Henüz yeni binyıla girmemiştik, hatta daha 90ların
başındaydık. Taksim Meydanı üniversite birinci sınıf öğrencisinin üç boyutlu
mimari çizim programındaki deneme dosyasına benzemiyordu, İstiklal Caddesi’nde
bütün tabelalar aynı pirinç renk değildi ve Sütiş’te yemek niyetine pilav üstü
tavuktan başka birşey bulabilmek bir lükstü. Cumartesi pazar günleri İstiklal
hıncahınç dolu olur, hele festival zamanlarında adım atacak yer bulunmazdı lafı
gerçeğe dönüşürdü. Borsa Lokantası’nda bir gökdelen inşaatına benzeyen salata
tabağı efsanesi duyulalı çok olmamış, A Kiss Before Dying filminin vizyona
girişi üstünden çok geçmemişti. Bir arkadaşımla bu filmi izlemeye gitmiştik,
İstiklal’i ilk görüşüm o zamandı. Hey gidinin gidisi, İstiklal’de yürürken
tramvayın geldiğini anlamamış, ezilmekten son anda arkadaşım tarafından
kurtarılmıştım. Borsa Lokantası’ndaki salata efsanesini yerinde gözlemlerken
kendimi uzaylı gibi hissetmiştim. Sinema, festival, kitabevleri falan tamamdı
da bu nedensizce gezinme haline çok uzak bir insandım. Çok.
Bundan 10 yıl sonra, kuzenimle bir
cumartesi sinemaya gitmeye karar verdiğimizde, sonbaharın sabah sıcağı ile
öğleden sonrasının hafif serinliği arasında, binlerce insanla sırt sırta
yürümeye çalışmaktan bıkıp bir kafeye oturduk ve etrafı incelemeye başladık.
Benim ilk İstiklal deneyimime göre kalabalıkların ruhu değişmişti. Başka başka
yüzler, mekanlar, sebepler, olaylar vardı etrafımızda. “Taksim bitti galiba”
demiştik. Sanırım o laf ilk kez o zaman kullanıldı. Belki birkaç kişi daha,
bizden önce ya da sonra, ama çok önce değil. Henüz başımıza geleceklerden
habersizdik. Henüz kendi yolumuza gitmemiş, ülkeyi terk etmemiş, bir heves geri
dönmemiş ve ağzımızın payını almamıştık.
Taksim biz o gün öyle dedik diye bitmedi, kalabalıklar
sonraki yıllarda bir şekilde bir nedenle akın akın gelmeye, Taksim olmasa başka
yerlerde toplanmaya devam etti. Benim de yazarlık deneyimi için bazı alanlara
seyirttiğim, sabahlara kadar kitap okuyup ilk mahlasımla birkaç yazıyı bazı dergilerde
yayınlattığım günlerdi. Bildiğim mekanları, kentleri ve sokakları geziyor,
kalabalığın değişen yüzüne alışmaya çalışıyordum.
Binyılın ilk yarısına yaklaşırken bir arkadaşım bana,
aşağıdaki şarkıyı, grubu da öğreneyim hem de müzik neymiş, klip ne demekmiş
göreyim diye gönderdi (siz iç geçirmeden ben yazayım; genelde bir
gruptan/şarkıcıdan sadece bir-iki şarkı biliyorsanız kesin onu bir
arkadaşınızdan/sevgilinizden öğrenmişsinizdir, kendi kendinize keşfedeceğiniz
ve yalnız bir şarkısını seveceğiniz grup yoktur. Öyle diyolla valla ben diyenin
yalancısıyım. Klibinin şarkısından daha etkileyici olduğunu düşündüğüm yegane
şarkıdır ve klip/şarkı ikileminde Sepultura-Rattamahatta ile yarışır).
Aradan birkaç yıl daha geçti. Bu kez NY’ta, bir Şükran Günü
ertesi, tüm kent sabah ezanında (Müslüman olmayan bir kentten bahsederken nasıl
da sakil duruyor bu ifade değil mi? Ama yazarın zihninde o saatler hep sabah
ezanının okunduğu saatlere denk geliyordu, ne yaparsın), metroları doldurup
Time Square civarında inerek birazdan kapılarını bu delisaçması bir olaya
açacak olan mağazalara doluşacaktı. Birkaç gün öncesine kadar haftada bir
gözlem yapmak için sıkça dolaştığım orta kalabalık sokaklarda, köşebaşlarında
bu kez belki milyonca insan vardı. Bazılarının ellerinde notlar (hangi mağazada
hangi ürün süper indirimde, evde olsun olmasın sırf fiyatı düştü ve bir gün
lazım olur diye almam gereken ürünler neler, Macy’s’de hangi ürün hangi katta
listesi), bazıları birbirine bağırıp önce hangi mağazaya dalmaları gerektiği
tartışması yapıyordu. Arkadaşlarımla birkaç mağazaya girip gerçekten şaşırtan
indirimlerle sunulan o ürünleri inceledik, birkaçını almayı başardık. Başardık
diyorum, kasaya kadar gelip o etabı hasarsız atlattığımız için çok şanslıydık.
Kara Cuma çılgınlığına birlikte daldığım arkadaşlarımın anılarında, yediğimiz
yengeç burger ve pretzel (çakma yaban simidi) ile 4 dolara aldığımız Donna
Karan etek kalmış olabilir. Benim anılarımda bu görüntü kaldı; yıllar öncesinde
Taksim’de bıraktığım “bura bitmiş aga” duygusunun milenyumdaki dışavurumu. Ama
bana yine gelmişler, zihnim bulanmış, akşamına eve ulaşınca iki gün kadar
yalnızlık terapisi yapmak zorunda kalmıştım.
Arkadaşımın, ben NY’a gitmeden önce dinlettiği bu Korn
şarkısı orada kurtarıcılarımdan biri oldu. Ne zaman kendimi hıncahınç dolu
metroda, bitmek bilmeyen kasa kuyruklarında, dakikalarca kıyafet denemek
zorunda kalabileceğim havasız bir kabinde ya da birbirini ezerek o 50 dolardan
3 dolara indirilen “şeyi” almaya odaklanmış Walking Dead insanlarının ayakları
altında bir kabus öznesi olarak buldum, müzikçalarımı açıp bu şarkıyı dinledim.
Ne zaman bu şarkıyı dinledim, kalabalıklardan bunaldım ve kâh kitap okuyarak
kâh yazarak kendime kaçtım.
Bazen akşamüstü, bazen geceyarısı veya sabahın ilk ışıklarıyla
birkaç satır yazmayı başarabildiğim zamanların başında, zihnimi rahatlatmak
için, bütün bu hengamenin bittiğini kendime göstermek için dinledim.
Kelimelerime ulaşıp kendimi kurgumun içinde kaybetmenin ilk adımı olarak. Bir
başka ifadeyle siz hepiniz ben tek kalışımın açılış müziği olarak.
Bugün bile, aradan geçen onküsür yıla rağmen, bu şarkının
zihnimdeki karşılığı; aşırı nefes alamamalı, herkesten kaçıp ev ortamına
sığınarak birkaç satır yazıp bu histeriden kurtulmalı bir andır. Diğer bir
deyişle, yazarın “yazmasam çıldıracaktım”ıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder