16 Mayıs 2017 Salı

ben benim kim olduğumu biliyor muyum?

Peki siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?
Ya da dur şöyle sorayım; ben kim olduğumun farkında mıyım?

Bilmeyenler için söylüyorum, çok çeşitli işler yaptım ben. Üniversitede hoca da oldum, satış pazarlama alanında da çalıştım, proje müdürü olarak bir sitenin garajlı bodrumundan ünlülere de seslendim (mesela bununla ilgili anılarımdan bir kupleyi yaldızı dökülen kapitalizm başlıklı yazımda okumuştunuz bazılarınız). Her biri çok değerli işlerdi ve bana bir dünya kazandırdılar.

Ama bunların en başında, daha tıfıl, daha acemiyken yabancı uyruklu bir bilgisayar eğitim merkezinin çocuk ve yetişkin eğitim programlarının koordinatörüyken, üst düzey bazı amcamlara da dersler vermişliğim, sabah 3-5 yaş bebelerine renkli-resimli simülasyonlu bilgisayar öğretirken, akşam mesai sonraları yönetici gruplarına aşırı Excel, süper Word, Network (networking değil ha!) kurulumu ve benzeri konularda ahkâm kesmişliğim de var. Üstüne bir de çevirmen olunca… Velhasıl bilmediğim halt yok sayın seyirci. Bilmek yetmiyor. Farkında olmak lazım. Özellikle de yaşadığın anın farkındalığı öyle yirmibirinci yüzyıl niiveyyç (New Age) meselesi değil. Psikolojinin, beyin/sinir biliminin ana konularından biri. Ya da bildiğin kaç bin yıllık efsane. Hafife alma yani.

Bakınız, yıllar önce bu bilgisayar eğitmenliği olayımda çok bilinen bir firmanın süpersonik patronu, kendi ve yönetici personeli için (mimar ve mühendis hepsi) ileri Excel uygulamaları dersi istedi. Ofisleri İstanbul’un janti kasabalarından birinde ve mesai sonrası ya da hafta sonunda çalışmak üzere görüştük, anlaştık. Derslere başladık. Kâh akşam 6-10 arası, kâh bir Cumartesi öğleden öncesi, böyle böyle üç aya yaklaştık.

Bu arada, janti kasabamıza bizim ofisten gidiş gündüz veya akşamüstü saatlerinde bir aktarmayla 30 dakika sürüyor, ancak eve dönüş zor, mesafe kısa ve ancak iki ayrı aktarma yaparsam mümkün, bu yüzden özellikle geç vakitte mecburen taksiye biniyorum. Tabii üç ay boyunca haftada iki veya üç günden ve her akşam dersinden taksiyle dönüşü hesap edin, epey bir taksiye binmişliğim var tabiatıyla. Neyse ki firma tüm masrafları karşılıyor, ders aralarında da kahveden kurabiyeye, arada işle ilgili kutlamalara denk gelirsem pastadan böreğe ikramlar nefis. İnsanlar elit, çevre zaten janti. Hayat bana güzel yani.

Bir akşam, yine aynı köşeden ve yine aynı tenhalık esnasında bir taksi çevirdim ve bindim. Burası gündüz vızır vızır işleyen bir cadde. Ofisler genelde villa gibi bahçeli birkaç katlı binalarda, arabası olmayanların çoğu taksi kullandığından akşamları da belirli bir saate kadar taksi kaynıyor. Ama benim çıkışım geç. Biraz yürümezsem taksi bulmak zor, olmadı telefonla çağırıyoruz. Neyse, bu sefer yoldan çevirdim. Gideceğim semti söyledim. Genelde semte gelince tarif ediyorum, baştan tam cadde sokak söylemiyorum çünkü anlaşılması zor bir yerde oturuyorum. Şoför amca “tamam” dedi ve yola revan olduk.

Taksinin içi çok hoş bir kokuyla kaplı, bilirsiniz, belki kiminiz de seversiniz, kavunlu bir koku. Ben çok severim. Bu sırada çalan müzik de dikkatimi çekti. Caz ama öyle mesela “klasiklerden Mozart, balelerden Fındıkkıran” gibi kulağımıza pelesenk olmuş bir parça değil, tam anlamıyla “denişik bir şey” (modern caz). Ben dikkat kesilip acaba bu nedir nedir diye düşünedurayım, şoför amca “aa pardon” dedi ve torpidoya uzandı, açtı, bir CD çıkardı. Çalmakta olan CDyi durdurarak değiştirdi. Aaa, Song of a Secret Garden! En sevdiğim! İçimden şaşırırken, “Sezen Aksu CDsi kuzenin arabasında kaldı, siz alternatif müzik seversiniz” dedi. Şoför amca dedi.

