5 Temmuz 2017 Çarşamba

arabesk soslu mağdur edebiyatının garabeti

Farkındasınız; sosyal medyada arkadaş listenizin durumuna göre günde ortalama üç-beş kez görebildiğiniz bir “talep”, kâh bir resim üstü yazı, kâh bir kişisel “fikrim şu” mesajıyla, gündemdeki “istenmeyen tüyün” cinsine göre güncellenerek sunuluyor.

Özellikle resim üstü yazılı paylaşımlar tıpkısının aynısı. Nefret söylemi başlığı altına yazabileceğiniz bu paylaşımlar, konu Kürtler olunca bir bayrak direğini “buyrun münasip bir şekilde taşıyın” (daha açık yazmak ağırıma gidiyor) şeklinde dile getirirken, son dönemde konu mülteciler olduğunda “işlerimizi elimizden alacaklar, kadrolara yerleştiriliyorlar”, “nüfus kağıdı veriliyor, oy kullandırılıyor”, “para alıyorlar, hastanelere bedava gidiyorlar” şeklinde bir “defolsunlar gitsinler” isyanına bürünüyor. Dahası, bu son tezahür, Kürtler için de sık sık yapılıyordu şimdi mesele başka şeye evrildi. Aslında uzun lafın kısası, hep elimizden alıyorlar, cebimizden çalıyorlar, hakkımızı yiyorlar ve nereye veriyorlar? Ötekine. Ah o öteki, bir defolup gitse de biz bize kalsak, bak gör o zaman refah seviyemizi sen! Peki Avrupa’daki Türkler oranın ötekisi olmuyor mu? Ama yook, Türkiye dışındaki her Türk, gittiği ülkenin fedaisidir ve orayı fethetmeye gönderilmiş gibi haklı bir iddiayla yaşar. Yani buradakiler öyle hayalini kurar. Ezik/mağdur edebiyatının arabesk soslu versiyonu mu desek ne desek buna?

O yüzden belki de, bizim oradaki ötekilerimiz aslında buralıdır, burada ötekileştirdiklerimizse hep oralıydı. Hah işte bunlar bir defolabilseler ülkede hayat çokzel olcak duygusu, bugün tüm sosyal medyaya ve sokağa sinmiş haldedir. Ne yazık.

Genelgeçer bir bakış açısıyla herkesin bu konuda söyleyeceği farklı fikirleri olabilir ama bilgisi olmayanın fikrinin olması da bu ülkede en çok yakındığımız olgulardan biridir (ve en trajikomik olanıdır). Bugün bunların “kralına” denk geldim: Diyor ki paylaşımda, zamanında Bulgaristan’dan da göçmenler geldiydi, onlardan hiçbirini hırsızlık, tecavüz suçları işlerken, sokaklarda dilenirken vb görmedik. Onlar bunu asla yapmazdı ama Suriyeliler yapıyor.

Kan beynime sıçradı…

Hadi tamam, herkesin düşüncesi kendine, sosyal medya hesabında paylaşabilir, orası şahsi alan denebilir. Tamam, da en sade tabiriyle bu nefret söylemi (hakaret, aşağılama, ayrımcılık, tehdit, şiddete teşvik ve benzeri diğer suçları eklemiyorum, salt nefret duygusunun pompalanması), sosyal medyadaki şahsi hesaplar üzerinden her paylaşıldığında beğeniler ve yorumlar sayesinde en az on katı sayısınca bir kitleye saniyeler içinde ulaşıyor. Kabaca her gün sosyal medya hesaplarımızdan birbirimiz üzerinden milyonlarca kez mülteci go home diyor, denmesine izin vermiş oluyoruz, en acısı denmesine maruz kalıyoruz.

Daha da kötüsü, birkaç hafta önce benimle aynı minibüse binen ve kucağındaki bebesiyle elindeki oturum izin belgesini sanki varlığının kanıtı olarak bir saniye bırakmadan bekleyen mülteci kızı unutmayacağım. Oturacak yer gösterilince kenarına ilişmesini, kıza tiksinerek bakan ve utanmadan sesli sesli “ay bitmedi bunlar hep de böyle doğurup doğurup…” demeye kalkan teyzeyi ve kızın bunu anlayan üzüntülü bakışını, aceleyle inecem inecem deyişini, benim de teyzeye inşallahlı lafları takır takır sıralayışımı asla unutmayacağım. Oh içimin yağları eridi! Nefret suçu öyle değil böyle işlenir teyzehanım dedim, “bir gün ölüm korkusuyla kaçmak zorunda kalırsan, sen de böyle bilmediğin elin memleketinde titreye titreye yolculuk ederken bu günü hatırlarsın inşallah, umarım geri dönebileceğimiz bir vatanın kalmaması ne demek öğrenmek zorunda kalmayız.”

Bakınız, ben Suriyeli mültecilerin en az olduğu, daha çok Iraklı mülteci barındıran ve görece bu konudaki en az olaylı/örnekli kentte yaşıyorum ve buna rağmen kasaba görünümlü göt kadar kente sığamıyoruz. Dilini bilmediği insanlar arasında, ilk defa deniz görmüş bir gencin ürkek bakışlarını bir gülümsemeye sığdıramıyoruz, rabbiyesir! “Bunlar da peydah oldu, artık buradan denize girmemeli” diyebilen hıyarlarımız var bizim. Özelleştirmeye peşkeş çekmelere doyamadığınız o kıyılarda nefretinizde boğulun diyesim var da işte, içimdeki nefret değil. Kahır.

Farkında mıyız bilmiyorum, başta bahsettiğim sözlü ve yazılı nefret söyleminin demlenmesine izin veriyoruz ve sonra bir gazetecimiz çıkıp “ne zaman bu kadar acımasız/vicdansız oldunuz?” derse tek yapabildiğimiz helal olsuncu bir tavırla alkış tutmak oluyor. Tutmayın. Yani en baştan bu nefret söyleminin yayılmasına alkış tutmayın.

Diğer bir deyişle, sosyal medyada senin bebişinle veya kedinle olan diyaloğun seni bağlar ama mültecilere (insanlığa) yönelik nefret söylemin salt seninle sınırlı kalır mı?

Örneğin, yolda yürürken biri bir diğerine ağız dolusu küfretse, öyle böyle değil, analı-bacılı cinsten. İrkilmiyor musunuz? Şahsen ben bırakın küfrü, “sen var ya ben olmasam…” diye egolanan birini (kadın erkek fark etmez) mesela, o an terinde boğmak istiyorum. Kıyafetimize laf ettirmiyoruz, özgürlüğümüze laf ettirmiyoruz, Avrupa bizi kıskanıyor, Amerika’da Trump’ın dilinden düşmüyoruz. Peki, konu küfür olunca kabaran duygularımız nefret söyleminde niye arkasını dönüveriyor?

Hayır, insanlıktan istifa formunu zorla mı imzalattılar, yoksa gördünüz de bir çırpıda üstüne mi atladınız? Yahu ölümle kalım arasında önce denize dökülen sonra kıyılara vuran, bir zamanlar evladı anası sevdalısı olan cansız bedenleri hafızalarında taşıya taşıya yaşam savaşında savrulan insanlara topyekün bok atmak ve nefret kusmak da neyinnesi? Nasıl bir garabetsiniz siz? Utanıyorum yazarken yahu!

Nerede kalmıştık? Diyor ki paylaşımda, zamanında Bulgaristan’dan da göçmenler geldiydi, onlardan birini hırsızlık, tecavüz vb suçları işlerken, sokaklarda dilenirken vb gördünüz mü? Onlar bunu asla yapmazdı ama Suriyeliler yapıyor. (özetle böyle diyor). Bunu beğenenler arasında kimlerim yok ki…

Bu yazıyı şu noktaya kadar veya sonrasında yumruğunu sıkıp daha sonunu getirmeden, üstüne kusmak için hazırda bekleyen varsa, sen şuradan dön, sana diyecek lafım yok, zaten bu yazı senin için yazılmamıştı. Ama ötekiler, egolarınızı şuraya bir park edin bakalım önce. Bak kardeşim. Madde madde aradaki benzerlik ve farkları sıralayalım, tabii sizin bakış açınızla.

Birincisi, Bulgaristan’dan gelen göçmenlere “kardeşlerimiz” diyordunuz Suriyeli mültecilere “onlar” diyorsunuz. Çünkü Bulgaristan’dan gelenler Türk idi, Suriyeliler değil. Avrupa’daki göçmenlerimiz Türk ama buradaki Kürtlerin Türk olmayışı gibi. Sen insan mısın önce onu bir deyiver de rahatlayalım.

İkincisi, Bulgaristan’dan gelen göçmenler, Suriyelilerle eşdeğer olmasa da (karşılaştırma yapmak bana düşmez), bir zulümden kaçarak gelmişlerdi ve devletimiz onlara kapıyı açmıştı. Zulmü kınamış ve kesinlikle gelen göçmenlerin haklı durumda ve mağdur olduklarını bize tane tane anlatmıştı. Açmak gerekirse Bulgar göçmenlerine başlarını sokacak bir ev, geçinebilecekleri bir iş bulabilmeleri, üniversitede öğrenciyken gelenlerin çeşitli üniversitelere girebilmeleri sağlandı. Ben bu ikinci gruptan en az on-onbeş kişiyle aynı okulda-yurtta yaşadım. Ne güzel insanlardınız! Doktorlara hastanelerimizde çalışma imkânı tanındı, belki tam kapasite hakları olmadı ama mesleklerini icra ettiler, üstelik Bulgar göçmeni doktorlar inanılmaz derecede iyi eğitimliydi. Mezun olanlar ve halihazırda mezunlar çeşitli kurumlarda çalıştılar, bugün emekliliği gelen bile vardır. Evet, şimdi geriye bakınca Bulgar göçmenleri hiç de sokaklarda dilenmedi, tecavüze suça karışmadı. Bunu net söyleyebilecek güzel anılar biriktirmiş bu ülke demek. Ama mesela…

Suriyelilere de kapılarını açtı devletimiz. Yalnız bu kez, onların topraklarından sürülmüş olması veya kaçmak zorunda kalmaları kendi kararlarıymış, buraya keyfiyetten gelmişlermiş gibi bir durum peydah oluverdi. Bu tam da Kürt düşmanlığının, ötekileştirme muhabbetlerinin, yurtdışındaki zulüm gören kardeşlerimiz haberlerinin ardı sıra geldi. Net anlatılamadı yaşanan felaket belki. Suçlu kim, devlet mi? Eeh iddiaların bir kısmı bu yöne evrilebilir çünkü kimliği veren de devlet, oy kullandıran da, işe alan da, parayı veren de… (şikayetler bu yönde). Zaten talepler de devlete, kovun bunları ülkelerine geri diyor. Gidecek bir yerleri kalmış gibi…

Ama bu, Bulgaristan göçü ve Suriye’den kaçışlar arasındaki onca yıllık siyasetin/politikanın ve değişen siyasi konjonktürün konusudur ve burada tartışmak için çok uzun. Yani Bulgar göçmenine yardım eden devlet ile Suriyelilere yardım eden devlet arasındaki karşılaştırma/benzerlikler değil konumuz. Zaten siz de bunu hiç tartışmıyorsunuz. Asıl olay da bu. Lakin biz, toplumca öğretilmiş/öğrenilmiş Kürt düşmanlığımızla zaten başka bir millet olan Suriyelilere öyle kolayca hoş geldin dememeye hazırdık, kabul edelim.

Üçüncüsü, Bulgar göçmeni “kardeşlerimize” birçok haklar tanındı, avantajlar sağlandı veya en azından hızla adapte olabilmeleri için herkes elinden geleni yaptı. Suriyeli mültecilere de benzer şekilde yardımlar yapılıyor ve destekler veriliyor. Ama onlar kardeşimiz değil ki di mi? Lan tabii yapacağız! Lütfettin sanki! Hakikaten söyle, insan mısın bilelim önce.

Bulgar göçmenlerimiz canımızdı diyor mesaj. Halbuki o zaman da şöyle bir söylem vardı; Bulgar göçmenlerinin üniversitelere “çok kolay sorulu YÖS-Yabancı Öğrenci Sınavıyla” şıpadanak alındıkları, en kral bölümlere hak etmedikleri halde yerleştirildikleri iddiaları ortalıkta dolanırdı. (Tanıdığım Bulgar göçmeni arkadaşlarım arasında, aslında Sofya’da üniversitenin üçüncü sınıfındayken burada birinci sınıftan başlamak zorunda olan da vardı, benimle aynı sınıfta sonradan gelmesine rağmen benden çok daha fazlasını bilen de. Sınav kolay molay değildi, insanlara hiç de kolayına yardım edilmiyordu. Birdenbire hiç tanımadıkları, uzaktan bildikleri bir memlekette, aslında vatan/ev bildikleri yerden uzakta, tırnaklarıyla kazıya kazıya tutundu hepsi.)

Naim Süleymanoğlu’nu hatırlıyor musunuz? Alkışlarla bağrımıza basılan göçmen sporcumuz hakkında zamanın başbakanı Turgut Özal’ın Bulgarlara örtülü ödenekten milyarlarca lira verdiği iddia edilir. Sayesinde ülkemiz madalyalarla coştu. Ama 1996 Olimpiyatlarında katıldığı yarıştan 2 gün önce olimpiyat köyünde çıkarttığı rezaletin anlatılamayacak boyutta olduğu söylenir (ekşisözlük’ten). Sonra içki-olaylar vb derken en son sanırım MHP’den siyasete de atıldı. Ne oldu bilen var mı? Demekse Bulgar göçmenleri hiçbir sorun çıkarmadı ama Suriyeliler öğğk pis derken az bir durmak lazım. Öte yandan Naim Süleymanoğlu’nu buraya aldıksa arada Tanju Çolak ve jaguar meselesini de hatırlatalım ki eşitlik sağlansın. Yoksa Naim’le bir sorunumuz yok. Sorunsa her yerden çıkabilir demek maksadım.

Bilgin yoksa fikrin olmasın burada başlıyor. Sayısız mühendis, doktor, hemşire, ekonomist, çeşitli konularda uzman insan, sosyal bilimci ve akademisyen, işçi, teknisyen, öğretmen ve evhanımı/erkeği ve onların çoluk çocuğu, dedeler, nineler, askeri öğrencisi… Milyonlar, Suriye’den ayrılmak zorunda bırakıldı. Kaçtı. Kimileri isteyerek gelmiş olabilir. Ama birçoğunun nasıl geldiğini ben çevirdiğim kitapta ağlaya ağlaya yazdım, oradan biliyorum. Aklın hafsalan almaz canım! (acı bir versiyonunun karakalem resimlerini çizdiler, uluslararası simge yaptılar, Alyan bebek, hatırladın mı? isyan bayrağı çekmiştin.) İnsanlar evlerinden sürüldü, işkence gördü, aileleri gözlerinin önünde öldürüldü. Tecavüze uğradı, satıldı, kaçabilen kurtuldu geldi. Kaçamayanların topraksız gömüldüğü yerle bir edilmiş kentlerin hayaletine baka baka geldiler. Bir hayal et. Mesela şunu hayal et, savaş, hayatın rutinlerini alır elinden sırayla. Çay-simit hayatın rutinlerinden biridir. Diyaliz ve kemoterapi de öyle. Diyelim ki diyalize/kemoterapiye girdiğin o merkez/hastane bombalanmış. Napıcaksın bebişim?

Giderek artan sayıda ülkem insanı diyor ki (bu paylaşım manyaklığına göre) eğitimli Suriyeli mülteci işimizi elimizden alıyor, eğitimsizi de ne olursa olsun bir işe yerleştirilince yine bizimkilerin ocağına incir ağacı dikiliyor. Gitsinler bunlar. Zaten adları hep tecavüzle, suçla, sokakta dilenmekle, üçer beşer çocuk doğurmakla anılıyor. Öyle mi? Bulgar göçmeni kardeşlerimiz işlere yerleştirildiğinde el ele verdik hiç gık etmedik de şimdi neden Suriyelilere gıcık kapıyoruz hiç sordunuz mu kendinize? Bunun nedeni Suriyelilerin kardeşimiz olmaması mı? En azından o zaman buna dayanabilen insanlığımız, onbeş yirmi yılda nasıl tuzla buz olmuş olabilir? Suriyeliler mi doğuştan suçlu, kötü ve sırf gittikleri yerleri bozmaya odaklı insanlardır? Yoksa bu tanım ötekisi olduğumuz bir başka milletin nefret söylemine çok benzemiyor mu? Ya da durun şöyle sorayım, şimdi dünyanın bir yerindeki tüm kardeşlerimiz zulüm var deyip topluca geri gelse, ne yapacağız? Suriyeliler tu kaka olsun ama kardeşimsin sen gel, işim de senin ekmeğim de mi diyeceğiz? Nasıl bir mahlukatız biz o zaman? Kısacası o zaman da bilginiz yokken fikriniz vardı, bugün de öyle. O zaman da bok atıyordunuz şimdi de aynı haltı yiyorsunuz. Bir memnun edemedik sizi!

Oysa insan olmak, böyle zor zamanlarda yaşanan olaylar arasından güzel şeyleri görmeyi ve hatırlamayı gerektirir. El ele tutuşmayı, yaraları sarmayı gerektirir. İnsan olmanın anlamı budur. Neden şimdi böyle değiliz?

Elimizden alınan işler derken; geçende bir haber vardı, tek tecrübesi gençlik kolları üyeliği olan birine üst düzey bürokrat kadrosu mu vermişlermiş neymiş, nooldu o haber bilen var mı?


(olaya başka pencereden bakmaya hazır olanlar için, Suriyeli kardeşlerimiz ne güzel işler yapıyor: https://tr.globalvoices.org/2017/01/turkiye-suriyeli-sanatcilari-kesfediyor/)

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...