3 Haziran 2019 Pazartesi

Hayaller Paris, Hayatlar Öyle mi? | Yerli Dizilere Göre Biz

Her şey, altı bölüm polisiye dizisi izledikten sonra kendime “neden yabancı izleyince kendimde bir şeyleri değiştirmem gerektiği hissine kapılmıyorum da iki bölüm yerli dizi izleyince aynadaki aksimi beğenmez hale gelebiliyorum” sorusunu sormamla başladı. Yerli dizilere göre burası Avrupa, hayaller Paris, hayatlar da öyle. Sokaklar tertemiz, trafik açık, yüzler gülüyor. Taksi dediğin elini kaldırınca hemen duruyor ve kesinlikle “ne tarafa” diye sormuyor, tepesi atan için zengin-yoksul herkesin portföyünde garantili bir inziva mekanı mevcut. Kadınlar hep bakımlı; sabah yataktan ışıltılı yüz ve nefis kokan bir ağızla uyanıyorlar. Elinden hiçbir iş gelmez saf ev kızı olarak kodlanan karakter bir anda reklam kampanyası yönetiyor, kitap yazıyor, moda tasarımcısı oluyor.
İşe geç kalmak, metrobüs kabusu yaşamak, aşırı yağmurda telef olmak, güzel ve fakir başrol kızımızın yakışıklı ve zengin başrol oğlanımızla holding girişinde çarpışmasından önce ihtiyaç duyulan o “hayattan bezmişliği” yansıtmak için küçük bir detay. Aynı gerginliği, çıkmadan önce kapıda bulduğu kallavi doğalgaz ve elektrik faturası ile banka hesabındaki kocaman delikle de yaşayabilir. Neden illa otobüslerde telef ediyorsunuz kızcağızı, anlamıyorum. Ama şu kesin; kızcağızımızın oğlancağızla tanışmadan önce hep dibe vurması veyahut sinir küpü olması gerekiyor. Son zamanlarda senaryo yazanlarımızın “çatışma” ve “çelişki” kavramlarından anladığı bu.
Kadınlarımız hep ihtiyaç sahibi. Eğer kendi kendine yetecekse yıkılmadım ayaktayım diyecek ve kuru ekmeğe talim etse de o başı eğmeyecek. Masum ve mağrur değilse zaten dizinin vampirellası olmaya mahkum, onu asla eşofmanla göremeyeceğiz, hep birinci sınıf, hep gece elbisesiyle ofis turları… Esas kızın en yakın arkadaşı olacaksa hep bir bela hep bir eziklikle birlikte gelecek. Bunlar bundle. Ayrılamıyorlar.
İster yerli ister yabancı, dizilerdeki hayatlar ne kadar gerçek hayattan alınsa da hayal ürünü. İzlediğimiz tüm diziler, “bu hikâye gerçektir”, “gerçek hayattan alınmıştır”, “bu dizideki olaylar ve kişiler gerçektir” ibareleri olsun ya da olmasın, bir senaryoya, yani bir iddianın varsayımlarla süslü anlatımına, dayanır. Kısaca, dizi senaryoları istediği kadar “uçabilir” diyebiliriz. Uçmaktan ne anladığımız ise tam bir muamma!

