Bana bunca
cümleyi yazdırabilen, çoklukla başbelası ya da içler acısı, yürek burkan veya
görmezden gelinmesine sinir olduğum bir olaydır. Ama ben başlarda bilmem bunu.
Öylesine başlarım yazmaya. Bolca saçmalarım. Anılarımdan, çocukluğumdan, ne
kadar harika biri olduğumdan bahsedip ruhumu doyurduktan sonra, o acımasız
gerçek satır aralarından bir yerden fırlayabilir. Kendimi bu konuda kontrol
edemiyorum (henüz). Nasıl bir şey bu? Hayal et şimdi.
Bir sabah
uyanmışsın, yüzünü yıkarken aynada kendinle bir karşılaşıyorsun anaaaaam! Bu
kim lan? Yüzünde sanki üç yaşındaki bebeeen sen uyurken gelmiş masada unutulan
kalemle suratını çiziktirmiş gibi garip şekiller var. Dokunmak istiyorsun
kolunu zor hareket ettiriyorsun. Bileklerinde ufak delikler var, böyle dirseğe
kadar uzanan kalınlaşmış bir de damar. Ahan da! Nikleer ne zaman bizim sahile
geldi babam yaaa diye sesli düşünürken, geceden birikmiş olabilecek radyasyonu
kovalamak arzusuyla giiit git dercesine kolunu bir sallıyorsun (radyasyonu
paspasla süpüreceğine inanan bir neslin çocukları değil miyiz?), aynaya doğru
beyaz bir şey fırlayıp yapışıveriyor. Ya seyirci, irimcek adam oldun haberin
yok!
Polanski filminde
konuk seyirci değilsin, acabağı gerçek mi diye hala şüpheyle baktığınız o
radyasyondan şaftı kaymış çocuk fotolarından birindeki yazık yavruuum da
değilsin. Hem son günlerde televizyada bir bardak çayı mideye indirerek “bak
yavrum, ben içiyorum bişey olmuyor, demek ki çayda radyasyon yok” diyen Nuri
Alço kıvamında bir bakan makan da çıkmadı. Demek ki hala güvendeyiz. Hem olaya
bir miktar yakın bölgelerde birkaçtan daha fazla kanser vakasının çıkması ve
konunun da bu konuya bağlanması neresinden baksan bi’beş yılı alır. E sen o
zamana kadar zaten yırtacaksın, kimbilir belkim de o mithiş beşyıldızlı
şirketin seni ekspat olarak yurtdışına gönderir, o da olmadı sen alır başını
gidersin. Noolcak!
Kısacası, bütün
bunlar tepemize bir karabulut olup çöktüğünde, sen buralarda muhtemelen
olmayacaksın. O yüzden, düşünmeye gerek yok. Üzme tatlı canını sen. Biz
kalanlar, ya da gitse de yüreği burada kalanlar, biz düşünürüz. Çok mu acı
geldi? Baştan alalım o zaman.
Bu akşam
televizyada Nikolai Mikhalkov’un 12 adlı filmini izledim. İçim buruldu. Film
çok güzel taam mı, ona lafım yok. İçimi burkan, bir cinayet zanlısının suçlu mu
suçsuz mu olduğuna karar verirken “bi dakka bi dakka, öyle el kaldırıp indirmek
kadar kolay mı bir insanın geleceğine karar vermek?” diyerek jüri üyelerini
özen göstermeye, dikkat etmeye, delilleri gözden geçirmeye, kısacası konuyu
tartmaya davet eden adamın durumu ve bu sahnede gözümün önünde beliren bir yüz. Yıllar önce, çalıştığım ofiste müdürlerden
birinin “atın bunu işten” demesine rağmen, patronun görev yerini değiştirmesi
ve “ben kendi gözlerimle görmek istiyorum gerçekten atılası biri miymiş” ısrarı
ile işten atmadığı bir insanı, benim görev yerime geldiği için tanıma fırsatı
bulmuştum. Eski bölümünde istenmeyen (zarar verdiği iddia edilen) sessiz sakin,
daha çok pek bize bulaşmayan ama gıcık bir tipti. Gıcıktı. Çünkü birçok iddiaya maruz kalmıştı ama kılını kıpırdatmıyor, inkar falan da etmiyor öyle takılıyordu. İnat ettik. Seni
tanıyacağız uleyyn, arkadaş olacağız senle. Sonraki aylar
boyunca o kadar çok vakit geçirdik, o kadar iyi tanıdık ve fark ettik ki asıl atılması gereken öteki herifmiş. Eğer o gün patron
müdürün lafını dinleseydi, biraz daha zaman tanımasaydı, işimiz için kritik bir
yeteneğe sahip o insandan olacaktık. Çok daha önemlisi, onu bir başkasının
ithamlarıyla yaftalayıp anılarımızda kötü bir imge olarak tarihin çöplüğüne
gönderecektik. Oysa biz onunla ne anılar biriktirdik, ne başarılara imza attık... Gururla ve sevgiyle
hatırlarım şimdi. (Anılarımdan bahsetme, ruhu arındırma kısmını da geçtik mi? dur ve iki yoga nefesi al, bir bolluk bereket meditasyonu da sıkıştır araya, oh mis!)
