15 Eylül 2016 Perşembe

gülümsemenizi çalmasınlar, çaldırmayın

Kulağımda bir bahar valsi eşliğinde evden çıktım. Apartmanın karşısında durup minibüs beklemeye başladım. Az ötemde beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğu kaldırıma oturmuş, ellerini dizlerinde kavuşturup başını da üzerine koymuş, duruyordu. Üstündeki mont yırtık pırtık değildi ama çok eskiydi. Ayakkabıların içi çorapsız, ama düzgündü. Bir tuhaflık vardı, adını koyamıyordum. Pis değildi ama. Buraların çocuğu değildi, onu biliyordum sadece. Hava kış, donacak bir şey değil! Dedim ağlıyor mu acaba, birkaç adım attım. Hafif eğildim, “nooldu küçük?” diye sordum.

Kafasını kaldırdı, ağlamıyordu ama korku dolu gözlerle bakıyordu bana. Bilmediğim ve içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürde Ortadoğulu olduğunu düşündüğüm bir dille sanırım “ben bir şey yapmadım, yok yok bir şey yok” demeye çalışıyordu. Gözlerindeki korku öyle diyordu ya da.

Normalde, bir adım geri çekilir, beden dilimi kullanarak “yok anam yok, ben bir şey demedim” diyerek paralize olur, ben de ürker, ne bileyim, vaz geçerim iletişim kurmaktan, belki. Bir gece önce, gülümsemenizi kaptırmayın diyen bir adama rastlamıştım sosyal medyada. Başka üç şeyi daha kaptırmayın diyordu ya, gülümseme kalmış aklımda. Yüzüme kocaman bir gülücük yerleştirip başladım konuşmaya, hafif eğilerek tiyatro atölyesinden hatırladığım kadarıyla ‘dramacılık’ oynamaya. Nasılsa beni anlamayacaktı, “kııız, ne şirin şeysin sen, valla kötü bi’niyetim yoktu. Merak ettim ayol, yolda mı kaldın, karnın mı acıktı, oyuncağını mı kaybettin kendin mi kayboldun ne bileyim?’ dedim.

Söylediklerimi anlamıyordu, gözlerime bakıyordu kesintisiz. Şimdi yüzünde hafif bir gülümseme, bir sırıtış belki, vardı. Hüznü ve korkusu kaybolmaya başlamıştı. Ben saçmalamaya devam ettim. ‘Kız sen böyle yerlerde otura otura cırcır olursun ha! İstersen durup göğe bakalım, ama benim minibotum gelecek şimdi. Tüh ya netsek.”

Yolun ilerisinden kıvrılarak gelen minibüsün motor sesi duyulunca bana bakmayı kesip başını çevirdi. Tekrar hüzünlendi. Sonra fark ettim ki bir elinde küçük bir poşette bir şeyler var azıcık. Ötekini yummuş. “Sen de mi bineceksin minibota” diye sordum. Avucunu açtı, anlamış gibi. İki tane bozukluk toplam 1.5 lira vardı. Minibotun en kısa mesafesi 1.75 liraydı. Anladım galiba. Cebime attım elimi. Bozukluklarımdan 25 kuruş olduğunu anladığım ufaklığı çektim çıkardım. “Abra kadabra!” dedim. Bu kez anlamıştı. Güldü. Hem de kocaman.

Kapısı tıslayarak açılan minibüse binerken elimle gel gel işareti yaptım. O da bindi. Birinin yanına oturmuştum, o da arkada boş ikili koltuktaydı. Sonraki durakta biri bindi, oturmadı. Başımı çevirip baktım, bizimki tek oturuyordu, ayaktaki yolcunun yanına oturmayışına gıcık oldum. Hemen kalktım yanına oturdum. Hissediyordum, homurdananlar oluyordu. Sinir olmuştum bir kere. Kolumu boynuna doğru uzattım, kısık sesle Old McDonald (Ali Babanın Çiftliği) şarkısını mırıldanmaya başladım. Sanki kendi çocuğumdu, öyle başını yasladı bana. Baktım kesik kesik, o da mırıldanıyor. Ay içim bir sevinç doldu. Öyle öyle beş on dakika gittik. Şehrin göbeğinde ikimiz de indik.

