoruz, teknolojiyi kölemiz ettik Allah seni inandırsın, bak işçisinden ustasına herkeste bir cep telefonu, işte medeniyet! Üstelik ben engellilere mutluluk saçıyorum," şeklinde tanımlanıyor bu yeni durum. Üstelik bir de şiarları var bu sıfatı üstümüze sıçratanların; "Halk bunu istiyor"

Halk derken... Sınıf kavramının unutturulmaya çalışıldığı bir durumda halk kelimesi, nereye koysan gider türünden bir kurtarıcı işlevi görmekte ve toplumun tamamını bir anda kenetleyivermektedir.

Verilen mesaj açıktır; İşçi de olsan, burjuva da deseler sana, aynısın. Gelişiyorsun, büyüyorsun. Daha ne istiyorsun? İstanbul'da bir zamanlar, "inşaat işçisi Marlboro içiyor ama" diyen zihniyet, şimdi "İşçide bile cep telefonu var" diyebiliyor ve haklı görünüyor. Peki, haklı mıdır?

Toplum mühendisliği fakültesi yeni mezunlarını veriyor
Dur durak demeden çalışıyorlar... Özellikle İstanbul'un hali üzüyor beni bu projeler içerisinde. En büyük dönüşüm burada gerçekleşti. İstanbul'un taşı toprağı altındırdan bir türlü vazgeçirilmeyen halk da bu dönüşümün renkli konuğu olarak esprilerine malzeme oldu program sunucusunun.

Son 18 yıldır İstanbul'da yaşıyorum, dolayısıyla size bu Amerikanlaşmanın en gerçek örneklerini, kendi gözlemlerimle İstanbul'dan verebilirim. Elbette bütün yaşanmış gelişmişlik ibarelerini bir kalemde silerek "eski günler geri gelsin, çamurlu yollarda gezelim, şehrin ortasında şehirlerarası otobüslerin altında kalalım üstgeçitsizlikten, kıvranalım eğitimsizlikten" zırvalığına da bulaşmaya niyetim yok. Yapılanların bir kısmı yararlı olmuştur elbette. Benim derdim Amerikanlaşan yüzüyle İstanbul'la. Bir de içi boşaltılan eğitim sisteminden dertliyim bir öğretmen olarak ama onu bir başka yazıda deşmek lazım. Sizlere bu hafta, Amerikanlaştırılan İstanbul'dan görüntüler aktarmak istiyorum. Gelecek hafta ise bir haftasonu klasiği olan kahvaltıya değineceğim. Sınıfın susamlı küçük burjuva ile olan kahvaltısına...

Biraz kül biraz duman; yanında ne alırdınız?
Dönüşümü incelerken veri alınabilecek öznelerden biri de simit. "Susamlı küçük burjuva" sanırım ona bugünlerde takılabilecek en kült isim! Ama gelin önce, "simitimizden önce" nerelere kadar uzanan elleri görelim. Böylece, "yahu kimin aklına geldi şuncacık simitten bir cafe-ev projesi yaratmak?" şeklinde dillenen ve yakında fikrin sahibine pazarlama nobeli vermeye kalkabilecek liberal şaşkınlığı anlayabiliriz hep beraber...

Yabancı bir sandviç evi Türkiye'deki ilk şubesini açtığında, ki internet sitesi Ocak 2006 dese de, yıllardan 2002 idi. Mecidiyeköy'deki şubesinden sabahları kahvaltı niyetine aldığım tost ekmeği arası beyaz peynir ve süslemeler (biz marul-domates-salatalık deriz genelde) ile en azından poğaça-çay menüme haftanın birkaç gününde renk kattığımı düşünüyordum. Bu mütevazı görünümlü markanın (çalışanlarının komik kıyafetlere büründürülse de özünden bir şey kaybetmemiş insanımız oluşudur beni markaya karşı bu tanımı kullanmaya iten) yurtdışındaki statüsünü ise 2005 yılında gittiğim New York'ta, her öğlenini o markanın sandviçleriyle geçiren ofis arkadaşımdan öğrenecektim. Ve yine öğrenecektim ki obeziteyi sütte veya peynirde bulunan iki masum bakteride arayan Amerikalılar için öğle yemeklerinde değişik tatlar denemek şöyle dursun, takıntısı olan pizza, sandviç veya salatadan bir günlüğüne dahi caymak en büyük günahtır.

