17 Nisan 2015 Cuma

güzelliğini damarlarından akan yeşil kana borçlusun Natalya!

Bana bunca cümleyi yazdırabilen, çoklukla başbelası ya da içler acısı, yürek burkan veya görmezden gelinmesine sinir olduğum bir olaydır. Ama ben başlarda bilmem bunu. Öylesine başlarım yazmaya. Bolca saçmalarım. Anılarımdan, çocukluğumdan, ne kadar harika biri olduğumdan bahsedip ruhumu doyurduktan sonra, o acımasız gerçek satır aralarından bir yerden fırlayabilir. Kendimi bu konuda kontrol edemiyorum (henüz). Nasıl bir şey bu? Hayal et şimdi.

Bir sabah uyanmışsın, yüzünü yıkarken aynada kendinle bir karşılaşıyorsun anaaaaam! Bu kim lan? Yüzünde sanki üç yaşındaki bebeeen sen uyurken gelmiş masada unutulan kalemle suratını çiziktirmiş gibi garip şekiller var. Dokunmak istiyorsun kolunu zor hareket ettiriyorsun. Bileklerinde ufak delikler var, böyle dirseğe kadar uzanan kalınlaşmış bir de damar. Ahan da! Nikleer ne zaman bizim sahile geldi babam yaaa diye sesli düşünürken, geceden birikmiş olabilecek radyasyonu kovalamak arzusuyla giiit git dercesine kolunu bir sallıyorsun (radyasyonu paspasla süpüreceğine inanan bir neslin çocukları değil miyiz?), aynaya doğru beyaz bir şey fırlayıp yapışıveriyor. Ya seyirci, irimcek adam oldun haberin yok!

Polanski filminde konuk seyirci değilsin, acabağı gerçek mi diye hala şüpheyle baktığınız o radyasyondan şaftı kaymış çocuk fotolarından birindeki yazık yavruuum da değilsin. Hem son günlerde televizyada bir bardak çayı mideye indirerek “bak yavrum, ben içiyorum bişey olmuyor, demek ki çayda radyasyon yok” diyen Nuri Alço kıvamında bir bakan makan da çıkmadı. Demek ki hala güvendeyiz. Hem olaya bir miktar yakın bölgelerde birkaçtan daha fazla kanser vakasının çıkması ve konunun da bu konuya bağlanması neresinden baksan bi’beş yılı alır. E sen o zamana kadar zaten yırtacaksın, kimbilir belkim de o mithiş beşyıldızlı şirketin seni ekspat olarak yurtdışına gönderir, o da olmadı sen alır başını gidersin. Noolcak!

Kısacası, bütün bunlar tepemize bir karabulut olup çöktüğünde, sen buralarda muhtemelen olmayacaksın. O yüzden, düşünmeye gerek yok. Üzme tatlı canını sen. Biz kalanlar, ya da gitse de yüreği burada kalanlar, biz düşünürüz. Çok mu acı geldi? Baştan alalım o zaman.

Bu akşam televizyada Nikolai Mikhalkov’un 12 adlı filmini izledim. İçim buruldu. Film çok güzel taam mı, ona lafım yok. İçimi burkan, bir cinayet zanlısının suçlu mu suçsuz mu olduğuna karar verirken “bi dakka bi dakka, öyle el kaldırıp indirmek kadar kolay mı bir insanın geleceğine karar vermek?” diyerek jüri üyelerini özen göstermeye, dikkat etmeye, delilleri gözden geçirmeye, kısacası konuyu tartmaya davet eden adamın durumu ve bu sahnede gözümün önünde beliren bir yüz. Yıllar önce, çalıştığım ofiste müdürlerden birinin “atın bunu işten” demesine rağmen, patronun görev yerini değiştirmesi ve “ben kendi gözlerimle görmek istiyorum gerçekten atılası biri miymiş” ısrarı ile işten atmadığı bir insanı, benim görev yerime geldiği için tanıma fırsatı bulmuştum. Eski bölümünde istenmeyen (zarar verdiği iddia edilen) sessiz sakin, daha çok pek bize bulaşmayan ama gıcık bir tipti. Gıcıktı. Çünkü birçok iddiaya maruz kalmıştı ama kılını kıpırdatmıyor, inkar falan da etmiyor öyle takılıyordu. İnat ettik. Seni tanıyacağız uleyyn, arkadaş olacağız senle. Sonraki aylar boyunca o kadar çok vakit geçirdik, o kadar iyi tanıdık ve fark ettik ki asıl atılması gereken öteki herifmiş. Eğer o gün patron müdürün lafını dinleseydi, biraz daha zaman tanımasaydı, işimiz için kritik bir yeteneğe sahip o insandan olacaktık. Çok daha önemlisi, onu bir başkasının ithamlarıyla yaftalayıp anılarımızda kötü bir imge olarak tarihin çöplüğüne gönderecektik. Oysa biz onunla ne anılar biriktirdik, ne başarılara imza attık... Gururla ve sevgiyle hatırlarım şimdi. (Anılarımdan bahsetme, ruhu arındırma kısmını da geçtik mi? dur ve iki yoga nefesi al, bir bolluk bereket meditasyonu da sıkıştır araya, oh mis!)

Şimdilerde birkaç iyi adam, şu nükleer meselesindeki saçmalıkları kâh esprili bir dille kâh belgeler ve referanslarla gözünüzün içine sokuyor. Sokuyor da bişey mi oluyor dersen, hâlâ elimizde paspas, gelirse rasyasyonu iteleye iteleye kovarız saflığıyla etrafımıza bakıyoruz. Bana görüşümü soran yok tabii, ama sormalılar. Çünkü ben de bu topraklarda yaşıyorum, ailem, arkadaşlarım, sevdiklerim hatta sevmediklerim, düşmanlarım bile bu topraklarda. Ben binlerce kilometre ötede bir yerlerde keyif çatıyor da olabilirim, fark etmez. İnsan yaşıyo burada mösyööö! Ne yapacaksın, tabii bana soracaksın! Saksı olmamayı sizden öğrenecek değiliz!

9 yaşındaki yeğenim, “halacım, biz de yakında sizin oraya taşınırız, eğer nükleer santral bizim buralara gelecekse annem beni santralle aynı şehirde yetiştirmeyeceğine söz verdi” dedi birkaç ay önce yanıma geldiğinde. Çocukcağız böyle bildiğin, boynu bükük, hayalleri samimi, gideceği kentin büyüklüğünü küçüklüğünü değil, dertlerden uzaklığını hesap eden, daha iyi bir yaşam için kocasının tayinini bekleyen devlet memuru karısı gibi... Belki bu seneki yılbaşı piyangosunda talih kuşu bize de uğrar diye şans toplarını bekleyen bir kasaba insanı ya da. Ama hani büyük kente gideriz de bizim oğlan üniversiteyi orada okur diyeninden değil. Halkın kanını bir sülük gibi emen ağadan kaçmak istercesine büyük kente gözünü dikmiş bir kasaba insanı gibi. Bunu söylerken gözlerini göremiyorum ancak, cümlelerindeki edatlar, zamirler ve fiillerden anlamak mümkün. Korkuyor çocuk.

Seneeee çok sene önce, aylardan bir kış uykusu. Boğaziçi’nin taş binalı otuzkırkıncı Louis’den kalma binasında yurtta kalıyoruz. Bir kız var karşı odamızda, arada bir selam vermeye, ders notu sormaya ya da odamızdaki arkadaşına uğramaya falan geliyor. Bir Rus kızı. Bazen ailesinin gönderdiği turşulardan getiriyor (hayatınızda böyle turşu yemediniz, garanti!) O gelince bütün gözler üzerine dikiliyor. Uzun boylu, çok güzel, endamlı bir kız. Ama gözlerimizi üzerine yapıştırmamız için haklı bir sebebimiz daha var. Saçları. Beline kadar gelen, simsiyaha yakın hafif dalgalı saçlar. Ama dalgalı yanlış oldu şimdi. Saçlar çok uzun, kız çok güzel de... Sanırsın az önce bir Hot Shots sahnesi çekilmiş, o da başrolün elektriğe çarpılma sahnesinin dublorüymüş, işini bitirmiş gelmiş gibi. Üstünden duman çıktığını söylesem inanırsın. Tamamen yanmış, kuruluktan hafif ayaklanmış, dalgalı değil, zigzaglı. Alabildiğine uzun ve garip bir saç. Görüyoruz ama soramıyoruz da. Sormaya utanıyoruz, bildin mi? Ayıp çünkü böyle şeyler o zaman.

Sonraları, odamızdaki arkadaşına sorma cesareti bulduk. Noolmuştu bu kızın saçlarına? “Çernobil” dedi. Başka soru sormadık. Nükleer kazasından geriye kalan tek anısı “yanmış ve tüm özelliğini kaybetmiş” saçlarıydı. Yüzündeki canlılık olmasa, kağıttan bir bebek olduğunu söyleyebilirdiniz. Birgün, o kadar dikkatle bakmışım ki “biraz yandı. Ama bildiğin saç hâlâ. istersen dokunabilirsin” dedi. Artık geri gelmezmiş. Böyle çıkıyormuş hep. Ama olsunmuş. Hayattaymış, güvendeymiş ya o yetermiş. Hiç unutmam, unutamam.

Şimdilerde, etrafınızda sizi gülmekten kıran nükleer şakalarını dinlerken, bu konuda yazıp çizenleri okurken, hiç mi, ama hiç mi korkmuyorsunuz? Çernobil’de olanları ve ölenleri yaş haddinden hatırlamıyor olabilirsiniz, Japonya’da olanlarla çokkzak kardiş diyerek ilgilenmediniz diyelim. Akkuyu’da ya da Sinop’ta olanlara nasıl sırtınızı döneceksiniz? Olmayacak mı diyeceksiniz? Var mı lan aranızda gerçekten bu kadar.... neyse sakin...

Bana bunca cümleyi yazdırabilen, çoklukla başbelası ya da içler acısı, yürek burkan veya görmezden gelinmesine sinir olduğum bir olaydır. Ama ben başlarda bilmem bunu. Öylesine başlarım yazmaya. Bolca saçmalarım (bunu yukarıda hallettik sanırım). Anılarımdan, çocukluğumdan, ne kadar harika biri olduğumdan bahsedip ruhumu doyurduktan sonra (bunu da geçtik), o acımasız gerçek satır aralarından bir yerden fırlayabilir.


Yine gecenin sabaha karşısında, tatlı suratıyla yeğenim ve saçlarıyla Natalya karşımda öylece durdu ve bana baktı. Bu yol nere gider bacım dediler. Yol bir yere gitmez o bir durma biçimidir dedim. Çünkü insan olmak, olmadığın yerde bile insan olma hakkını aramayı bunun için mücadele etmeyi gerektirir, o bir yaşama biçimidir. Çünkü radyasyondan koşarak kaçamazsınız, o bir ölme biçimidir. Çünkü tırtıllar asla asla asla kahverengi bot giymezler...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...