(yayın tarihi Ağustos 2006'dır. 2 bölümden oluşur.)
I.
Türkiye'nin 80 sonrası sosyo-ekonomik yapısı üzerine yazılabilecek
her metin, genel olarak belirgin bir tezi savunmaya, bir şekilde bir yerinden
bu teze tutunmaya çalışacaktır. Gerçeklerden kaçamayız çünkü... Bu tez,
Türkiye'nin yapısal olarak gittikçe Batı kültürünü içselleştirdiği mesajını
taşır. "Türkiye, Küçük Amerika", bu tezin terimleştirilmiş
hallerinden biridir. İşte size, bu çok genel geçer ve çeşitli şekillerde
dillendirilen tezin bir başka terimi; "Amerikanlaşma"
"Türkiye, iç ve dış
yapısı, ekonomisi ve sosyal sınıfları ile Amerikanlaşmaktadır."
Türkiye bütün sınıfları ile
Amerikanlaşmaktadır, Amerikanlaşmıştır ve ama buna rağmen hala "kapı
gibi" işçi sınıfımızın varlığı, metropollerde, kentlerde ve kasabalarda bu
"her türden dönüşüme" direnen yüzüyle -ve yalnız bırakılmadan-
hakettiği arındırmaya kavuşmalıdır.
Burjuva ideolojisi hangi
kanattan saldırırsa saldırsın, bahsi geçen dönüşüm işçi sınıfı için bir
"dönüşüm" değil, bir "çamur sıçratma" kıvamında kalmıştır,
kalacaktır ve kalmalıdır. Değişen; kentler, insanlar ve belki bazı sınıfsal
yapılar olsa da işçi sınıfı bu dönüşüme ayak diremeli ve uygun adım marşta
"ritm bozmalıdır".
70'lerin dirençli çıkışlarının
yerini 80'lerin sakin ve olduğu yerde devingen içine kapanık yapısı aldı.
Düşünce suç oldu, ama aslında sadece bazı düşünceler suçtu. ‘80 darbesinin bir
daha yeşermemek üzere yerle bir ettiği gelecek umutları bir yana, 90ların
ortalarına kadar serbest piyasa ekonomisi ile "globalleşme"nin
getirdiği sosyo-kültürel değişim, bize kapitalizmin aslında "iyi huylu bir
çocuk" olabileceği yalanını yutturmaya çalışıyordu. Öyle ki umutlarımız
topraktan her uç verdiğinde, eskiyi hatırlatacak bir proje ortaya atılıveriyor,
canımız yandığı oranda da sadece bize sunulan "yeni" sisteme ayak
uydurmanın daha iyi bir yol olduğuna inanmak zorunda bırakılıyorduk. 80'li
yılların ortalarında işaret parmağını sallayan sistem, 2000'li yıllara
gelindiğinde elma şekeri vaad ediyordu. Toplum mühendisliği fakültesinin yeni
mezunları da var güçleriyle bize bu şekerlerden satmanın yollarını aradılar. En
tatlı şekeri bulmak zor olmadı. "Made in USA"
"Gelişiyoruz, öğreniyoruz,
teknolojiyi kölemiz ettik Allah seni inandırsın, bak işçisinden ustasına
herkeste bir cep telefonu, işte medeniyet! Üstelik ben engellilere mutluluk saçıyorum,"
şeklinde tanımlanıyor bu yeni durum. Üstelik bir de şiarları var bu sıfatı
üstümüze sıçratanların; "Halk bunu istiyor"
Halk derken... Sınıf kavramının
unutturulmaya çalışıldığı bir durumda halk kelimesi, nereye koysan gider
türünden bir kurtarıcı işlevi görmekte ve toplumun tamamını bir anda
kenetleyivermektedir.
Verilen mesaj açıktır; İşçi de
olsan, burjuva da deseler sana, aynısın. Gelişiyorsun, büyüyorsun. Daha ne
istiyorsun? İstanbul'da bir zamanlar, "inşaat işçisi Marlboro içiyor
ama" diyen zihniyet, şimdi "İşçide bile cep telefonu var"
diyebiliyor ve haklı görünüyor. Peki, haklı mıdır?
Toplum
mühendisliği fakültesi yeni mezunlarını veriyor
Dur durak demeden çalışıyorlar... Özellikle İstanbul'un hali üzüyor beni bu projeler içerisinde. En büyük dönüşüm burada gerçekleşti. İstanbul'un taşı toprağı altındırdan bir türlü vazgeçirilmeyen halk da bu dönüşümün renkli konuğu olarak esprilerine malzeme oldu program sunucusunun.
Dur durak demeden çalışıyorlar... Özellikle İstanbul'un hali üzüyor beni bu projeler içerisinde. En büyük dönüşüm burada gerçekleşti. İstanbul'un taşı toprağı altındırdan bir türlü vazgeçirilmeyen halk da bu dönüşümün renkli konuğu olarak esprilerine malzeme oldu program sunucusunun.
Son 18 yıldır İstanbul'da
yaşıyorum, dolayısıyla size bu Amerikanlaşmanın en gerçek örneklerini, kendi
gözlemlerimle İstanbul'dan verebilirim. Elbette bütün yaşanmış gelişmişlik
ibarelerini bir kalemde silerek "eski günler geri gelsin, çamurlu yollarda
gezelim, şehrin ortasında şehirlerarası otobüslerin altında kalalım üstgeçitsizlikten,
kıvranalım eğitimsizlikten" zırvalığına da bulaşmaya niyetim yok.
Yapılanların bir kısmı yararlı olmuştur elbette. Benim derdim Amerikanlaşan
yüzüyle İstanbul'la. Bir de içi boşaltılan eğitim sisteminden dertliyim bir
öğretmen olarak ama onu bir başka yazıda deşmek lazım. Sizlere bu hafta,
Amerikanlaştırılan İstanbul'dan görüntüler aktarmak istiyorum. Gelecek hafta
ise bir haftasonu klasiği olan kahvaltıya değineceğim. Sınıfın susamlı küçük
burjuva ile olan kahvaltısına...
Biraz
kül biraz duman; yanında ne alırdınız?
Dönüşümü incelerken veri alınabilecek öznelerden biri de simit. "Susamlı küçük burjuva" sanırım ona bugünlerde takılabilecek en kült isim! Ama gelin önce, "simitimizden önce" nerelere kadar uzanan elleri görelim. Böylece, "yahu kimin aklına geldi şuncacık simitten bir cafe-ev projesi yaratmak?" şeklinde dillenen ve yakında fikrin sahibine pazarlama nobeli vermeye kalkabilecek liberal şaşkınlığı anlayabiliriz hep beraber...
Dönüşümü incelerken veri alınabilecek öznelerden biri de simit. "Susamlı küçük burjuva" sanırım ona bugünlerde takılabilecek en kült isim! Ama gelin önce, "simitimizden önce" nerelere kadar uzanan elleri görelim. Böylece, "yahu kimin aklına geldi şuncacık simitten bir cafe-ev projesi yaratmak?" şeklinde dillenen ve yakında fikrin sahibine pazarlama nobeli vermeye kalkabilecek liberal şaşkınlığı anlayabiliriz hep beraber...
Yabancı bir sandviç evi
Türkiye'deki ilk şubesini açtığında, ki internet sitesi Ocak 2006 dese de,
yıllardan 2002 idi. Mecidiyeköy'deki şubesinden sabahları kahvaltı niyetine
aldığım tost ekmeği arası beyaz peynir ve süslemeler (biz
marul-domates-salatalık deriz genelde) ile en azından poğaça-çay menüme
haftanın birkaç gününde renk kattığımı düşünüyordum. Bu mütevazı görünümlü
markanın (çalışanlarının komik kıyafetlere büründürülse de özünden bir şey
kaybetmemiş insanımız oluşudur beni markaya karşı bu tanımı kullanmaya iten)
yurtdışındaki statüsünü ise 2005 yılında gittiğim New York'ta, her öğlenini o
markanın sandviçleriyle geçiren ofis arkadaşımdan öğrenecektim. Ve yine
öğrenecektim ki obeziteyi sütte veya peynirde bulunan iki masum bakteride
arayan Amerikalılar için öğle yemeklerinde değişik tatlar denemek şöyle dursun,
takıntısı olan pizza, sandviç veya salatadan bir günlüğüne dahi caymak en büyük
günahtır.