Bağzı gizemli anlar var na böyle psikomanyak!
Hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar da insan… Yok öyle değildi. Hani bir gerilim filmi izlerken katil/cani öldüğü o son sahnede birden elini kolunu oynatır veya sen tam her şey bitti derken köşeden hort diye hortlar ya. İşte öyle bir şey…

Yüreğim ağzıma geldi. Ensesini görüyorum yüzünden emin değilim ancak şoför amca tanıdığım biri değil, kesin değil. Zaten öyle olsa bindiğimde bir şey söylemez miydi? Niye şimdi durup dururken… Dikiz aynasından bakıyorum, bir şey söyler, belki tanırım diye ama o doğruca yola bakıyor ve hafiften de müziği mırıldanıyor, ya da bana öyle geliyor. Yok kız, valla mırıldanıyor.

Ay beni bir korku alsın mı? Ay dilim de tutulsun mu? Ne soru sorabiliyorum ne başka bir şey düşünebiliyorum. “Evet, tabii bu da olur” diyebildim. “Sezen Aksu’nun bir albümü daha çıktı ama bundaki şarkılar daha bir hüzünlü” diyerek konuşmaya devam etti. Secret Garden’in gerçekten iyi bir yol müziği olduğundan, akşam bu saatlerde insanın pilinin bitmesinden, beyaz yakalı hayatın insanın tüm enerjisini soğurmasından, bu yorgun ve bitkin halin etrafımızdaki güzellikleri görmeyi nasıl engellediğinden ancak bazı insanların, örneğin benim, nasıl gözlemci bir bakışa sahip olup küçük detayları kaçırmayışından, böyle insanların yazmayı ve fotoğraf çekmeyi sevmesinin ve buna yeteneğinin olmasının tesadüf olmadığından bahsetti. O bunları birkaç cümlede toparlayabiliyordu ama ben, hele ki o arada “sizin gibi” deyişinden delicesine ürkerek arka koltukta kapıya daha da yapışıp tavşan deliğine bakan Alice gibi, kendimi nohut tanesi kadar hissediyordum. Ne yazık ki şoför amca hakkımda çok şey biliyordu ve bu araba durduğunda ikimizden biri yaşamıyor olacaktı… Nınınınnıııınnnn!

Beynim jöle gibiydi, her an şofeeer şofeeeer diye bağırarak kapıyı açıp atlayabilirdim. Bir yandan da kozmik sahneler kuruyor, “ya bu şofer uzaylıysa mesela, ya aslında ense kökünden koltuğuna bir hortumla bağlıysa” falan gibi startrek kafasıyla kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Korkuyordum lan bildiğin! Tanımadığım bir adam, hakkımda çeşitli detaylar bilerek, bana da gülümsemeli bir edayla bunları anlatarak az sonra meydana gelecek feci sona beni kımıl kımıl hazırlıyordu ve ben götüm götüm korkmaktan başka bir halt edemiyordum.

Sen öyle san! O sırada aracın gittiği güzergâha veya hızına da dikkat kesildim, bir terslik daha hissedersem kapıyı açtığım gibi atacağım kendimi. Nereye düştüm ben diye içten çığlıklar atıyor, izlediğim son Hitchcock filminin finalini falan düşünüyorum, feyz alacağım. Lakin kafam çalışmıyor! Dışarı bir baktım, doğru yoldayız. Ama fazla doğru bir yol bu. Sadece semti söylediğim an, bu yoldan bu kadar gelmiş ve bana hangi cadde demeden bu kadar ilerlemiş olamayız! Daha da fenası, bizim semtin adını söyleyince hep öteki yoldan gitmek isterler ve ben şu yokuştan inerekten gidelim daha sakin oluyür diyerek yönlendiririm. Ohannes, tam da benim yönlendirdiğim yokuştayız! Ben iyice korkayım mı? Kalbim yerinden çıkacak gibi olsun mu?

Sanki birazdan amca dönecek ve yan taraftan çıkardığı kanlı bir bıçağı bana doğru sallayarak incecik bir sesle "hep bu anı beklemiştim kıh kıh kıh" diyecek... Ama kızım madem o kadar korktun, söyle şoföre, “nereden biliyorsun amca sen bu yoldan gideceğimi, söylemedim ki, nereden biliyorsun Secret Garden ve Sezen Aksu sevdiğimi, allah allah yani” falan de, diyorsunuz değil mi? "Baktın tuhaflık devam ediyor, vurursun çantannan ensesine…"

Ben aklımdan bunları geçirirken, içimdeki korkmuş diğer ben “pışııık” diyor. “Sorayım da kırsın direksiyonu öte yöne, alsın gitsin dağın başına ya da çeksin pıçaaa… Ay bunları düşündükçe içim öyle bir yükseliyor ki yüzünde neden orada olduğunu sorgulayan ifadeyle balmumu müzesindeki Bülent Ersoy heykeliymişim gibi donmuşum (hayal et lütfen o sıfatı), kulağımda bırakın Secret Garden'ı Elm Sokağının müziği var ve sadece zihnimdeki tilkilerle içten içe konuşabiliyorum.

Sonunda yokuşlu caddenin bitiminde bizim sokağın bulunduğu yola indik ve şoför amca tam da bizim sokağın tarafına döndü. Ben acele ve net bir sesle “tamam burada müsait bir yerde ineyim” dedim. Eve gelmeden, en önemlisi başıma bir şey gelmeden… Şoför amca durmadı. Devam etti. Ağlamaklı oldum. O bilindik yoldan az ileride bizim sokağa döndü, derin bir nefes aldım, kızım tamam eve geldik dedim içimden, sorun yoktur bundan sonra herhalde, iyi de bu adam evi nasıl biliyor alllaaaahımmm!

Az önceki müsait bir yerde ineyimi de içimden demişim meğer. Derken apartmanın önüne geldi. Durdu ve “bir gün daha bitti, öyle değil mi? ha gizli bahçe ha düş bahçesi” dedi. Parayı uzatırken dayanamadım, evin önünde olmanın rahatlığıyla, “siz Secret Garden ve Sezen Aksu sevdiğimi, burada oturduğumu ve yazmakla fotoğrafla ilgili düşüncelerimi nereden biliyorsunuz?” dedim. Anladığınız üzere, çok fazla taksinin geçtiği o aynı noktadan, üç ay gibi geniş bir zaman aralığında, bence düşük olasılıkla iki kez aynı taksiye binmeyi başarmıştım. Ben taksicimi ensesinden tanımam ama taksicim beni dikiz aynasından tanımıştı. Tamam, ben bu olasılığı yakalamıştım da o taksici o kadar şeyi nasıl biliyordu?

“Ee, siz anlattınız ya? Hatta taksi bulma zorluğundan bahsettiniz de ben size bu saatlerde iş bırakıp bu semte geldiğimi anlattım, az ileride oturuyorum ben de. Hatta eğer sonra yine denk gelirsem bakınarak geçerim demiştim, gülmüştük. Siz denk gelmemizin düşük ihtimal olduğunu, Secret Garden çalınan bir taksiye bindiğiniz için çok şanslı olduğunuzu söylemiştiniz. Hatta çok yorgundunuz, inerken neyse ki gün bitti demiştiniz. Beni yargıladıkları için de onları suçlamayıp boş vermem gerektiğini söylemiştiniz. Ben de boş verdim, o gün bugün takside istediğim müziği dinliyorum” deyiverdi. Neyse mi? Onlar mı? Hangi şarkı? Birden dank diye bir ses duydum. Beynimin taaa içinde.

bi'çimdik at hayata!
Hayatta küçük anların büyük değerleri var. Var böyle anlar. Aylar önce binmiştim ben o taksiye. Aylar önce, gecenin bir saatinde, benden önceki yolcu Secret Garden parçasına “kilise müziği gibi ne bu be, ya radyodan Türkçe bir şey bul ya da kapat şunu” şeklinde olmadık kaba laflar etmiş. Morali bozulan şoför amca, ben de kızarım belki diye kapatmıştı müziği. Ben aksine en sevdiğim şarkıyı duyduğum için ne kadar şanslı olduğumu söylemiştim ve ısrar etmiştim. Sonra o bana yaşadıklarını anlatmış. Ben de ona müziğin evrenselliğinden, birçok şarkının ne hikâyeler barındırdığından dem vurarak, Sezen Aksu’ya bağlamıştım, o bana torpidodaki Sezen albümünü göstermiş, sonra Düş Bahçeleri'ni dinlemiştik, bak bu gizemli bahçe bu da düş bahçesi bile demiştim, önceki yolcuyu da kastederek beyaz yakalı dünyanın insandan birçok şeyi alıp götürdüğünü ve çoğunluğun etrafına gözlemci gözüyle bakmadığını falan anlatıp amaan kardeş takma sen bunları, onlar caz deyince araba modeli sanıyorlar, suşi yiyince egolarını tavandan repoya bağlıyorlar, demiştim ve daha neler neler…

this is not farkındalık! biliyoz da konuşuyoz!

İşte böyle sayın straz taşlı kitle, siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Ya da ben kim olduğumun farkında mıyım da denebilir. Taksici abim biliyordu. Ben onu ensesinden tanımasam da o beni dikiz aynasından tanımıştı. Aslında daha arabaya binmeden, daha o yolun köşesine yaklaşırken, “ahan da yine o deli abla” diyerek on dakikalık yolda kim bilir ne hikâyeler ne yorumlar duyacağı düşüncesiyle durmuştu. Aylar önce dediğim gibi, istatistik olarak düşük ihtimaldi ama olmuştu. Öyle yoğun bir programla çalışıyor, öyle yoğun bir zihinsel tempoda yaşıyordum ki üç ay sonra eleştirdiğim o insanlara dönüştüğümün farkına varamamıştım.

Yok yok, onlar gibi olmamıştım ama aklım kim bilir hangi olaya takılmıştı da böylesi eğlenceli bir anı gerilim filmi finaline benzetmiştim. Şimdi o detayı hatırlamıyorum, o taksideki kavun kokusu ile şoför amcanın gülümseyişi ise bugün gibi aklımda. Amca dediysem, ben yaşlardaydı. Bugün kırklarındadır ve yine hayata gözlem gücüyle ve hafızasının desteklediği açık zihniyle devam ediyordur. Öyle olmasını dilerim. Hayatta küçük anların büyük değerleri var. Var böyle anlar. Yeter ki anı yaşayın ve farkında olun.

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...