15 Ekim 2018 Pazartesi

Tasmalı Ucube (YAD Albümü II)

Henüz yeni binyıla girmemiştik, hatta daha 90ların başındaydık. Taksim Meydanı üniversite birinci sınıf öğrencisinin üç boyutlu mimari çizim programındaki deneme dosyasına benzemiyordu, İstiklal Caddesi’nde bütün tabelalar aynı pirinç renk değildi ve Sütiş’te yemek niyetine pilav üstü tavuktan başka birşey bulabilmek bir lükstü. Cumartesi pazar günleri İstiklal hıncahınç dolu olur, hele festival zamanlarında adım atacak yer bulunmazdı lafı gerçeğe dönüşürdü. Borsa Lokantası’nda bir gökdelen inşaatına benzeyen salata tabağı efsanesi duyulalı çok olmamış, A Kiss Before Dying filminin vizyona girişi üstünden çok geçmemişti. Bir arkadaşımla bu filmi izlemeye gitmiştik, İstiklal’i ilk görüşüm o zamandı. Hey gidinin gidisi, İstiklal’de yürürken tramvayın geldiğini anlamamış, ezilmekten son anda arkadaşım tarafından kurtarılmıştım. Borsa Lokantası’ndaki salata efsanesini yerinde gözlemlerken kendimi uzaylı gibi hissetmiştim. Sinema, festival, kitabevleri falan tamamdı da bu nedensizce gezinme haline çok uzak bir insandım. Çok.

Bundan 10 yıl sonra, kuzenimle bir cumartesi sinemaya gitmeye karar verdiğimizde, sonbaharın sabah sıcağı ile öğleden sonrasının hafif serinliği arasında, binlerce insanla sırt sırta yürümeye çalışmaktan bıkıp bir kafeye oturduk ve etrafı incelemeye başladık. Benim ilk İstiklal deneyimime göre kalabalıkların ruhu değişmişti. Başka başka yüzler, mekanlar, sebepler, olaylar vardı etrafımızda. “Taksim bitti galiba” demiştik. Sanırım o laf ilk kez o zaman kullanıldı. Belki birkaç kişi daha, bizden önce ya da sonra, ama çok önce değil. Henüz başımıza geleceklerden habersizdik. Henüz kendi yolumuza gitmemiş, ülkeyi terk etmemiş, bir heves geri dönmemiş ve ağzımızın payını almamıştık.

Taksim biz o gün öyle dedik diye bitmedi, kalabalıklar sonraki yıllarda bir şekilde bir nedenle akın akın gelmeye, Taksim olmasa başka yerlerde toplanmaya devam etti. Benim de yazarlık deneyimi için bazı alanlara seyirttiğim, sabahlara kadar kitap okuyup ilk mahlasımla birkaç yazıyı bazı dergilerde yayınlattığım günlerdi. Bildiğim mekanları, kentleri ve sokakları geziyor, kalabalığın değişen yüzüne alışmaya çalışıyordum.

Binyılın ilk yarısına yaklaşırken bir arkadaşım bana, aşağıdaki şarkıyı, grubu da öğreneyim hem de müzik neymiş, klip ne demekmiş göreyim diye gönderdi (siz iç geçirmeden ben yazayım; genelde bir gruptan/şarkıcıdan sadece bir-iki şarkı biliyorsanız kesin onu bir arkadaşınızdan/sevgilinizden öğrenmişsinizdir, kendi kendinize keşfedeceğiniz ve yalnız bir şarkısını seveceğiniz grup yoktur. Öyle diyolla valla ben diyenin yalancısıyım. Klibinin şarkısından daha etkileyici olduğunu düşündüğüm yegane şarkıdır ve klip/şarkı ikileminde Sepultura-Rattamahatta ile yarışır).

Aradan birkaç yıl daha geçti. Bu kez NY’ta, bir Şükran Günü ertesi, tüm kent sabah ezanında (Müslüman olmayan bir kentten bahsederken nasıl da sakil duruyor bu ifade değil mi? Ama yazarın zihninde o saatler hep sabah ezanının okunduğu saatlere denk geliyordu, ne yaparsın), metroları doldurup Time Square civarında inerek birazdan kapılarını bu delisaçması bir olaya açacak olan mağazalara doluşacaktı. Birkaç gün öncesine kadar haftada bir gözlem yapmak için sıkça dolaştığım orta kalabalık sokaklarda, köşebaşlarında bu kez belki milyonca insan vardı. Bazılarının ellerinde notlar (hangi mağazada hangi ürün süper indirimde, evde olsun olmasın sırf fiyatı düştü ve bir gün lazım olur diye almam gereken ürünler neler, Macy’s’de hangi ürün hangi katta listesi), bazıları birbirine bağırıp önce hangi mağazaya dalmaları gerektiği tartışması yapıyordu. Arkadaşlarımla birkaç mağazaya girip gerçekten şaşırtan indirimlerle sunulan o ürünleri inceledik, birkaçını almayı başardık. Başardık diyorum, kasaya kadar gelip o etabı hasarsız atlattığımız için çok şanslıydık. Kara Cuma çılgınlığına birlikte daldığım arkadaşlarımın anılarında, yediğimiz yengeç burger ve pretzel (çakma yaban simidi) ile 4 dolara aldığımız Donna Karan etek kalmış olabilir. Benim anılarımda bu görüntü kaldı; yıllar öncesinde Taksim’de bıraktığım “bura bitmiş aga” duygusunun milenyumdaki dışavurumu. Ama bana yine gelmişler, zihnim bulanmış, akşamına eve ulaşınca iki gün kadar yalnızlık terapisi yapmak zorunda kalmıştım.

Arkadaşımın, ben NY’a gitmeden önce dinlettiği bu Korn şarkısı orada kurtarıcılarımdan biri oldu. Ne zaman kendimi hıncahınç dolu metroda, bitmek bilmeyen kasa kuyruklarında, dakikalarca kıyafet denemek zorunda kalabileceğim havasız bir kabinde ya da birbirini ezerek o 50 dolardan 3 dolara indirilen “şeyi” almaya odaklanmış Walking Dead insanlarının ayakları altında bir kabus öznesi olarak buldum, müzikçalarımı açıp bu şarkıyı dinledim. Ne zaman bu şarkıyı dinledim, kalabalıklardan bunaldım ve kâh kitap okuyarak kâh yazarak kendime kaçtım.

Bazen akşamüstü, bazen geceyarısı veya sabahın ilk ışıklarıyla birkaç satır yazmayı başarabildiğim zamanların başında, zihnimi rahatlatmak için, bütün bu hengamenin bittiğini kendime göstermek için dinledim. Kelimelerime ulaşıp kendimi kurgumun içinde kaybetmenin ilk adımı olarak. Bir başka ifadeyle siz hepiniz ben tek kalışımın açılış müziği olarak.

Bugün bile, aradan geçen onküsür yıla rağmen, bu şarkının zihnimdeki karşılığı; aşırı nefes alamamalı, herkesten kaçıp ev ortamına sığınarak birkaç satır yazıp bu histeriden kurtulmalı bir andır. Diğer bir deyişle, yazarın “yazmasam çıldıracaktım”ıdır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...