Kimisi yiyecek başka bir şey
bulamadığından, kimisi ölüm derecesindeki zayıflığını korumak adına, kimisi de
tek tip yiyecek diyetinin obezliğini azaltacağını duyduğundan mıdır nedir,
salata New York'ta en çok tercih edilen öğle yemeğidir (ama bu salata, üzerinde
tuhaf binbir çeşit yağlı ve baharatlı sosları ve içine katılan et, türlü
sebzeler ve yanında yenen cipsi ile karmakarışık bir salata). Aklıma, yıllar
önce bazı ses sanatçısı ünlülerimizin başlattığı, "güzelliğimi ve kilomu
sadece makarna yeme diyetine borçluyum... Bütün gün maydonoz suyu ile
yaşıyorum... Her yemekten sonra kusuyorum (bu söylenmeyen türüdür)"
şeklindeki kampanyalar geldi. Bu sayede Amerikalı güzellere benzemeye çalışan
bir sürü genç ve güzel (hafif balıketi) kızımız obeziteyi aratacak düzeyde
anorexia ve blumia sınırında yaşadı uzun yıllar. Hala yaşayanları ve ısrarla
özendirenleri var.
Nerede kalmıştık?
Burjuvalaşan... Evet, Taksim başta olmak üzere bütün merkezleri parselleyen
bilindik Amerikan ve İngiliz kahve evleri gibi bu sandviç markası da Türkiye'yi
parsellemeye karar vermişti. Yıl 2002 idi ve markanın planları
"tutmadı". Suya düşen planı, "kapitalistin kâr marjı, global
hedefine yetmedi" diyerek yeniden tanımlamak boynumuzun borcu olsun. Önce
Mecidiyeköy'deki şube kapatıldı. Sonra Taksim ve diğer şubeler. Sonra da
markanın esamesi yine bilmemkaçbin şubesiyle mesken tuttuğu diğer ülkelerde
okunmaya devam etti. Derken... Zaman içinde sönen yanardağ birgün patlamaya
karar verdi. Diğer bütün dönüşüm aktörlerine yakın zamanlama ile.
Bir Türk firması, bu markayı
yeniden "keşfetti" ve içinde bulunduğumuz yılın Ocak ayında marka
tekrar piyasamıza giriş yaptı. Hem de nerede dersiniz? "Cadde"de. Sizler
de çok iyi bilirsiniz ki bir markayı halkın kanına sokmanın ve kült haline
getirmenin en iyi yolu, en azından ilk şubeyi İstanbul'da Etiler, Bağdat
Caddesi, Akmerkez ve şimdilerde Metrocity, Canyon ve adlarını ezberleyemediğim
mantar gibi türeyen alışveriş merkezlerinden birinde konuşlandırmaktır. Sonra
da kültürel ve maddi düzeylerine göre diğer semtlere ve nihayetinde
"Anadolu'ya" serpiştiriverirsiniz. Böylece kendisine yıllar boyu ezik
olması ve durması öğretilen "halk" da "kıvanır, gönenir" ve
"gelişir." Yabancı sermayeyi kapımızın dibinde görünce heveslenmemiz
ve sanki bir üst sınıfa atlayıvermişiz gibi sinir uçlarımızın ukalalaşması
beklenir. Halbuki biz hep ezik geldik ezik gideceğiz, bu da asla unutturulmaz.
Evet, sınıfım asla unutmaz!
O caddedeki sandwich
dükkanından beslenen kişi elbette ki şu marka blue jean giymeli ve bu marka
telefonla konuşup bilmemkimin konserlerine koşmalıdır. Ama dikkat edilmesi
gereken, bu mekanların önceleri (en azından marka hastalığı bütün kente
sardırılmadan) tek bir lokasyonda türetilmesidir. Marjinaller ilgi çeker, arzı
talebinden büyük olan ticari malın... Teorisinden uzaklaşarak ve oldukça yalın
haliyle, kaçan kovalanır ve insanımızın kanına tepeden itibaren sokulacak olan
bu yeni trendlerin ince bir planlama ile sınıf sınıf tüketilmesi sağlanır.
Sınıf sınıf tüketilen bir "şey" giderek "ama herkeste var,
herkes gidiyor"a mı dönüşüyor yoksa bazıları buna özenti mi diyor ne
dersiniz? Başlığımızdaki sınıf olan işçi sınıfıdır ve bu özentilere gerek maddi
gerek sınıfsal nedenlerle fazla bulaşamamaktadır, bulaşmamaktadır. Metrocity'de
işçi sınıfından, gerçek işçi sınıfı kesitinden birilerini bulma olasılığınız,
Pisa Kulesi'nin düzelme olasılığı kadardır. Ama yine de bu dönüşümler işçi
sınıfının tek akşam eğlencesi olan televizyon ekranından ya da tek haber
kaynağı burjuva ideolojisi üreten basınından öğrendikleridir ve yaşamın bundan
ibaret olduğu sandırılmaktadır.
Marjinal olacaksın... Hatta
öyle ki önceleri sadece Etiler'de açılan ve başka şubesi ancak ve ancak
Bebek'te çok sonraları görülen bir İngiliz patissiere (pastane canım, ne
kasıyoruz ki) de ününü böyle tutturmuştu. Not edelim, bahsi geçen sandviç
evinde sandviç fiyatları yeni lokasyonuna bakılarak nerelere tırmandırılmıştır
bilemeyiz ama yukarıda örneklenen kahve evlerinde bir fincan kahve 5-7 YTL,
pastanede ise bir kurabiye 5 YTL'dir. (Not: Güzelim simit bütün bu dirençlere
rağmen hala 50 kuruştur. O da dışarıdaki gezici simit araçlarında. Yazımıza
konu Susamlı Küçük Burjuva'nın en ucuzu 1 YTL'dir ve sapsadelidir)
Halbuki kahvaltımızın misafiri işçi sınıfının, hafta içi fabrikasında
yemek yese de bir haftasonu gezisinde ailece öğle yemeğinde alabileceği, bahsi
geçen fiyatlarla, birer kurabiye belki birer çaydır. Daha olmadı
sapsadelisinden bir simit ve bir bardak demsiz çay. Sizce hak ettiği bu mudur?
Bir başka örnek, bazı yerel
markalarda görüldü. Bu anlamda kendini en azından tadında ve dış görünüşünde
bozmayan tek mekan Taksim'deki İnci Pastanesi olsa gerek. (Marka adı
kullanmaktan kaçındığım bu yazıda sadece bu ismin geçmesindeki tek niyet,
Taksim'de bozulmadan nelerimizin kaldığına işaret edebilmektir ve üzücüdür ki
eldeki tek mekan sanırım burasıdır). Bu markalar, önceleri sade tasarımlı
mekanlarında örneğin sadece süt ve süt ürünlerinden mamul pasta ve tatlılar
sunarken, artık tavuk dönerden tosta, su böreğinden kahve yanında verilen
cookie (kurabiye)lere kadar kendilerini yeni düzen(lemey)e uydurdular. Tarihler
ikibinlerin başını, saatler öğle tatilini gösterdiğinde aslında bu mekanlarda
öğle tatili müşterisine ayıracak masa ve emek kalmamıştı. Devir, ders çıkışı
hava atma ve piyasa tutma sevdalısı, eğitiminde bilimsizlikle malul öğrenci
kesiminin devriydi. En azından dayatılan buydu. Dayatılan bir diğer şey de her
küçük değişikliğin menüye yansıyan "fiyatlarıydı".
Tamam, değişimin her türlüsüne
bahane bulmayalım, bunlar arasında çok şık duranlar da oldu ama lütfen,
kahvemin yanında misket büyüklüğündeki bir (1) kurabiye, fiyata en az 1 YTL
olarak yansıtılıyorsa ben öyle değişimi istemiyorum!
Satıcı gittikçe kapitalistleşirken,
halka sınırsız kredi kartı kullanımı ve taksit olanakları ile tam da Amerikan
stili bir tüketme sıfatı yapıştı. Yapıştı diyorum çünkü en çok sığınılan
"halk böyle istiyor" şiarının da bunu diline dolayan sıfatsızların
maskesinin de bu yafta gibi artık "düşmesi gerekiyor!" Cem-i cümle
tekmili birden hem de!
Küçük burjuvalaştırılan susamlı
simitimiz üzerinden okumaya çalıştığımız ve girişini bu hafta yaptığımız
dönüşüm projesi, Türkiye'de özellikle ‘80 sonrası uygulanan politikalarla bir çürüme
ve çözülme projesidir. Görsel kanıtlar bir yana, tarihsel ve kavramsal olarak
da kapitalizmin ve onun iç çürümüşlüğünün bir göstergesidir. Başkalarının,
Türkiye gelişiyor, İstanbul kültür başkenti ve benzeri söylemlerini geçelim.
İstanbul, bu haliyle bir kültürün değil, çözülmekte, dağılmakta olan ve açılan
delikleri kapamak için uzanan elleri bir bir düşen burjuvazinin örnek kenti
olarak biz soldan bakanlara umut vaadediyor. Güzel bir gelecek için ama.
Yepyeni bir anlayışla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder