Peki siz benim kim
olduğumu biliyor musunuz?
Ya da dur şöyle sorayım; ben kim olduğumun farkında mıyım?
Bilmeyenler için söylüyorum, çok çeşitli işler yaptım ben. Üniversitede
hoca da oldum, satış pazarlama alanında da çalıştım, proje müdürü olarak bir
sitenin garajlı bodrumundan ünlülere de seslendim (mesela bununla ilgili
anılarımdan bir kupleyi yaldızı dökülen kapitalizm başlıklı yazımda okumuştunuz
bazılarınız). Her biri çok değerli işlerdi ve bana bir dünya kazandırdılar.
Ama bunların en başında, daha tıfıl, daha acemiyken yabancı
uyruklu bir bilgisayar eğitim merkezinin çocuk ve yetişkin eğitim
programlarının koordinatörüyken, üst düzey bazı amcamlara da dersler vermişliğim,
sabah 3-5 yaş bebelerine renkli-resimli simülasyonlu bilgisayar öğretirken,
akşam mesai sonraları yönetici gruplarına aşırı Excel, süper Word, Network
(networking değil ha!) kurulumu ve benzeri konularda ahkâm kesmişliğim de var. Üstüne
bir de çevirmen olunca… Velhasıl bilmediğim halt yok sayın seyirci. Bilmek yetmiyor. Farkında olmak lazım. Özellikle de yaşadığın anın farkındalığı öyle yirmibirinci yüzyıl niiveyyç (New Age) meselesi değil. Psikolojinin, beyin/sinir biliminin ana konularından biri. Ya da bildiğin kaç bin yıllık efsane. Hafife alma yani.
Bakınız, yıllar önce bu bilgisayar eğitmenliği olayımda çok
bilinen bir firmanın süpersonik patronu, kendi ve yönetici personeli için
(mimar ve mühendis hepsi) ileri Excel uygulamaları dersi istedi. Ofisleri İstanbul’un
janti kasabalarından birinde ve mesai sonrası ya da hafta sonunda çalışmak
üzere görüştük, anlaştık. Derslere başladık. Kâh akşam 6-10 arası, kâh bir Cumartesi
öğleden öncesi, böyle böyle üç aya yaklaştık.
Bu arada, janti kasabamıza bizim ofisten gidiş gündüz veya
akşamüstü saatlerinde bir aktarmayla 30 dakika sürüyor, ancak eve dönüş zor,
mesafe kısa ve ancak iki ayrı aktarma yaparsam mümkün, bu yüzden özellikle geç
vakitte mecburen taksiye biniyorum. Tabii üç ay boyunca haftada iki veya üç
günden ve her akşam dersinden taksiyle dönüşü hesap edin, epey bir taksiye
binmişliğim var tabiatıyla. Neyse ki firma tüm masrafları karşılıyor, ders
aralarında da kahveden kurabiyeye, arada işle ilgili kutlamalara denk gelirsem
pastadan böreğe ikramlar nefis. İnsanlar elit, çevre zaten janti. Hayat bana
güzel yani.
Bir akşam, yine aynı köşeden ve yine aynı tenhalık esnasında
bir taksi çevirdim ve bindim. Burası gündüz vızır vızır işleyen bir cadde. Ofisler
genelde villa gibi bahçeli birkaç katlı binalarda, arabası olmayanların çoğu
taksi kullandığından akşamları da belirli bir saate kadar taksi kaynıyor. Ama
benim çıkışım geç. Biraz yürümezsem taksi bulmak zor, olmadı telefonla
çağırıyoruz. Neyse, bu sefer yoldan çevirdim. Gideceğim semti söyledim. Genelde
semte gelince tarif ediyorum, baştan tam cadde sokak söylemiyorum çünkü
anlaşılması zor bir yerde oturuyorum. Şoför amca “tamam” dedi ve yola revan
olduk.
Taksinin içi çok hoş bir kokuyla kaplı, bilirsiniz, belki
kiminiz de seversiniz, kavunlu bir koku. Ben çok severim. Bu sırada çalan müzik de dikkatimi çekti. Caz ama öyle mesela “klasiklerden Mozart, balelerden
Fındıkkıran” gibi kulağımıza pelesenk olmuş bir parça değil, tam anlamıyla “denişik
bir şey” (modern caz). Ben dikkat kesilip acaba bu nedir nedir diye düşünedurayım,
şoför amca “aa pardon” dedi ve torpidoya uzandı, açtı, bir CD çıkardı. Çalmakta
olan CDyi durdurarak değiştirdi. Aaa, Song of a Secret Garden! En sevdiğim! İçimden
şaşırırken, “Sezen Aksu CDsi kuzenin arabasında kaldı, siz alternatif müzik
seversiniz” dedi. Şoför amca dedi.
Bağzı gizemli anlar
var na böyle psikomanyak!
Hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar da insan…
Yok öyle değildi. Hani bir gerilim filmi izlerken katil/cani öldüğü o son
sahnede birden elini kolunu oynatır veya sen tam her şey bitti derken
köşeden hort diye hortlar ya. İşte öyle bir şey…
Yüreğim ağzıma geldi. Ensesini
görüyorum yüzünden emin değilim ancak şoför amca tanıdığım biri değil, kesin
değil. Zaten öyle olsa bindiğimde bir şey söylemez miydi? Niye şimdi durup
dururken… Dikiz aynasından bakıyorum, bir şey söyler, belki tanırım diye ama o
doğruca yola bakıyor ve hafiften de müziği mırıldanıyor, ya da bana öyle
geliyor. Yok kız, valla mırıldanıyor.
Ay beni bir korku alsın mı? Ay dilim de tutulsun mu? Ne soru
sorabiliyorum ne başka bir şey düşünebiliyorum. “Evet, tabii bu da olur”
diyebildim. “Sezen Aksu’nun bir albümü daha çıktı ama bundaki şarkılar daha bir
hüzünlü” diyerek konuşmaya devam etti. Secret Garden’in gerçekten iyi bir yol müziği
olduğundan, akşam bu saatlerde insanın pilinin bitmesinden, beyaz yakalı
hayatın insanın tüm enerjisini soğurmasından, bu yorgun ve bitkin halin
etrafımızdaki güzellikleri görmeyi nasıl engellediğinden ancak bazı insanların,
örneğin benim, nasıl gözlemci bir bakışa sahip olup küçük detayları
kaçırmayışından, böyle insanların yazmayı ve fotoğraf çekmeyi sevmesinin ve
buna yeteneğinin olmasının tesadüf olmadığından bahsetti. O bunları birkaç
cümlede toparlayabiliyordu ama ben, hele ki o arada “sizin gibi” deyişinden delicesine
ürkerek arka koltukta kapıya daha da yapışıp tavşan deliğine bakan Alice gibi,
kendimi nohut tanesi kadar hissediyordum. Ne yazık ki şoför amca hakkımda çok
şey biliyordu ve bu araba durduğunda ikimizden biri yaşamıyor olacaktı…
Nınınınnıııınnnn!
Beynim jöle gibiydi, her an şofeeer şofeeeer diye bağırarak
kapıyı açıp atlayabilirdim. Bir yandan da kozmik sahneler kuruyor, “ya bu şofer
uzaylıysa mesela, ya aslında ense kökünden koltuğuna bir hortumla bağlıysa”
falan gibi startrek kafasıyla kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Korkuyordum lan
bildiğin! Tanımadığım bir adam, hakkımda çeşitli detaylar bilerek, bana da gülümsemeli
bir edayla bunları anlatarak az sonra meydana gelecek feci sona beni kımıl
kımıl hazırlıyordu ve ben götüm götüm korkmaktan başka bir halt edemiyordum.
Sen öyle san! O sırada aracın gittiği güzergâha veya hızına da
dikkat kesildim, bir terslik daha hissedersem kapıyı açtığım gibi atacağım
kendimi. Nereye düştüm ben diye içten çığlıklar atıyor, izlediğim son Hitchcock
filminin finalini falan düşünüyorum, feyz alacağım. Lakin kafam çalışmıyor!
Dışarı bir baktım, doğru yoldayız. Ama fazla doğru bir yol bu. Sadece semti
söylediğim an, bu yoldan bu kadar gelmiş ve bana hangi cadde demeden bu kadar
ilerlemiş olamayız! Daha da fenası, bizim semtin adını söyleyince hep öteki
yoldan gitmek isterler ve ben şu yokuştan inerekten gidelim daha sakin oluyür
diyerek yönlendiririm. Ohannes, tam da benim yönlendirdiğim yokuştayız! Ben
iyice korkayım mı? Kalbim yerinden çıkacak gibi olsun mu?
Sanki birazdan amca dönecek ve yan taraftan çıkardığı kanlı bir bıçağı bana doğru sallayarak incecik bir sesle "hep bu anı beklemiştim kıh kıh kıh" diyecek... Ama kızım madem o kadar korktun, söyle şoföre, “nereden
biliyorsun amca sen bu yoldan gideceğimi, söylemedim ki, nereden biliyorsun
Secret Garden ve Sezen Aksu sevdiğimi, allah allah yani” falan de, diyorsunuz
değil mi? "Baktın tuhaflık devam ediyor, vurursun çantannan ensesine…"
Ben aklımdan bunları geçirirken, içimdeki korkmuş diğer ben “pışııık”
diyor. “Sorayım da kırsın direksiyonu öte yöne, alsın gitsin dağın başına ya da
çeksin pıçaaa… Ay bunları düşündükçe içim öyle bir yükseliyor ki yüzünde neden
orada olduğunu sorgulayan ifadeyle balmumu müzesindeki Bülent Ersoy heykeliymişim
gibi donmuşum (hayal et lütfen o sıfatı), kulağımda bırakın Secret Garden'ı Elm Sokağının müziği var ve sadece zihnimdeki tilkilerle içten
içe konuşabiliyorum.
Sonunda yokuşlu caddenin bitiminde bizim sokağın bulunduğu
yola indik ve şoför amca tam da bizim sokağın tarafına döndü. Ben acele ve net
bir sesle “tamam burada müsait bir yerde ineyim” dedim. Eve gelmeden, en önemlisi
başıma bir şey gelmeden… Şoför amca durmadı. Devam etti. Ağlamaklı oldum. O bilindik
yoldan az ileride bizim sokağa döndü, derin bir nefes aldım, kızım tamam eve
geldik dedim içimden, sorun yoktur bundan sonra herhalde, iyi de bu adam evi nasıl biliyor alllaaaahımmm!
Az önceki müsait bir yerde ineyimi de içimden demişim meğer.
Derken apartmanın önüne geldi. Durdu ve “bir gün daha bitti, öyle değil mi? ha gizli bahçe ha düş bahçesi” dedi. Parayı uzatırken dayanamadım, evin önünde olmanın
rahatlığıyla, “siz Secret Garden ve Sezen Aksu sevdiğimi, burada oturduğumu ve yazmakla
fotoğrafla ilgili düşüncelerimi nereden biliyorsunuz?” dedim. Anladığınız
üzere, çok fazla taksinin geçtiği o aynı noktadan, üç ay gibi geniş bir zaman
aralığında, bence düşük olasılıkla iki kez aynı taksiye binmeyi başarmıştım. Ben taksicimi ensesinden
tanımam ama taksicim beni dikiz aynasından tanımıştı. Tamam, ben bu olasılığı yakalamıştım da o taksici o kadar şeyi nasıl biliyordu?
“Ee,
siz anlattınız ya? Hatta taksi bulma zorluğundan bahsettiniz de ben size bu
saatlerde iş bırakıp bu semte geldiğimi anlattım, az ileride oturuyorum ben de.
Hatta eğer sonra yine denk gelirsem bakınarak geçerim demiştim, gülmüştük. Siz denk
gelmemizin düşük ihtimal olduğunu, Secret Garden çalınan bir taksiye bindiğiniz
için çok şanslı olduğunuzu söylemiştiniz. Hatta çok yorgundunuz, inerken neyse
ki gün bitti demiştiniz. Beni yargıladıkları için de onları suçlamayıp boş vermem
gerektiğini söylemiştiniz. Ben de boş verdim, o gün bugün takside istediğim
müziği dinliyorum” deyiverdi. Neyse mi? Onlar mı? Hangi şarkı? Birden dank diye bir ses duydum. Beynimin taaa içinde.
bi'çimdik at hayata!
Hayatta küçük anların büyük değerleri var. Var böyle anlar.
Aylar önce binmiştim ben o taksiye. Aylar önce, gecenin bir saatinde, benden
önceki yolcu Secret Garden parçasına “kilise müziği gibi ne bu be, ya radyodan
Türkçe bir şey bul ya da kapat şunu” şeklinde olmadık kaba laflar etmiş. Morali
bozulan şoför amca, ben de kızarım belki diye kapatmıştı müziği. Ben aksine en
sevdiğim şarkıyı duyduğum için ne kadar şanslı olduğumu söylemiştim ve ısrar
etmiştim. Sonra o bana yaşadıklarını anlatmış. Ben de ona müziğin
evrenselliğinden, birçok şarkının ne hikâyeler barındırdığından dem vurarak, Sezen Aksu’ya bağlamıştım, o bana torpidodaki Sezen albümünü göstermiş,
sonra Düş Bahçeleri'ni dinlemiştik, bak bu gizemli bahçe
bu da düş bahçesi bile demiştim, önceki yolcuyu da kastederek beyaz yakalı dünyanın
insandan birçok şeyi alıp götürdüğünü ve çoğunluğun etrafına gözlemci gözüyle
bakmadığını falan anlatıp amaan kardeş takma sen bunları, onlar caz deyince araba
modeli sanıyorlar, suşi yiyince egolarını tavandan repoya bağlıyorlar, demiştim
ve daha neler neler…
İşte böyle sayın straz taşlı kitle, siz benim kim olduğumu
biliyor musunuz? Ya da ben kim olduğumun farkında mıyım da denebilir. Taksici
abim biliyordu. Ben onu ensesinden tanımasam da o beni dikiz aynasından
tanımıştı. Aslında daha arabaya binmeden, daha o yolun köşesine yaklaşırken, “ahan
da yine o deli abla” diyerek on dakikalık yolda kim bilir ne hikâyeler ne
yorumlar duyacağı düşüncesiyle durmuştu. Aylar önce dediğim gibi, istatistik
olarak düşük ihtimaldi ama olmuştu. Öyle yoğun bir programla çalışıyor, öyle
yoğun bir zihinsel tempoda yaşıyordum ki üç ay sonra eleştirdiğim o insanlara dönüştüğümün
farkına varamamıştım.
Yok yok, onlar gibi olmamıştım ama aklım kim bilir hangi olaya
takılmıştı da böylesi eğlenceli bir anı gerilim filmi finaline benzetmiştim.
Şimdi o detayı hatırlamıyorum, o taksideki kavun kokusu ile şoför amcanın
gülümseyişi ise bugün gibi aklımda. Amca dediysem, ben yaşlardaydı. Bugün
kırklarındadır ve yine hayata gözlem gücüyle ve hafızasının desteklediği açık
zihniyle devam ediyordur. Öyle olmasını dilerim. Hayatta küçük anların büyük
değerleri var. Var böyle anlar. Yeter ki anı yaşayın ve farkında olun.