Bana baktı, ben de baktım, el salladım ve arkamı döndüm aksi yöne doğru. İki adım sonra biri kazağımdan çekiştiriyor, döndüm ki benim velet, gel gel yapıyor eliyle. Yahu şimdi acil işler de var, ama merak etmedim değil ha… Kafamı emme basma tulumba gibi salladım. Takıldım peşine. Postanenin ara sokağına doğru girdi. Dümdük yürüdüm ardından.

İnternet kafe gibi bir yer var o sokakta. Gibi diyorum, bilgisayarlar da var oyun oynamaya, kırtasiye malzemesi de var, çay kahve de. Çocuk içeri seyirtti, ben de ardından girdim. Raflarda A4ler, kalemler falan var, satılık. Benimki parmağını uzattı A4 paketlerine doğru. Acaba napıcak dedim içimden. Okula da gidemez ki şimdi bu yaban ellerde? Kasadaki abi benim veledi görünce o Ortadoğulu sandığım dilden başladı konuşmaya. İkisi yardırıyorlar muhabbeti. “Ahan da, doktor ayağıma geldi, ne istiyor bu kardeş bilemedim ben abi” dedim.

“Ya bu bizim Majd, Macit diyoruz biz. 8 yaşında çok tatlıdır. Suriye’den geldiler birkaç ay önce. Göçmen mahallesi dedikleri yer var ya orada oturuyorlar. Babası inşaatlara gidiyor, annesi de yatalakmış. Füze saldırısında omurgası zedelenmiş. İnsani yardım araçlarından birinin dönüşte kasasına mı bir yere saklamışlar da bunları, zor kaçmışlar.”

Bir yandan açık A4 paketinden birkaç kağıt çıkardı. Majd’a verdi, o da kenardaki küçük sehpanın kenarına oturup elindeki poşeti boşalttı. İçinden rengarenk boya kalemleri çıktı, kimi kırık, kimi yamuk ama işe yarıyor ki taşıyor. Sonra kağıtlardan birine birşeyler çizmeye başladı.

Kafeci abi devam etti, “Bu Macit orada okula gidiyormuş da resim yapmayı çok seviyormuş. Buraya gelen çocuklardan biri benim dillerini bildiğimi bildiğinden tuttu elinden getirdi, abi dedi, Macit’e resim kağıtları versek. O gün bugün Macit gündüzleri gelir böyle, resim yapar, konuşmaz pek. Sonra gider. İşte bazen beraber yemek yeriz. Tatlı çocuktur. Seversen sever yani. O hesap. Ürkekti ilk günler, şimdi iyiyiz. Dilini biliyorum ya bana ondan yakındır. Sahi siz nasıl geldiniz onunla buraya kadar?”

“Benim minibota bindi” deyince kafeci abi güldü. Ben de güldüm. Minibüste karşılaştığımızı söyledim sadece. İnince eliyle gel gel dediğini anlattım. Ben de neler olduğunu veya olacağını anlamamıştım ya, ne diyecektim başka? Derken kafeci abi birşeyler söyledi Majd’a. O da eliyle beni işaret etti. Sonra usul usul işine baktı. Kağıda resmen gömülmüştü, çiziyordu. Sanki sınavdaydı da yetişmesi lazımdı bitiş ziline. Kafeci abi gülümsedi, “size diyeceği var bunun, bekleyin az hele, ben size bir kahve söyleyeyim” dedi.

Orta şekerli kahvemi usul usul içip bekledim. Yaklaşık 30 dakika geçti. Majd oturduğu yerden kalktı. Kağıdı eline aldı. Bana doğru yürüdü. Yüzünde o aynı kocaman gülümsemeyle, kağıdı uzattı. Aldım. Hayatımda görüp görebileceğim en ustaca çizim elimde duruyordu. Değil 6 yaş çocuğu, belki ressamlar anca böyle çiziyordu, emindim.

Masmavi ve hafif bulutlu bir gökyüzünü sapsarı yakıcı bir güneş aydınlatıyordu. Uzaktaki bir dağın zirvesinde erimemiş karları görebilirdiniz, net. Üstte ortada duran güneşin hemen altından merkeze doğru kocaman bir papatya motifi, ortasında da uzun saçlı bir kadın yüzü vardı. Anlatması zor, ama o an beni çizdiğinden emin oldum. Bir an, kendimi gördüm o kadının sıfatında. Yani bir yandan şaka gibi, bir yandan dehşet verici derecede ustaca, hepsi bir yana, dopdoluydu resim, bir kitap gibi okuyabilirdiniz. Mutluluğun resmiydi bence. Ama niye ben vardım, ilham mı almıştı nedir? İçimden harcanıyor çocukcağız, kimbilir neler çekti diye vahvahlandım.

Kahve fincanını kenardaki masaya bıraktım. Ayağa kalktım. Bir Majd’a bir kafeci abiye baktım. Kafeci abi yaklaştı, “sen, Macit’e para mı verdin?” dedi. Utandım biraz ne yalan söyleyeyim, “evet, yani para sayılmaz, minibüs parası çıkışmamıştı da, sadece 25 kuruş” dedim. Para vermek ayıp değildi, istemek de. Ama bunu söylemek ayıptı bizde. Çok yetenekli olduğunu söyledim. Bu yaşta böyle yetenek görülmemiştir, dedim. Çok mutlu oldum tanıdığıma onu, dedim. Abi bir bir tercüme etti ona.

Majd mağrur ve sevimli sevimli baktı bana. Sonra abi gözleri dolu dolu anlatmaya devam etti. Füze saldırısından önce, okula gidiyormuş Majd. Diğerlerine benzemiyormuş. Okuma güçlüğü çekmiş bir dönem. Sonra bakmışlar ki harika resimler yapıyor. Hocaları çok ilgilenmiş, özel dersler, ressamlara ziyaretler, derken Majd ilk sergisini 7 yaşında açmış. Mahalleyi bırak ülke genelinde tanınır olmuş. Diğer dersleri de düzelmiş Majd’in. Resim, kendini ifade etme ve ilerleme aracı olmuş. Hatta “büyüyünce değil şimdiden gidebilirsin güzel sanatlara” demiş bazı hocaları. Ama göbeğini kaşıyan pis kapitalizm bırakır mı? (kafeci abi daha küfürlü söyledi bu cümleyi de ben usturuplusunu yazdım). Sonrası acı, sonrası kaçış ve kaybolan umutlar, yıkılan hayaller…

Ben niye yazıyorsam Majd de belli ki aynı sebepten çiziyordu. Elimdeki şaheseri tekrar Majd’e uzattım ve yine gülümseyerek “tatlım beniim, ne kadar yeteneklisin, umarım yolun açık olur burada da” dedim, böyle bir ülkede bu şartlarda ümitsizdim ama, neyse. Majd kafeci abiye baktı, birşeyler dedi. “Sana yapmış o resmi, arkasını çevirecekmişsin” dedi kafeci abi. Aldım. Çevirdim. Kargacık burgacık bir yazıyla shukraan (teşekkür ederim) yazıyordu.

Majd’e sarıldım. Şükran dedim. Kendi dilimde, anlayabileceği şekilde dedim. Bakıştık, gülümsedik. Bir daha sarıldık. İyi ki bir gece önce gülümsemenin kerametini hatırlatmıştı biri. İyi ki Majd’i öyle orada bırakmamıştım. İyi ki tanımıştım.

Kafeden ayrılmadan önce, “evim minibota bindiği yerdeki büyük siyah beyaz bina, söylersin” dedim kafeci abiye. “Bir şey olduğunda veya ne zaman isterse gelsin, bunu da söyle” dedim. Majd’e nasıl ulaşacağımı sordum. Henüz bilmiyordum ama bir şey yapmalıydım. “Telefonları yok, sen gerektiğinde gel biz ulaşırız, evlerini biliyoruz kardeş” dedi. Resmi aldım, Majd’e son bir bakış atıp gülerek çıktım kafeden. Kafeci abi arkamdan seslendi, “vay anasını be, çok şanslısın biliyon mu kardeş? Macit kimselere vermez resimlerini.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...