Şimdilerde birkaç
iyi adam, şu nükleer meselesindeki saçmalıkları kâh esprili bir dille kâh belgeler
ve referanslarla gözünüzün içine sokuyor. Sokuyor da bişey mi oluyor dersen,
hâlâ elimizde paspas, gelirse rasyasyonu iteleye iteleye kovarız saflığıyla
etrafımıza bakıyoruz. Bana görüşümü soran yok tabii, ama sormalılar. Çünkü ben
de bu topraklarda yaşıyorum, ailem, arkadaşlarım, sevdiklerim hatta
sevmediklerim, düşmanlarım bile bu topraklarda. Ben binlerce kilometre ötede bir
yerlerde keyif çatıyor da olabilirim, fark etmez. İnsan yaşıyo burada mösyööö! Ne
yapacaksın, tabii bana soracaksın! Saksı olmamayı sizden öğrenecek değiliz!
9 yaşındaki
yeğenim, “halacım, biz de yakında sizin oraya taşınırız, eğer nükleer santral bizim
buralara gelecekse annem beni santralle aynı şehirde yetiştirmeyeceğine söz
verdi” dedi birkaç ay önce yanıma geldiğinde. Çocukcağız böyle bildiğin, boynu
bükük, hayalleri samimi, gideceği kentin büyüklüğünü küçüklüğünü değil,
dertlerden uzaklığını hesap eden, daha iyi bir yaşam için kocasının tayinini
bekleyen devlet memuru karısı gibi... Belki bu seneki yılbaşı piyangosunda
talih kuşu bize de uğrar diye şans toplarını bekleyen bir kasaba insanı ya da. Ama
hani büyük kente gideriz de bizim oğlan üniversiteyi orada okur diyeninden değil.
Halkın kanını bir sülük gibi emen ağadan kaçmak istercesine büyük kente gözünü
dikmiş bir kasaba insanı gibi. Bunu söylerken gözlerini göremiyorum ancak, cümlelerindeki
edatlar, zamirler ve fiillerden anlamak mümkün. Korkuyor çocuk.
Seneeee çok sene
önce, aylardan bir kış uykusu. Boğaziçi’nin taş binalı otuzkırkıncı Louis’den
kalma binasında yurtta kalıyoruz. Bir kız var karşı odamızda, arada bir selam
vermeye, ders notu sormaya ya da odamızdaki arkadaşına uğramaya falan geliyor. Bir
Rus kızı. Bazen ailesinin gönderdiği turşulardan getiriyor (hayatınızda böyle
turşu yemediniz, garanti!) O gelince bütün gözler üzerine dikiliyor. Uzun
boylu, çok güzel, endamlı bir kız. Ama gözlerimizi üzerine yapıştırmamız için
haklı bir sebebimiz daha var. Saçları. Beline kadar gelen, simsiyaha yakın
hafif dalgalı saçlar. Ama dalgalı yanlış oldu şimdi. Saçlar çok uzun, kız çok
güzel de... Sanırsın az önce bir Hot Shots sahnesi çekilmiş, o da başrolün
elektriğe çarpılma sahnesinin dublorüymüş, işini bitirmiş gelmiş gibi. Üstünden
duman çıktığını söylesem inanırsın. Tamamen yanmış, kuruluktan hafif
ayaklanmış, dalgalı değil, zigzaglı. Alabildiğine uzun ve garip bir saç. Görüyoruz
ama soramıyoruz da. Sormaya utanıyoruz, bildin mi? Ayıp çünkü böyle şeyler o
zaman.
Sonraları, odamızdaki
arkadaşına sorma cesareti bulduk. Noolmuştu bu kızın saçlarına? “Çernobil”
dedi. Başka soru sormadık. Nükleer kazasından geriye kalan tek anısı “yanmış ve
tüm özelliğini kaybetmiş” saçlarıydı. Yüzündeki canlılık olmasa, kağıttan bir
bebek olduğunu söyleyebilirdiniz. Birgün, o kadar dikkatle bakmışım ki “biraz
yandı. Ama bildiğin saç hâlâ. istersen dokunabilirsin” dedi. Artık geri
gelmezmiş. Böyle çıkıyormuş hep. Ama olsunmuş. Hayattaymış, güvendeymiş ya o
yetermiş. Hiç unutmam, unutamam.
Şimdilerde,
etrafınızda sizi gülmekten kıran nükleer şakalarını dinlerken, bu konuda yazıp
çizenleri okurken, hiç mi, ama hiç mi korkmuyorsunuz? Çernobil’de olanları ve
ölenleri yaş haddinden hatırlamıyor olabilirsiniz, Japonya’da olanlarla çokkzak
kardiş diyerek ilgilenmediniz diyelim. Akkuyu’da ya da Sinop’ta olanlara nasıl
sırtınızı döneceksiniz? Olmayacak mı diyeceksiniz? Var mı lan aranızda gerçekten
bu kadar.... neyse sakin...
Bana bunca
cümleyi yazdırabilen, çoklukla başbelası ya da içler acısı, yürek burkan veya
görmezden gelinmesine sinir olduğum bir olaydır. Ama ben başlarda bilmem bunu.
Öylesine başlarım yazmaya. Bolca saçmalarım (bunu yukarıda hallettik sanırım).
Anılarımdan, çocukluğumdan, ne kadar harika biri olduğumdan bahsedip ruhumu
doyurduktan sonra (bunu da geçtik), o acımasız gerçek satır aralarından bir
yerden fırlayabilir.
Yine gecenin sabaha karşısında, tatlı suratıyla yeğenim ve saçlarıyla Natalya
karşımda öylece durdu ve bana baktı. Bu yol nere gider bacım dediler. Yol bir
yere gitmez o bir durma biçimidir dedim. Çünkü insan olmak, olmadığın yerde bile insan olma hakkını aramayı bunun için mücadele etmeyi gerektirir, o bir yaşama biçimidir. Çünkü radyasyondan koşarak
kaçamazsınız, o bir ölme biçimidir. Çünkü tırtıllar asla asla asla kahverengi bot giymezler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder