Bazılarımız öyle garip, tuhaf, değişik, tatlı, acı,
bombastik hatta çok namüsait bir mahiyette yazıyorlar ki akla bir soru geliyor
ve nedense bu aynı soru hemen herkesin ilk aklına gelen sorudur: Bunları
nereden buluyorsun? Siz arıyor olabilirsiniz, bize “geliyorlar.” Hemen her gün.
Nereye gitsek ya da ne yapsak. Paratoneriz, çekiyoruz. Hep de bizi buluyor
yahu! Ya da belki tamamen kafamdan uyduruyorum, neden? Çünkü bendeki hayal gücü
hiçbirinizde yok. (meğersem de şakaymış!) Tamamen bir “yaşadığımı yazıyorum”
durumu bu ve içeriği tuhaflaştıran, onca saçma tesadüfü bir araya getiren şey
de bütünüyle benim şahsi absürdlüğüm. Esneyerek doğmuş bir bebekten
bahsediyoruz ey kitle!
En son kaldığımız yerde, 500 güne yakın bir zamanı pazar
dahil günde 14 saat kadar bir AVM’de gözlem yaparak geçirdikten sonra (o sırada
yaptığım işi kendime açıklamanın yolu buydu, yoksa devrelerim yanmak üzereydi),
2015’in Temmuz ayında her şeyi geri sardım, dükkanı kapadım, evdekiler dâhil
eşyalarımı ve hayatımı küçülterek delicesine bir inzivaya çekildim. Hani
kışlıkları bir plastik torbaya dolduruyorsun da elektrik süpürgesinin
hortumuyla deliğinden havasını çektirince böyle bin kat küçülüp dümdük oluyor
ya o kocaman paket? İşte ben de hayatımın tamamını, duygularım ve elimdeki
gerçeklikle birlikte bir torbanın içinde küçülttüm, minnak bir paket yaptım,
koydum cebime, düştüm yola (zihnimde tabii. Fiziksel yolculuğa daha gelmedik.)
2016’nın ilk günlerine kadar yaptıklarımı zaman zaman
yazdıklarımın içerisinde bulabilir, anlayabilirsiniz. Eşyalarımdan, okunmuş
kitaplarımdan, en önemlisi de yıllardır omuzlarımda taşıdığım ve arada küfeyi
sırtımdan atarken indirmeye kıyamadığım her şeyi ATTIM. Çok zor mu oldu?
Aksine, bir kez kurtulmaya başlarsan daha hızlı, daha vahşi, daha katı bir
şekilde atmaya devam ediyorsun. Bunu daha önce “vazgeçmek özgürlüktür” sözüyle
anlatmaya çalışmıştım buralarda bir yerlerde.
En son, 2 kapılı bir gardıroba sığacak kadar kıyafetim (her
türden), 3 raflı kitaplığa sığacak kadar kitabım, bir kamyoneti doldurmayacak
kadar ev eşyamla artık uçuşa hazırdım. Yeni yıla girdiğimde, bana ne olduğunu
tam olarak çözebilen iki kişi vardı; biri, İzmir’de bıraktığım gönül dostu iki
arkadaşım ve diğeri yazılarıma zaman zaman konu olan (taşındığım için eski)
komşum Dağlar Kızı. Eski demek hoşuma gitmediği için durum belirtmek adına
parantez içine hapsettim. Onun bendeki izi çok mühimdir. Birazdan
detaylandırarak gülmekten karnınızı ağrıtacağım hikâye ve benzeri birçok vakada
başrol veya yardımcı kadın oyuncu olarak Oscarlık bir performansı mevcuttur.
Hatırlarsınız canııım, hani 4 kişilik bir hanenin yıllık su tüketimini evde
bulunmadığı 15 gün içerisinde tüketebilme yeteneği olan arkadaşım, hah bildin
mi? Şimdi okuyacağınız olayın başladığı gün, dağlar kızıyla tanıştığımız
gündür. Farklı bir deyişle, her şey benim o apartumana taşınmam ve dağlar
kızının interneti paylaşalım mı teklifiyle kapıma gelmesiyle başladı…
Sonraki 2 yıl boyunca dağlar kızı ve ben neredeyse her akşam
(özellikle de şu tükanı kapama vakasından sonraki her gece hem biz hem de
annelerimiz) kahve yaptım gelsene, kısır oldu mu ben çayı koydum, ay şurdan iki
çekirdek çitleyek Poyraz Karayel izleyek, salça yapıcaz senin şu blenderi kap
gel, mutfak üst dolabından tencereyi indiriver kızım, perdeleri ben asarım
anneeem gibisinden daha binbir bahaneyle birbirimizin evinden çıkmadık. O kadar
ki dağlar kızının “insan 2 yaşındaki kızından daha sevimli olabilir mi” tipli
(ve çipil bakışlı) ablasının deyimiyle “keşke iki daire arasında iç merdiven
olaydı, ayakkap giy-çıkar yoruluyorduk vallahi!”
Dağlar kızı, annesi, ablaları ve onların kardeşim gibi
sevdiğim eşleri ile oynamalara doyamadığım kızları sayesinde kabuğuna çekilme
dönemimin en bombastik günlerini yaşadım. Köye gittim, yılan gördüm, acı su
denen yeraltından gelen soda suyundan içtim. Ayda en az 10 kez fal baktım,
baktırdım (aşırı bilimsel bir insan olmama rağmen spritüal konularda üstüme
yoktur!) Derken İstanbul beni baydı beybilerim…
İşin aslı gayet pragmatik bir yaklaşım. Son altı aydır evden
çalışıyorum, dünya artık mobil zaten. Eh İstanbul’da yaşamak demek, en azından
kira, ısınma parası vb derken tekmili birden ayda ortalama 2,000TL demek ve
karşısına koyabildiğim şey de bu miktar cebimde kalırken deniz manzaralı 20
metrekare balkonuyla İstanbul’dan 800 kilometre uzaklıktaki aile evimiz. Deniz
manzaralı lafını duyunca bana gıcık olan sayısız arkadaşımın “allaaah seni
naapmasın”ları ve artık kazancımı eve değil gezmeye tozmaya (nereye gidecektik
Singapur mu?) harcama kararım birleşince kendimi tam 25 yıl önce ayrıldığım
kentte buldum. Dünyanın en mutsuz ülkesinin en kuzeyinde, ülkenin en mutlu
kentindeyim şimdi. En basitinden “bu kentte trafik lambası yok arkadaşlar.”
Gelince neler olduğunu bir blog açıp anlatsam ancak yeter.
Ama ben size buraya nasıl geldiğimi yazıyorum şimdi.
Ocak ayının son günlerinde, kıymetli saraypartmanımızın
güzide derebeyi, düşes ve şansölyeleri toplantı istediler. Efenim mesela
bahçemiz neden sensörlü değil de saat ayarlı lambalarla aydınlanıyor?
Ayrıyetten neden bambaştan söz verilen videolu kameralı kapı gözetlemeler
çalışmıyor? Görüntülü kapı zil sistemi biyerimize yetmiyor, video kaydetsin ki
geçen hafta Salı günü bize gelen kıskanç eltime “hayır kız geç geldiniz işte,
bak görüntüde var görüyoruz yani bunnarı” diyebileyim. Yani kentsel
dönüştürülen eski gecekondu mahallesinde yaşıyor olabiliriz ama nihayetinde
duplekis ankastıra dairelerimiz var, bahçesinde çamaşır yıkayan komşularımıza
bikbik yanıp sönen sokak lambamız, kameraynan izlenen girişimizle felan
havamızı atamıycak mıyız?
Dediler demesine de birkaç ay öncesinde birbirlerine
girdiklerinden, dili en çatallı ama en adil komşuları olarak beni yönetici
seçme gafletinde bulunmuşlardı bir kere. Talep ettikleri bu dahiyane taleplerin
hepsine kafamı yukarı aşağı ve sağa sola sallayarak kesintisiz biçimde hı hı,
ı-ıh, tebi tebi, hayır asla olmaz, hadi canım iyi günneer diyerek taş koydum.
Sonra baktım ki arabuluculuk, ekonomi, bütçe, akılcı çözümler falan derken,
adil ve becerikli apartuman yöneticisi rolümü pek âlâ oynarken bir yandan da
özellikle birbirine diş bileyen (ve her ikisi de diğerini paçoz kendini ikoncan
gören) iki derebeyinin süregelen telefonlu tacizine maruz kalmaya başlamışım.
Biri arıyor “bana bak (yani o baksın) o ayakkap dolabı kapıdan kalkıcak
(kaldırsın)”, tam ben bunu kendisine söyleyip söylemediğini soracam çaat
kapanıyor suratıma telefon. Ötekine kibarca ileteyim diyorum (apartman kuralı
gereği de o dolabın kalkması gerekiyordu o ayrı) “benim ondan dinleyecek
bişeyim yok” deyip suratıma kapatıyor. Biri çirkefse öteki çamur banyosu.
Üstelik bunlardan biri ev sahibim ve kendisi sık sık komşularıma uğrayıp “yau
komşulardan Ayşaanım evini 1300’e kiraya vermiş, benimki ucuza gidiyor valla”,
“yau şu ilerdeki köylüm dayresini 1200’e vermiş valla benimki ucuza gidiyor valla”
diye diye canlarından bezdirdi. O kadar ki biz taşınmasak da birkaç ay içinde
kapımıza dayanacaklarını ve 800 olan kirayı 1300 yapmamız için baskı
kuracaklarını biliyorduk.
Derken toplantı başladı. Neyse ki bu kavgalı iki tipten biri
yok. Toplantı ne diyeceğini bilemeyen ama söz bir kendisine gelse hemen
şunnaaarı bunnaarı isteyecek olanlarla dolu. Dolu diyorum gerçi epi topu 5
daireyiz 7 kişiyiz. Dağlar kızı da yanımda oturuyor. Ben hal hatır sorduktan
hemen sonra, herkesin içinde “eee yolcu yolunda gerek, ben Mart’ın başında
taşınıyorum. Yöneticilik nöbetini de devrediyorum, artık oğlunuza mı
verirsiniz, meşhur komşunuz derebeyine mi verirsiniz, size mutluluklar
diliyorum. Haa bu arada bahçeye sensörlü aydınlatmadan önce, apartman ortak
alanına gelen 800 liralık elektrik faturasına bir itiraz edin” deyiverdim.
İçeride depozitom var ve taşınma kararını verdiğimizden beri
annemle “kesin bunun üstüne yatacaklar, bari kalan son 15 gün kirasını oradan
düşelim” deyip az miktar akıllılık ettik. Ev sıfır tamam, biz de elimizi
sürmemişiz. İnşaat işi yapan veya ev sahibi olanlar daha iyi anlar,
duvarlarında bir tane bile çivi yok. Ev sahibine depozitodan kira düşmek
kelimelerini aynı anda söyleyince “yauu dur daha o yeter mi bakalım, ev
boyanacak, boya parasından artarsa…” dedi. Hah dedim bak, yatacak üstüne dedik
biz. “Yahu Dere Bey, bu ev iki yıl olmadı yapılalı, duvarlar tertemiz, bir
baksaydınız da öyle karar verseydiniz boyaya” dedim. Yooktu, karar kesindi, ev
sıfır verilmişti, sıfır alınacaktı. İçimdeki intikam haznesine birinci çentiki
attım.
Biz artık taşınacağız ya annemin memleketteki evine
döneceğiz, İstanbul’dan da kurtulacağız ya, içimiz rahat, huzurlu eşya
toparlayıp komşularla kekli kısırlı kıkırdamaya başladık. Ama unutmadım, o
komşuya kira parası çekiştirmelerini, o depozitoya el koymalarını, o gözlerinin
doymamalarını unutmadım. Peki ne yaptım?
Öncelikle biz gidesiye kadar evi kiracı adaylarına hem de
hemen gösterebileceklerini, bizzat kendim söyledim. Ama ne zaman “evi
göstercedik evde misiniz” diye sorsalar ayağımı sürüdüm. İşim çıktı, misafirim
geldi. Tamamen yalan değildi. Ama kesinlikle işlerini kolaylaştırmadım.
İkinci olarak, mahallede, apartmanda, herhangi bir şekilde
taşınacağımızı duyunca “acaba kaça oturuyorduk ve kaça kiraya verilecekti ki” sorularına
“valla biz 800den oturuyoruz, 1300e verceklermiş, zaten depozitoyu da
vermiyorlar, ille evi boyatcaklarmış, sanmam yeni evi neden boyasınlar tertemiz
valla bir çivi bile yok” diyerekten salladım da salladım. O kadar rahat
konuşuyordum ki ev sahibim evi önce 1100 sonra 1000 liradan kiraya vermesine
rağmen çevrede çoğu kişi hep 1300’den bildi.
Son günler… 27 şubatta kamyonet geldi eşyaları yükledi
gitti. Ardından biz de son iki günü (inat ettim 29 Şubat gecesine kadar anahtar
teslim etmeyeceğim!) dağlar kızının evinde geçirmek üzere üst kata geçtik. O
sırada aklımıza geldi. Şimdi bu depozitoya boya için el koydular (ve ne
hikmetse boyacı tam da depozitoya denk bir fiyat verdi) eh 15 günlük kira
isteyecekler üstüne, belli bişey. İçimde kalmasın ben bunlara güzel bir gol
atacam ama du bakali dedim. Hırs yaptım. Annem “bugüne kadar bir çivi bile
çakmadık, al eline çekici, madem boyayacaklarmış bütün odalara beşer onar çivi
çak” dedi. Bana aman da çok bık bık ediyorsun, gaddarsın falan demeyin hiç, siz
daha annemle tanışmadınız…
Dağlar kızıyla son kahvelerimizden birini içerken mutfakta
gözlerimiz parladı. Dur kız dedim, son bir gol atalım… Duvarları delmesek de
boruları uçuralım kıh kıh kıh (bu operasyonun hayata geçememe sebebi yeterince
kötü olamamamızdan değil, son gece son dakika kedi kumuna ulaşamamamızdandır.)
Ertesi gün komşularla vedalaştık, annemle bindik otobüse
döndük memlekete. Ama talihsizlik bu ya nakliye firması mutfak eşyalarımızın
bir kısmını evde bırakmış, dolapların içinin dolu olduğunu da fark etmemişiz,
nihayetinde pahada ağır eşya değilse bile hatıra kahve kupalarım falan kalmış,
üzüldüm tabii. Ev sahibim olacak çakal, kalan parayı alabilmek için bu eşyaları
alıp evine götürmüş (yahu ben senin ocağına incir ağacı dikmemişim ne
zorluyorsun!) Birkaç gün geçti ses yok. Aha dedim çakallığa bak, aklınca
eşyalarımı göndermeyecek, para istiyor. Aralarında kafası çalışan tek insan
olan oğullarını aradım ve dedim ki “eşyalarım annendeymiş, göndermiyor. Adresim
şu. Eşyalarımı bekletmeyin çünkü onlar hatıra eşya zaten işinize yaramaz.
Paraya gelince, boyayı yaptırın, faturasını hazırlatın, ondan sonra kalan
parayı öderim. Boya yaptırmazsanız sizin bana ödemeniz gereken para var bilginiz
olsun.” Bilimli insanın hali başka oluyor. İki gün içinde eşyaları dağlar
kızına teslim etmişler…
Şimdi ne mi olacak? 1 ay geçtikten sonra nihayet kiracı
bulmuşlar ve onlardan aldıkları depozitoyla boyacıyı sokmuşlar içeri.
Bekliyorum. Bakalım cesaret edip benden hala o parayı isteyecekler mi?
(İsterlerse ne yapacaksın demeyin, artık beni tanımış olmalısınız. Çağrı
merkezlerinde “ne diyorsa yapın yeter ki sussun” denilen insanım ben…!)