30 Mart 2016 Çarşamba

bir taşınmanın cehaletten terk anatomisi

Bazılarımız öyle garip, tuhaf, değişik, tatlı, acı, bombastik hatta çok namüsait bir mahiyette yazıyorlar ki akla bir soru geliyor ve nedense bu aynı soru hemen herkesin ilk aklına gelen sorudur: Bunları nereden buluyorsun? Siz arıyor olabilirsiniz, bize “geliyorlar.” Hemen her gün. Nereye gitsek ya da ne yapsak. Paratoneriz, çekiyoruz. Hep de bizi buluyor yahu! Ya da belki tamamen kafamdan uyduruyorum, neden? Çünkü bendeki hayal gücü hiçbirinizde yok. (meğersem de şakaymış!) Tamamen bir “yaşadığımı yazıyorum” durumu bu ve içeriği tuhaflaştıran, onca saçma tesadüfü bir araya getiren şey de bütünüyle benim şahsi absürdlüğüm. Esneyerek doğmuş bir bebekten bahsediyoruz ey kitle!

En son kaldığımız yerde, 500 güne yakın bir zamanı pazar dahil günde 14 saat kadar bir AVM’de gözlem yaparak geçirdikten sonra (o sırada yaptığım işi kendime açıklamanın yolu buydu, yoksa devrelerim yanmak üzereydi), 2015’in Temmuz ayında her şeyi geri sardım, dükkanı kapadım, evdekiler dâhil eşyalarımı ve hayatımı küçülterek delicesine bir inzivaya çekildim. Hani kışlıkları bir plastik torbaya dolduruyorsun da elektrik süpürgesinin hortumuyla deliğinden havasını çektirince böyle bin kat küçülüp dümdük oluyor ya o kocaman paket? İşte ben de hayatımın tamamını, duygularım ve elimdeki gerçeklikle birlikte bir torbanın içinde küçülttüm, minnak bir paket yaptım, koydum cebime, düştüm yola (zihnimde tabii. Fiziksel yolculuğa daha gelmedik.)

2016’nın ilk günlerine kadar yaptıklarımı zaman zaman yazdıklarımın içerisinde bulabilir, anlayabilirsiniz. Eşyalarımdan, okunmuş kitaplarımdan, en önemlisi de yıllardır omuzlarımda taşıdığım ve arada küfeyi sırtımdan atarken indirmeye kıyamadığım her şeyi ATTIM. Çok zor mu oldu? Aksine, bir kez kurtulmaya başlarsan daha hızlı, daha vahşi, daha katı bir şekilde atmaya devam ediyorsun. Bunu daha önce “vazgeçmek özgürlüktür” sözüyle anlatmaya çalışmıştım buralarda bir yerlerde.

En son, 2 kapılı bir gardıroba sığacak kadar kıyafetim (her türden), 3 raflı kitaplığa sığacak kadar kitabım, bir kamyoneti doldurmayacak kadar ev eşyamla artık uçuşa hazırdım. Yeni yıla girdiğimde, bana ne olduğunu tam olarak çözebilen iki kişi vardı; biri, İzmir’de bıraktığım gönül dostu iki arkadaşım ve diğeri yazılarıma zaman zaman konu olan (taşındığım için eski) komşum Dağlar Kızı. Eski demek hoşuma gitmediği için durum belirtmek adına parantez içine hapsettim. Onun bendeki izi çok mühimdir. Birazdan detaylandırarak gülmekten karnınızı ağrıtacağım hikâye ve benzeri birçok vakada başrol veya yardımcı kadın oyuncu olarak Oscarlık bir performansı mevcuttur. Hatırlarsınız canııım, hani 4 kişilik bir hanenin yıllık su tüketimini evde bulunmadığı 15 gün içerisinde tüketebilme yeteneği olan arkadaşım, hah bildin mi? Şimdi okuyacağınız olayın başladığı gün, dağlar kızıyla tanıştığımız gündür. Farklı bir deyişle, her şey benim o apartumana taşınmam ve dağlar kızının interneti paylaşalım mı teklifiyle kapıma gelmesiyle başladı…
Sonraki 2 yıl boyunca dağlar kızı ve ben neredeyse her akşam (özellikle de şu tükanı kapama vakasından sonraki her gece hem biz hem de annelerimiz) kahve yaptım gelsene, kısır oldu mu ben çayı koydum, ay şurdan iki çekirdek çitleyek Poyraz Karayel izleyek, salça yapıcaz senin şu blenderi kap gel, mutfak üst dolabından tencereyi indiriver kızım, perdeleri ben asarım anneeem gibisinden daha binbir bahaneyle birbirimizin evinden çıkmadık. O kadar ki dağlar kızının “insan 2 yaşındaki kızından daha sevimli olabilir mi” tipli (ve çipil bakışlı) ablasının deyimiyle “keşke iki daire arasında iç merdiven olaydı, ayakkap giy-çıkar yoruluyorduk vallahi!”

Dağlar kızı, annesi, ablaları ve onların kardeşim gibi sevdiğim eşleri ile oynamalara doyamadığım kızları sayesinde kabuğuna çekilme dönemimin en bombastik günlerini yaşadım. Köye gittim, yılan gördüm, acı su denen yeraltından gelen soda suyundan içtim. Ayda en az 10 kez fal baktım, baktırdım (aşırı bilimsel bir insan olmama rağmen spritüal konularda üstüme yoktur!) Derken İstanbul beni baydı beybilerim…

İşin aslı gayet pragmatik bir yaklaşım. Son altı aydır evden çalışıyorum, dünya artık mobil zaten. Eh İstanbul’da yaşamak demek, en azından kira, ısınma parası vb derken tekmili birden ayda ortalama 2,000TL demek ve karşısına koyabildiğim şey de bu miktar cebimde kalırken deniz manzaralı 20 metrekare balkonuyla İstanbul’dan 800 kilometre uzaklıktaki aile evimiz. Deniz manzaralı lafını duyunca bana gıcık olan sayısız arkadaşımın “allaaah seni naapmasın”ları ve artık kazancımı eve değil gezmeye tozmaya (nereye gidecektik Singapur mu?) harcama kararım birleşince kendimi tam 25 yıl önce ayrıldığım kentte buldum. Dünyanın en mutsuz ülkesinin en kuzeyinde, ülkenin en mutlu kentindeyim şimdi. En basitinden “bu kentte trafik lambası yok arkadaşlar.”

Gelince neler olduğunu bir blog açıp anlatsam ancak yeter. Ama ben size buraya nasıl geldiğimi yazıyorum şimdi.

Ocak ayının son günlerinde, kıymetli saraypartmanımızın güzide derebeyi, düşes ve şansölyeleri toplantı istediler. Efenim mesela bahçemiz neden sensörlü değil de saat ayarlı lambalarla aydınlanıyor? Ayrıyetten neden bambaştan söz verilen videolu kameralı kapı gözetlemeler çalışmıyor? Görüntülü kapı zil sistemi biyerimize yetmiyor, video kaydetsin ki geçen hafta Salı günü bize gelen kıskanç eltime “hayır kız geç geldiniz işte, bak görüntüde var görüyoruz yani bunnarı” diyebileyim. Yani kentsel dönüştürülen eski gecekondu mahallesinde yaşıyor olabiliriz ama nihayetinde duplekis ankastıra dairelerimiz var, bahçesinde çamaşır yıkayan komşularımıza bikbik yanıp sönen sokak lambamız, kameraynan izlenen girişimizle felan havamızı atamıycak mıyız?

Dediler demesine de birkaç ay öncesinde birbirlerine girdiklerinden, dili en çatallı ama en adil komşuları olarak beni yönetici seçme gafletinde bulunmuşlardı bir kere. Talep ettikleri bu dahiyane taleplerin hepsine kafamı yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak kesintisiz biçimde hı hı, ı-ıh, tebi tebi, hayır asla olmaz, hadi canım iyi günneer diyerek taş koydum. Sonra baktım ki arabuluculuk, ekonomi, bütçe, akılcı çözümler falan derken, adil ve becerikli apartuman yöneticisi rolümü pek âlâ oynarken bir yandan da özellikle birbirine diş bileyen (ve her ikisi de diğerini paçoz kendini ikoncan gören) iki derebeyinin süregelen telefonlu tacizine maruz kalmaya başlamışım. Biri arıyor “bana bak (yani o baksın) o ayakkap dolabı kapıdan kalkıcak (kaldırsın)”, tam ben bunu kendisine söyleyip söylemediğini soracam çaat kapanıyor suratıma telefon. Ötekine kibarca ileteyim diyorum (apartman kuralı gereği de o dolabın kalkması gerekiyordu o ayrı) “benim ondan dinleyecek bişeyim yok” deyip suratıma kapatıyor. Biri çirkefse öteki çamur banyosu. Üstelik bunlardan biri ev sahibim ve kendisi sık sık komşularıma uğrayıp “yau komşulardan Ayşaanım evini 1300’e kiraya vermiş, benimki ucuza gidiyor valla”, “yau şu ilerdeki köylüm dayresini 1200’e vermiş valla benimki ucuza gidiyor valla” diye diye canlarından bezdirdi. O kadar ki biz taşınmasak da birkaç ay içinde kapımıza dayanacaklarını ve 800 olan kirayı 1300 yapmamız için baskı kuracaklarını biliyorduk.

Derken toplantı başladı. Neyse ki bu kavgalı iki tipten biri yok. Toplantı ne diyeceğini bilemeyen ama söz bir kendisine gelse hemen şunnaaarı bunnaarı isteyecek olanlarla dolu. Dolu diyorum gerçi epi topu 5 daireyiz 7 kişiyiz. Dağlar kızı da yanımda oturuyor. Ben hal hatır sorduktan hemen sonra, herkesin içinde “eee yolcu yolunda gerek, ben Mart’ın başında taşınıyorum. Yöneticilik nöbetini de devrediyorum, artık oğlunuza mı verirsiniz, meşhur komşunuz derebeyine mi verirsiniz, size mutluluklar diliyorum. Haa bu arada bahçeye sensörlü aydınlatmadan önce, apartman ortak alanına gelen 800 liralık elektrik faturasına bir itiraz edin” deyiverdim.

İçeride depozitom var ve taşınma kararını verdiğimizden beri annemle “kesin bunun üstüne yatacaklar, bari kalan son 15 gün kirasını oradan düşelim” deyip az miktar akıllılık ettik. Ev sıfır tamam, biz de elimizi sürmemişiz. İnşaat işi yapan veya ev sahibi olanlar daha iyi anlar, duvarlarında bir tane bile çivi yok. Ev sahibine depozitodan kira düşmek kelimelerini aynı anda söyleyince “yauu dur daha o yeter mi bakalım, ev boyanacak, boya parasından artarsa…” dedi. Hah dedim bak, yatacak üstüne dedik biz. “Yahu Dere Bey, bu ev iki yıl olmadı yapılalı, duvarlar tertemiz, bir baksaydınız da öyle karar verseydiniz boyaya” dedim. Yooktu, karar kesindi, ev sıfır verilmişti, sıfır alınacaktı. İçimdeki intikam haznesine birinci çentiki attım.

Biz artık taşınacağız ya annemin memleketteki evine döneceğiz, İstanbul’dan da kurtulacağız ya, içimiz rahat, huzurlu eşya toparlayıp komşularla kekli kısırlı kıkırdamaya başladık. Ama unutmadım, o komşuya kira parası çekiştirmelerini, o depozitoya el koymalarını, o gözlerinin doymamalarını unutmadım. Peki ne yaptım?

Öncelikle biz gidesiye kadar evi kiracı adaylarına hem de hemen gösterebileceklerini, bizzat kendim söyledim. Ama ne zaman “evi göstercedik evde misiniz” diye sorsalar ayağımı sürüdüm. İşim çıktı, misafirim geldi. Tamamen yalan değildi. Ama kesinlikle işlerini kolaylaştırmadım.

İkinci olarak, mahallede, apartmanda, herhangi bir şekilde taşınacağımızı duyunca “acaba kaça oturuyorduk ve kaça kiraya verilecekti ki” sorularına “valla biz 800den oturuyoruz, 1300e verceklermiş, zaten depozitoyu da vermiyorlar, ille evi boyatcaklarmış, sanmam yeni evi neden boyasınlar tertemiz valla bir çivi bile yok” diyerekten salladım da salladım. O kadar rahat konuşuyordum ki ev sahibim evi önce 1100 sonra 1000 liradan kiraya vermesine rağmen çevrede çoğu kişi hep 1300’den bildi.

Son günler… 27 şubatta kamyonet geldi eşyaları yükledi gitti. Ardından biz de son iki günü (inat ettim 29 Şubat gecesine kadar anahtar teslim etmeyeceğim!) dağlar kızının evinde geçirmek üzere üst kata geçtik. O sırada aklımıza geldi. Şimdi bu depozitoya boya için el koydular (ve ne hikmetse boyacı tam da depozitoya denk bir fiyat verdi) eh 15 günlük kira isteyecekler üstüne, belli bişey. İçimde kalmasın ben bunlara güzel bir gol atacam ama du bakali dedim. Hırs yaptım. Annem “bugüne kadar bir çivi bile çakmadık, al eline çekici, madem boyayacaklarmış bütün odalara beşer onar çivi çak” dedi. Bana aman da çok bık bık ediyorsun, gaddarsın falan demeyin hiç, siz daha annemle tanışmadınız…

Dağlar kızıyla son kahvelerimizden birini içerken mutfakta gözlerimiz parladı. Dur kız dedim, son bir gol atalım… Duvarları delmesek de boruları uçuralım kıh kıh kıh (bu operasyonun hayata geçememe sebebi yeterince kötü olamamamızdan değil, son gece son dakika kedi kumuna ulaşamamamızdandır.)

Ertesi gün komşularla vedalaştık, annemle bindik otobüse döndük memlekete. Ama talihsizlik bu ya nakliye firması mutfak eşyalarımızın bir kısmını evde bırakmış, dolapların içinin dolu olduğunu da fark etmemişiz, nihayetinde pahada ağır eşya değilse bile hatıra kahve kupalarım falan kalmış, üzüldüm tabii. Ev sahibim olacak çakal, kalan parayı alabilmek için bu eşyaları alıp evine götürmüş (yahu ben senin ocağına incir ağacı dikmemişim ne zorluyorsun!) Birkaç gün geçti ses yok. Aha dedim çakallığa bak, aklınca eşyalarımı göndermeyecek, para istiyor. Aralarında kafası çalışan tek insan olan oğullarını aradım ve dedim ki “eşyalarım annendeymiş, göndermiyor. Adresim şu. Eşyalarımı bekletmeyin çünkü onlar hatıra eşya zaten işinize yaramaz. Paraya gelince, boyayı yaptırın, faturasını hazırlatın, ondan sonra kalan parayı öderim. Boya yaptırmazsanız sizin bana ödemeniz gereken para var bilginiz olsun.” Bilimli insanın hali başka oluyor. İki gün içinde eşyaları dağlar kızına teslim etmişler…


Şimdi ne mi olacak? 1 ay geçtikten sonra nihayet kiracı bulmuşlar ve onlardan aldıkları depozitoyla boyacıyı sokmuşlar içeri. Bekliyorum. Bakalım cesaret edip benden hala o parayı isteyecekler mi? (İsterlerse ne yapacaksın demeyin, artık beni tanımış olmalısınız. Çağrı merkezlerinde “ne diyorsa yapın yeter ki sussun” denilen insanım ben…!)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...