Kimisi yiyecek başka bir şey bulamadığından, kimisi ölüm derecesindeki zayıflığını korumak adına, kimisi de tek tip yiyecek diyetinin obezliğini azaltacağını duyduğundan mıdır nedir, salata New York'ta en çok tercih edilen öğle yemeğidir (ama bu salata, üzerinde tuhaf binbir çeşit yağlı ve baharatlı sosları ve içine katılan et, türlü sebzeler ve yanında yenen cipsi ile karmakarışık bir salata). Aklıma, yıllar önce bazı ses sanatçısı ünlülerimizin başlattığı, "güzelliğimi ve kilomu sadece makarna yeme diyetine borçluyum... Bütün gün maydonoz suyu ile yaşıyorum... Her yemekten sonra kusuyorum (bu söylenmeyen türüdür)" şeklindeki kampanyalar geldi. Bu sayede Amerikalı güzellere benzemeye çalışan bir sürü genç ve güzel (hafif balıketi) kızımız obeziteyi aratacak düzeyde anorexia ve blumia sınırında yaşadı uzun yıllar. Hala yaşayanları ve ısrarla özendirenleri var.

Nerede kalmıştık? Burjuvalaşan... Evet, Taksim başta olmak üzere bütün merkezleri parselleyen bilindik Amerikan ve İngiliz kahve evleri gibi bu sandviç markası da Türkiye'yi parsellemeye karar vermişti. Yıl 2002 idi ve markanın planları "tutmadı". Suya düşen planı, "kapitalistin kâr marjı, global hedefine yetmedi" diyerek yeniden tanımlamak boynumuzun borcu olsun. Önce Mecidiyeköy'deki şube kapatıldı. Sonra Taksim ve diğer şubeler. Sonra da markanın esamesi yine bilmemkaçbin şubesiyle mesken tuttuğu diğer ülkelerde okunmaya devam etti. Derken... Zaman içinde sönen yanardağ birgün patlamaya karar verdi. Diğer bütün dönüşüm aktörlerine yakın zamanlama ile.

Bir Türk firması, bu markayı yeniden "keşfetti" ve içinde bulunduğumuz yılın Ocak ayında marka tekrar piyasamıza giriş yaptı. Hem de nerede dersiniz? "Cadde"de. Sizler de çok iyi bilirsiniz ki bir markayı halkın kanına sokmanın ve kült haline getirmenin en iyi yolu, en azından ilk şubeyi İstanbul'da Etiler, Bağdat Caddesi, Akmerkez ve şimdilerde Metrocity, Canyon ve adlarını ezberleyemediğim mantar gibi türeyen alışveriş merkezlerinden birinde konuşlandırmaktır. Sonra da kültürel ve maddi düzeylerine göre diğer semtlere ve nihayetinde "Anadolu'ya" serpiştiriverirsiniz. Böylece kendisine yıllar boyu ezik olması ve durması öğretilen "halk" da "kıvanır, gönenir" ve "gelişir." Yabancı sermayeyi kapımızın dibinde görünce heveslenmemiz ve sanki bir üst sınıfa atlayıvermişiz gibi sinir uçlarımızın ukalalaşması beklenir. Halbuki biz hep ezik geldik ezik gideceğiz, bu da asla unutturulmaz. Evet, sınıfım asla unutmaz!

O caddedeki sandwich dükkanından beslenen kişi elbette ki şu marka blue jean giymeli ve bu marka telefonla konuşup bilmemkimin konserlerine koşmalıdır. Ama dikkat edilmesi gereken, bu mekanların önceleri (en azından marka hastalığı bütün kente sardırılmadan) tek bir lokasyonda türetilmesidir. Marjinaller ilgi çeker, arzı talebinden büyük olan ticari malın... Teorisinden uzaklaşarak ve oldukça yalın haliyle, kaçan kovalanır ve insanımızın kanına tepeden itibaren sokulacak olan bu yeni trendlerin ince bir planlama ile sınıf sınıf tüketilmesi sağlanır. Sınıf sınıf tüketilen bir "şey" giderek "ama herkeste var, herkes gidiyor"a mı dönüşüyor yoksa bazıları buna özenti mi diyor ne dersiniz? Başlığımızdaki sınıf olan işçi sınıfıdır ve bu özentilere gerek maddi gerek sınıfsal nedenlerle fazla bulaşamamaktadır, bulaşmamaktadır. Metrocity'de işçi sınıfından, gerçek işçi sınıfı kesitinden birilerini bulma olasılığınız, Pisa Kulesi'nin düzelme olasılığı kadardır. Ama yine de bu dönüşümler işçi sınıfının tek akşam eğlencesi olan televizyon ekranından ya da tek haber kaynağı burjuva ideolojisi üreten basınından öğrendikleridir ve yaşamın bundan ibaret olduğu sandırılmaktadır.

Marjinal olacaksın... Hatta öyle ki önceleri sadece Etiler'de açılan ve başka şubesi ancak ve ancak Bebek'te çok sonraları görülen bir İngiliz patissiere (pastane canım, ne kasıyoruz ki) de ününü böyle tutturmuştu. Not edelim, bahsi geçen sandviç evinde sandviç fiyatları yeni lokasyonuna bakılarak nerelere tırmandırılmıştır bilemeyiz ama yukarıda örneklenen kahve evlerinde bir fincan kahve 5-7 YTL, pastanede ise bir kurabiye 5 YTL'dir. (Not: Güzelim simit bütün bu dirençlere rağmen hala 50 kuruştur. O da dışarıdaki gezici simit araçlarında. Yazımıza konu Susamlı Küçük Burjuva'nın en ucuzu 1 YTL'dir ve sapsadelidir)  Halbuki kahvaltımızın misafiri işçi sınıfının, hafta içi fabrikasında yemek yese de bir haftasonu gezisinde ailece öğle yemeğinde alabileceği, bahsi geçen fiyatlarla, birer kurabiye belki birer çaydır. Daha olmadı sapsadelisinden bir simit ve bir bardak demsiz çay. Sizce hak ettiği bu mudur?

Bir başka örnek, bazı yerel markalarda görüldü. Bu anlamda kendini en azından tadında ve dış görünüşünde bozmayan tek mekan Taksim'deki İnci Pastanesi olsa gerek. (Marka adı kullanmaktan kaçındığım bu yazıda sadece bu ismin geçmesindeki tek niyet, Taksim'de bozulmadan nelerimizin kaldığına işaret edebilmektir ve üzücüdür ki eldeki tek mekan sanırım burasıdır). Bu markalar, önceleri sade tasarımlı mekanlarında örneğin sadece süt ve süt ürünlerinden mamul pasta ve tatlılar sunarken, artık tavuk dönerden tosta, su böreğinden kahve yanında verilen cookie (kurabiye)lere kadar kendilerini yeni düzen(lemey)e uydurdular. Tarihler ikibinlerin başını, saatler öğle tatilini gösterdiğinde aslında bu mekanlarda öğle tatili müşterisine ayıracak masa ve emek kalmamıştı. Devir, ders çıkışı hava atma ve piyasa tutma sevdalısı, eğitiminde bilimsizlikle malul öğrenci kesiminin devriydi. En azından dayatılan buydu. Dayatılan bir diğer şey de her küçük değişikliğin menüye yansıyan "fiyatlarıydı".

Tamam, değişimin her türlüsüne bahane bulmayalım, bunlar arasında çok şık duranlar da oldu ama lütfen, kahvemin yanında misket büyüklüğündeki bir (1) kurabiye, fiyata en az 1 YTL olarak yansıtılıyorsa ben öyle değişimi istemiyorum!

Satıcı gittikçe kapitalistleşirken, halka sınırsız kredi kartı kullanımı ve taksit olanakları ile tam da Amerikan stili bir tüketme sıfatı yapıştı. Yapıştı diyorum çünkü en çok sığınılan "halk böyle istiyor" şiarının da bunu diline dolayan sıfatsızların maskesinin de bu yafta gibi artık "düşmesi gerekiyor!" Cem-i cümle tekmili birden hem de!


Küçük burjuvalaştırılan susamlı simitimiz üzerinden okumaya çalıştığımız ve girişini bu hafta yaptığımız dönüşüm projesi, Türkiye'de özellikle ‘80 sonrası uygulanan politikalarla bir çürüme ve çözülme projesidir. Görsel kanıtlar bir yana, tarihsel ve kavramsal olarak da kapitalizmin ve onun iç çürümüşlüğünün bir göstergesidir. Başkalarının, Türkiye gelişiyor, İstanbul kültür başkenti ve benzeri söylemlerini geçelim. İstanbul, bu haliyle bir kültürün değil, çözülmekte, dağılmakta olan ve açılan delikleri kapamak için uzanan elleri bir bir düşen burjuvazinin örnek kenti olarak biz soldan bakanlara umut vaadediyor. Güzel bir gelecek için ama. Yepyeni bir anlayışla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...