Dizilerde Gerçekçilik

Dizi dünyasından bakınca bazı kısıtlar mevcut, kabul. Örneğin karaktere öyle istediğin mesleği/işi, yaşam alanını hop diye yazamıyorsun. Çünkü gerçekçi olmak zorundasın. Doktorsa mesela, devlet hastanesinde çalışırsa nöbet tutacak, geçim derdi olacak, hasta yakınından şiddet görecek. Öyle suya sabuna dokunmadan, istediği saatte işe gidip gelen ve sadece reçete yazacağı hastaları olan bir doktor ancak özel hastanede, o da eğer hastane sahibine bir şekilde yakınsa (hatta hastane kendininse) mümkün.
Ama…
Mesela Paris kadar güzel bir kentin, Champs Elysee kadar güzel ortamında, bir yalı dairesi ya da rezidans katında, güzel kadınla yakışıklı erkeğin imrenilesi aşk hikâyesini, araya karışan bir dizi Tuncel Kurtiz felsefesiyle, kurşunlar ve uçan tekmeler eşliğinde sunabilirler bize. Sekiz sezon boyunca sürebilir bu hikâye. Arabesk filminin sonundaki gibi bir dizi felaketten geçebilirler. Yeter ki güzel kadın hep yoksul, güçsüz, saf ve yakışıklı erkek de yurtdışından yeni dönmüş ya da yurtdışı görmüş holding sahibi olmasın.
Veyahut da iki yüzyıl sonra yaşayacak dünya insanlarının, yapay zeka yüzünden olası bir yokoluşu engellemek için zamanda geriye gelerek bugüne ayar çekme girişimini izleyebiliriz. Zamanda geri gelebilmenin yaratacağı paradoksu sorgulamaktan dizinin ana temasını, mesajını ve en önemlisi bu işin eğlencesini kaçırabiliriz. Kendimizi kaptırabilirz belki. Kısacası iki örnek de iyi anlatılırsa çok başarılı, iyi işlenirse inandırıcı olabilir. İki örnek de doğru kurgulanmazsa gülünçlük abidesi olarak tarihe geçebilir. Üstelik bu iki durum arasındaki çizgi sanıldığı kadar kalın değildir.

Yamalı Bohça

Sahneler birbirine eklenince ekrandan bakışlarımızı çekemediğiniz kâh heyecanlı kâh romantik anlar sunan bu diziler, parçalar halinde incelendiğinde birbirinden saçma hikâyelerin ve detayların bir araya getirildiği, birbirinden kopuk iddiaların birbirini kovaladığı yamalı bohça gibidir. Her dizi böyledir denemez. Böyle çok dizi olduğu söylenebilir. Yine de biz, bu yamalı bohçanın bir atlas yorgan olduğuna inanmayı seçeriz. Öyle olmasa bunca diziyi izleyen bunca milyon insan olmazdık. Mesela, Hakan Muhafız’ın ikinci sezonunu inadına izleyişimin arkasında, böyle bir atlas yorgan bulma hayali yatar. Yorganı bulamayabilirim ama arayışa saygım var.
Daha doğrusu, böyle olmasa, sadece diziler değil sinema da olmazdı. Fantastik ve bilimkurgu, vampirler ve gelecek yüzyılları anlatan fütüristik diziler de olmazdı. Dizi işi hayal işidir; bir hayali gerçekmiş gibi allayıp pullayıp satma, bizi olmayana olabilecekmiş gibi inandırma sanatı. Şahsiyet‘te yaşı 70lere dayanmış ve Alzheimer pençesindeki bir adamın, onca trajikomik detayın içinde seri katil olabilme ihtimaline inanabilmemiz bu yüzdendir. Hayal ürünü ve gerçeküstücü bir anlatımı gerçeklikle bezeyerek hayata geçirebilme gücü. Buradan hareketle, gerçekçi olma iddiasını dizinin anlattığı hikâye ve onun kurgulanma biçimiyle değil, bunu gerçekmiş gibi anlatabilme gücü açısından eleştirmek lazım. Anneannem bu durumu “hiç başrol ölür mü? hem salçadır o, kan olsa duramazsın” sözleriyle açıklardı.

Mümkünse az mı görüşelim?

Buraya kadar her şey normal. Bana anormal gelen, dizilerin yarattığı sanal yaşamların gerçeğe dönüşü, senaryoların çoğunlukla pazarlama aracı olarak kullanılması ve gerçek hayatta olmayan/olamayacak detayların normalmiş gibi sunulması. Belki de bana anormal gelen, dizileri (özellikle yerli dizileri) neden bu kadar ciddiye aldığımız, bilemiyorum. Sonuçta ben de şu anda oturmuş yerli dizi eleştirisi yazıyorum. Üstelik daha izlenecek onyüzbinmilyon yabancı dizi bölümüm varken.
Bu yazıyı yazma nedenim yaygın bakış açısına eleştiri getirmek; dizilerde bize dayatılan bir yaşamdan bahsediliyor. Diziler bize şunu salık veriyor, böyle yaşayın diyor, kadını şöyle yansıtıyor, şu mesajları veriyor ve benzeri birçok eleştiri var. Böyle deyince, söylemde suç karşı tarafa yükleniyor. Nedir bu suçlar? Diziler bize neyi nasıl yaşayacağımızı dayatıyor. Doğru. Sonra? Biz de o dayatmayı izlememeyi seçme gücüne sahip değiliz. Dolayısıyla kendi içinde yuvarlanarak giden mutlu mesut hayatlarımız, bu yönlendirme ve dayatmadan kötü etkileniyor. Nasıl bir sonuç çıkar buradan? Kimilerinin aptal kutusu diyerek güya dışarıdan ve üsten bir bakış açısıyla izleyenine b.k attığı o kutu, size gerçekten dayatılmış mıdır? Ortadirek (kaldıysa) ve yoksul ailelerin neredeyse tek eğlencesi sayılan televizyon, gerçekten de karşı koyamayacağınız bir dayatma mıdır? Önceki sıralı ifade (italik), hayatınızı edilgen yaşadığınızın ispatıdır. Size sunulanı olduğu gibi aldığınızı, akıl süzgecinden geçirmediğinizi, kendinizi hayatınızın iplerini elinizde tutacak kadar güçlü görmediğinizi söyler. Öyle misiniz? Hiç sanmıyorum.

Sizden İlham Aldık

Oysa dizilerin iddiası tam tersi. Zaten nasıl yaşıyorsak öyle yansıtıyorlar. Yani diziler diyor ki “işte bu, sizin hayatınız.” Popüler bir deyişle “sizden ilham aldık.” Karşı taraf açısından bu söylem de suçu karşı tarafa atmaktadır. Yani izlediğiniz her şey bizden ötürü. Böyle diziler varsa, siz hayatı böyle yaşadığınızdan var. Öyle mi? Sabahları müstakbel sevgili adayı/eş onu hep ışıl ışıl görsün diye daha erken kalkıp yüzüne highlighter ve allık, dudağına nemlendirici sürüp geri yatmak kurnazlığı nereden geliyor? Sahi, biz gerçekten böyle miydik de dizilere konu olduk? Yoksa dizileri izleye izleye onlara mı benzedik? Ben asıl bu meseleyi yumurta-tavuk çıkmazına sürükleyen ve ilk taşı atanın peşindeyim ama du’bakalım…
Aslında, yerli dizilerle bir alıp veremediğim yoktu. Uzun yıllardır yabancısı kadar yerlisini de izlerdim, izlerim hâlâ. Ama gittikçe yerli dizi ekseninden kopuyorum. 2000’li yıllar ve sonrasında bir sezonda izleyecek 10 dizi bulabiliyorken, şimdi iki veya üç diziyle yetiniyorum, bunlardan da birini sürekli izlerken diğerlerini tekrarlardan özet geçmece şeklinde bitiriyorum. Geri kalanını ise daha ilk bölümden terk ediyorum. Gönülsüz ve meraksız biçimde izliyorum. Üstelik, zaman geçtikçe (belki yaştan, belki baştandır) kitleler arasında fenomen olan dizilerle severek izlediğim dizilerin kesişim kümesine giren dizi sayısı bir veya ikiyi geçmiyor.
Senaryolar da heves kırıcı oluyor. Her yeni dizi iddiasıyla ve gümbür gümbür geliyor, birçoğu geldiği gibi gidiyor. Kadrosu veya konusuyla (tutsun veya tutmasın) bunu kesin izlerim dediğim, heves ettiğim dizilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Devran kötü, ekonomi berbat ve sektör zaten çok yaralı, bunun da etkisi var elbette. Ama asıl, gerçekçilik faktörünün iyiden iyiye zayıflaması ve dizilerin eskisinden daha çok, hatta dörtnala, kapitalizmin liberal döngüsüne hizmet etmek için yarışıyor olmasından kaynaklı, bir izleyici olarak mutsuzum.

Yazı sonu sürprizi

Senarist arkadaşlara henüz yazılmamış birkaç konuyu verip şu bayram öncesi günlerde sevaba gireyim. Yazın üstüne düşülürse yeni sezonda reytingler garanti… Biz de temcit pilavı gibi sürekli aynı konunun pişirilmesinden kurtulmuş olmaz mıyız?
Zengin kız-fakir oğlan ikilemi (Varolmayan Şövalye): Dikkatinizi çekerim, oğlan fakir olacak. Başrol için Özcan Deniz ikna edilebilirse -hazır İstanbullu Gelin de final yaptı- efsane olur. Zira kendisini hiç bir araba tamircisinde çalışan, kıt kanaat geçindirdiği ailesiyle mütevazı bir hayat yaşayan yiğidoğlan rolünde göremedik, hep patron hep CEO. Reytinglerde ilk üç garanti.
Şehre göçen en az üç çocuklu (onun da en az biri para hırsıyla yanıp tutuşan) muhafazakar müştemilat ailesi ile evin eşrafı arasında geçecek Aşk-ı Memnu çakması çelişkiler yumağı. Aşk-ı Memnu’nun onyüzmilyonuncu tekrarı bu hafta başlıyormuş, yoksa kesin reyting starı olurdu bu senaryo.
Son olarak eksikliğini tüm kadınların duyduğuna emin olduğum, pozitif ayrımcı bir konu var: Tüm iç ve dış minnaklar sayesinde başına gelmedik kalmayan, uçan kuştan grip kapan, kocasının zulmünden kaçarak yakışıklı ve mağrur kurtarıcısıyla birkaç sezon kaçma-kovalamacalı arkadaş görünümlü aşk macerası yaşayan “önce anne” kadın. Reytingleri sollamak bir yana, başrolün ev işleriyle ilgili en az üç markadan reklam teklifi garanti!

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Kim Ne Seyrediyor? | Diziler İçin Davranışsal Psikoloji Analizi

Nasıl yaşarsak yaşayalım; ister aralıksız, ister molalarda onbeşer dakikadan hep dizi izliyoruz. Yüzlerce yerli ve yabancı dizi arasından, kim ne izliyor, bu diziler kimler için çekiliyor, siz hangi sosyolojik grupta değerlendiriliyorsunuz bilmek istemez misiniz? Bunu öğrenmenin kolay bir yolu var. Aşağıdaki yazım, yerli ve yabancı dizi izleyicilerinin davranışsal psikolojisi üzerine akademik bir denemşdsadşsa… Başlığı gördünüz ya ciddi ciddi çıktısını alıp okul ödevinize eklemeye hazırlanıyordunuz değil mi köftehorlar sizi… Şaka şaka. İsteyen kullansın valla mis gibi analiz!
Bir gününüz nasıl geçiyor? Her sabah aynı saatte uyanan, hemen bilgisayarın başına geçen, spora hangi gün gidileceğini, çocuğun kurs ücretinin ne zaman yatırılacağını ajandasına not alanlardan mısınız? Yoksa, sabah çocukları okula gönderince biraz evle biraz kendisiyle ilgilenen yeni nesil ev kadını/erkeği misiniz? Belki öğretmensiniz; haftanın iki günü erken çıkıyorsunuz, belki de vardiyalı çalışan bir vinç operatörüsünüz. Öğrenciyseniz başka, memursanız başka program. Torun torba sahibi bir emekliyseniz program yapmadan gelişine yaşıyor olabilirsiniz.
Daha önce ulusal kanalların dizi formatını analiz etmiş, kanalına göre dizileri elekten geçirmiştim. Şimdi de şahane bir izleyici/dizi analiziyle karşınızdayım. Ben kimim, hangi diziyi izlemeliyim diye düşünmeyin, aşağıdaki listeden kendinizi bulun, dizilere bir göz atın. Sevdiğiniz diziler diğer grupta çıktıysa sorun etmeyin, alt tarafı başkalarının hayatını yaşıyorsunuzdur. Bir dizici tavsiyesi; kendinizi kandırmayın, özünüze dönün hemen!

Gizem – Tutku – Macera | Beyaz Yakalı

Telefonunda beş dakika arayla çalacak sekiz alarm kuruludur. Güneşten önce uyanır, jilet gibi giyinir, bir kahve bir poğaçayla plazasının yolunu tutar. En az iki toplantı, sayısız müşteri dırdırı, yetişmeyen işler To Do List’i derken akşamı eder. Arabasıyla trafikte çıldırmayacaksa metrobüs travmasına doğru yol alır. Kapıdan girdiğinde pestili çıkmıştır ve gözleri hasretle yatağını aramaktadır (hep böyle söyler).
Kinoalı salata ve haşlanmış kabakla helmelendirilmiş dana filetosundan iki ısırık alıp ajandasındaki işlere koşar; yalnızım selfiesi çeker, maç özetlerini alır, çamaşır makinesini çalıştırır, annesini arar, saçının boyasını beklerken Netflix‘i açar, ertesi günkü rutin plaza döngüsüne kadar kalan saatlerini dizi izleyerek geçirir (işte bunlar hep uykusuzluk!)
Ortalama bir beyaz yakalı BluTV, PuhuTV veya Netflix’e üyedir ve altyazısını dert etmeden (hıhı evet) internetten de dizi izler. Yabancı kelime dağarcığı geniştir ve polisiye/gerilim dizilerinin ustasıdır. Dizi ve filmler hakkında yabancı basını takip eder, Star Wars’un dizisi çıktı mı ilk bunlar duyar. Spin off, cross over hep bunlarda. GoT final sezonu için pazartesi sendromunu aşarak sabaha karşı 5’te uyananlar bu gruptadır.
Favori Kanal: Star TV ve Kanal D.
Favori dizi: Game of Thrones, House of Cards, How To Get Away With Murder, Agents of S.H.I.E.L.D, Lucifer, This is Us, Westworld, Billions, Narcos, Stranger Things, ille de Friends, ille de How I Met Your Mother… Yerlilerden Ufak Tefek Cinayetler, İstanbullu Gelin, İçerde/Çukur, maziyi özlüyorsa Poyraz Karayel ve Ezel. (Buraya öneri olarak Sense8, Sex Education, The Good Place, Şahsiyet, Bozkır ve Sacred Games’i de ekleyelim.)

Elem – Keder – Gözyaşı | Kamu Görevlisi/Memur

Eski nesil olanlarına kolalı da gömlek a’canım ne güzel yaraşır. Şaşmaz bir rutinleri vardır. Kaynıgillerin ne zaman oturmaya geleceği, çocukların banyosu, hangi kitaptan günde kaç sayfa okunacağına kadar hepsinin zamanı bellidir. İzlenecek dizilerin de katı bir programı vardır. Cuma akşamları mesela, hiçbir yere gidilmez, söz verilmez. Çift olanların evinde en az iki televizyon olur ve eşler ayrı kanallardan ayrı diziler izleyerek bu ayrışmadan daha sonra gururla bahsederler.
Ulusal kanalların dışında nadiren internet dizisi izler. Ortalama dışına çıkanları altyazılı sitelerden hoşlanmaz (çeviriler hep küfürlü arkadaşım!), Netflix’i arkadaşlarıyla paylaşımlı kullanır. Yerli dizilerin çoğuna hakimdir ve dizisinin oynadığı akşam misafir gelmesine ifrit olur. Ertesi gün dairede mutlaka kritik yapılır, cep telefonu melodisi Çukur jeneriğine ayarlanır.
Favori dizi: Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Diriliş: Ertuğrul, Kuzgun, Çukur, Çarpışma, Zalim İstanbul, Leke, Çocuklar Duymasın ve tabii ki Arka Sokaklar. Yabancı dizi takip eden ve özellikle bekar olanlar cuma ve cumartesi geceleri binge yapmayı tercih eder. Bazı cesur memurların dairede cep telefonundan dizi izlediği rivayet edilir. Friends, Lost, Breaking Bad, Walking Dead, House, Supernatural (ertesi gün dairede havası atılacak, Batılılaşma üzerine ahkâm kesilecek.)
Favori Kanal: TRT1, Show TV, Kanal D

Trajik Bir Öfori* | Ev Hanımı/Beyi

Instagram’daki el emeğim göz nurumcular, “prensimin diş buğdayı” tutkunları, “sabah gözümü açıyorum, çocuklar gidesiye evi topla çamaşırları yerleştir inan olsun Gel Konuşalım’a zor yetişiyorum. Sen asıl dünkü Müge Anlı’yı gördün mü yer yurt davasına kaybedivermişler dedeyi, ay neler var” serzenişçileri, uzun reklam aralarından yılmışlar, “ay görüyomusun kadının başına neler geldi Şaziment”çiler bu gruptadır. Sabah açılır o televizyon, akşam bey gelene kadar kapanmaz. Politik şeylerden(!) sıkılmıştır zaten, en iyisi bu dizilerdir.
Ev hanımı profilinin bilmediği yoktur. Şeyma’yı da Avengers’ı da onlara soracaksın. Dizilerdeki son modayı takip eder, satın alamıyorsa örer/diker. İstanbullu Gelin’de Esma Sultan’a öykünür, Kızım’ın ufaklığına bayılır. Aynı premsesi Eslemcansu gibidir. Batı bizi kıskanıyordur, her şey yolundadır, gelsin demli bir çaydır, hayat bir öforyadır (*öfori: anlamsızca mutluluk, ayakların yerden kesilme hali, Erkenci Kuş dişi modu.)
Favori Dizi: Kadın, Sen Anlat Karadeniz, Bir Aile Hikayesi, Kızım, Jet Sosyete, Hercai, Bir Zamanlar Çukurova, Vuslat, Halka, Payitaht: Abdülhamit, 80’ler, 90’lar, Erkenci Kuş, Güldür Güldür, Kanıt, Müge Anlı ile Palu Ailesi, Zahide Yetiş’le Kulunç Tedavisi, Pınar Karahan’la Ay Ne Kadar Beceriklisiniz, Derya Baykal’la Örgü Nakış Dikiş. Gelin Evi, Yemekteyiz, Gelinim Mutfakta, Selena, Sihirli Annem, Pepee, Masha ile Koca Ayı (anne olunca anlarsın…)
Favori Kanal: Fox TV, TV8 ve ATV.

Kontör – Kota ve Süper Olan Her Şey | Öğrenci

Netflix üyeliğinizde boş profil yeri varsa bu arkadaşlarla hemen paylaşın. Eğer altyazı çevirmeniyseniz dizinin yeni bölümü internete düşer düşmez lütfen bütün işinizi gücünüzü bırakın ve imece usulü çeviriverin şuncağız 45 dakikayı. Öyle edebi cümleler gerekmiyor, konuyu anlasa yeter, o zaten çeviri hatalarını bulup sana itinayla çemkirecektir. Ama lütfen “f.ck” yerine “nalet gelsin” yazmayın. Buna çok kızıyorlar.
Online dizi yayıncılığının hedef kitlesidir. Ulusal kanallarla pek işi yoktur. Yerli programları hep YouTube’tan, dizi modasını ve repliklerini sosyal medyadan bölümü izlemeden de öğrenir. Bu yeni nesil çok fena geliyor arkadaşlar. Onları şu cümlelerden tanıyın: Ben hep belgesel, Youtube falan… Yeni bölüm ne zaman düşer abi? Bi’de şu altyazıları halletsenize akşama, haftasonu kurs murs yetişemiyoruz. Kanka sen şu bizim dizinin altyazılısının torentini buldu muydun?
Favori Dizi: Arrow, The Flash, Gotham, iZombie, Supergirl, Preacher, Agents of S.H.I.E.L.D, Daredevil, Jessica Jones, Luke Cage, Agent Carter, Iron Fist, The Defenders, Inhumans, Legion, Cloak and Dagger, Umbrella Academy, Stranger Things, MacGyver, Supernatural, Sense8, Sex Education, American Horror Story, The 100, Jet Sosyete, Güldür Güldür, Bartu Ben, Fi-Çi, Çilek Kokusu, Erkenci Kuş, yetmezse No.309, Yetmezse İnadına Aşk, O da yetmedi Hakan: Muhafız. Kardeşim ne çok diziniz var buna internet mi dayanır? Atiye’ye biraz daha var, siz önce şu sınavları bir verin.
Favori Kanal: TTNET…

4 Nisan 2019 Perşembe

Yeniden Yaşasak Aynı mı Olurdu? | The Good Place

Bu dünyada hatta bu evrende insana dair ne varsa, psikoloji, sosyoloji, teoloji, felsefe, bilim ve gizem de dahil her açıdan mercek altına alan The Good Place, bunu karnınızı tutarak gülebileceğiniz dozda komedi unsuruyla harmanlıyor. Oyunculukları ile beni benden alan The Good Place, genelde ciddi rollerine alışkın olduğum Ted Danson ve kendine has sarkastik Amerikan esprilerinin kraliçesi Kristen Bell’i başka birçok mükemmel oyuncuyla bir araya getiriyor. Burada dizinin eleştirisini veya güzellemesini yapmak istemiyorum zira onu arkadaşım Hafize şurada pek güzel yapmış. Amacım bütün boyutların bir araya geldiği ve iç içe geçtiği (onuncu boyutu da eklemişler, yaşasın!) devasa pancake fabrikasının ortasında durmak. Çünkü burada “söz uçar, yazı iki cihanda hakim bey.”
Diziyi henüz izlememiş olanlar için göndermelerinin pek anlaşılamadığı bir yazı olabilir ama siz her durumda bunu bir de bahara merhaba yazısı tadında okumayı deneyin. Zaten henüz izlemediyseniz yakınından bile geçmeyin, çünkü spoiler :)

Cennete Hoşgeldiniz. Her Şey Yolunda

Kötü geçen bir üç-dört ayım var. Çünkü çeviri, çünkü kış depresyonu, çünkü geleceğin belirsizliği… Aynı anda altı farklı projenin içinden çıkmaya çalışırken bulaşık makinesinin deterjan gözüne kahvemi boşalttığım anlar oldu. Bir gece, her zamanki “güneş doğana kadar” süren yazma eyleminin ortasında, kendimi gün ortasında sanıp gecenin boşluğuna “anneee, bugün pazara gidecek misin?” diye bağırmışım. O sırada uyandım. Neyse ki annem uyanmadı. Siz de bir şey demeyin, çünkü henüz bu olandan haberi yok.
Hayır, uykudan değil, içinde bulunduğum saçma ruh halinden uyandım. Ruhumun derin uykusundan uyandım da denebilir. Sonra bıraktım işi gücü, açtım Netflix‘i ve The Good Place ile tanıştım (ben tanışana kadar üç sezon geçti tabii, siz ilk iki sezonu Netflix’ten, üçüncü sezonu hariçten edinebilirsiniz). Üç gün içinde üç sezonu da bitirdim ve rahata erdim. Henüz bir parmak şıklatmasıyla her şeyi sıfırlayabilen Michael değilim ama evrendeki her sorunun yanıtını biliyorum.

Yeniden Başlasaydık…?

Yaşadığınız hayatı baştan yaşama şansı verilseydi, yine bugüne kadar yaptıklarınızı mı yapardınız? Mesela bugün şansımız olsa, baştan başlasak, o çocukla çıkar mıydık? O okulda okur muyduk? O ormanı keser miydik? Akarsuları kurutur, insanları doğanın kaçınılmaz intikamıyla başbaşa bırakır mıydık?
Good Place (iyi yer/cennetvari), The Bad Place (kötü yer /cehennemvari) ve The Medium Place (hiçliğin ortası) başta olmak üzere farklı bir düzenin var olduğu dizimizde zaman dünya zamanından çok farklı işliyor. Jeremy Bearimy adı verilen bu karmaşık zaman diliminde, ileri ve geri, aynı anda ve hiçbir zamanda yaşayabilen ahiret topluluğu, başlangıçta sadece bir grup insana özel bir ortam kurup işkence çektirmeyi planlarken, evdeki hesap çarşıya uymuyor. Onlar da yeni bir sorunun peşine düşüyorlar. Yeniden başlasalar ne olurdu?
Dünyada yeterince iyilik puanı toplayamamış ama kayda değer kötülükleri de olmayan dört insanı, ahirette The Good Place’te olduklarına inandırsak ve onlara bireysel korkularını ve yaşamları boyunca kaçındıkları her şeyi yeniden yaşatsak, iyi kalmayı seçerler mi yoksa kötülük etmeye devam ederler mi? Yani Michael ve diğer iblisler diyor ki Eleanor, Chidi, Tahani ve Jason’a; sizden dört tane daha var mıdır?
Karar veren ekip fark ediyor ki insanlar ne kadar iyilik yaparlarsa yapsınlar, yaşamın kendisi yeterince karmaşık bir hal aldığı için gerekli artı puanı toplayamıyor. Çünkü dünya eskisi kadar saf/temiz değil. İnsanlar da eskisi kadar masum değil. Siz organik veya vegan beslendiğinizde, çevrenizi temiz tutup canlılara iyi davrandığınızda başka bir deyişle, iyilik amaçlı eylemlerde bulunduğunuzda, bunları oluşturan parçaların içindeki kötülük yüzünden aslında olumlu bir eylemde bulunmuş olmuyorsunuz. Bağış yapıyorsunuz ama para olmadık bir yere gidiyor. Organik domates alıyorsunuz, öğreniyorsunuz ki tarım ilacı kullanılmış. Kaş yapayım derken göz çıkıyor yani. Peki bunun suçu sizin mi?
The Good Place’in iblis mimarı Michael şöyle diyor “tüm insanlar iyi değil, evet. Ama kötülerin tüm kötülüklerine rağmen (onlar The Bad Place’e gitmeye mahkum), diğerleri bir şansları olsa daha iyi olmaya çalışırdı.” Gerçekten öyle mi? Yaşadığınız hayatı baştan yaşama şansı verilseydi, yine bugüne kadar yaptıklarınızı mı yapardınız? Daha iyi biri mi olurdunuz? Evet mi? İyi olmak da kötü olmak da bir seçimdir. Yaptıklarınızın gerçekten iyi olması için de sadece iyilik amacıyla yapılmış olması gerekir.

Subliminal Ne Demek Hocam?

Hatırlarsınız 1-A sınıfının subliminal mesaj taşıdığı gerekçesiyle tercih edilmediği günlerden geçtik. İçinde bulunduğumuz ahval onun eseridir. Oysa ben subliminal mesajlar içeren eserleri ne severim! Öte tarafın, dünyayla ahiretin, arafın ve sair pek de kesin olmayan kavramların hikayesi The Good Place başka bir açıdan, bir uyanış dizisi olarak da izlenebilir. 48 saat sonra örneğin, bambaşka bir hayata uyanabiliriz. Şubat ayının 29 çektiği ama hiçbir süper kanlı devasa yüzyılda bir gelen ay tutulmasının yaşanmayacağı 2020 yılı aramızdan bazılarının hayatlarında zirve sayılacak bir yıl olabilir. Piyangoda tarihin en yüksek ikramiyesi size vurabilir, ekmek almaya giderken ruh eşinize rastlayabilirsiniz (benden duymuş olmayın da Michael öyle bir şey yok onu ben uydurdum diyor, amanın!)
Tüm bunlar yaşadığınız sürece olacakların yalnızca binde biri bile olabilir. Nereden bileceğiz? Bunun imkanı yok. Çünkü bilseydik eğlencesi kalmazdı. Cevabını ancak yaşayarak alabildiğiniz o soruları, yani neyin ne zaman olacağını baştan bilseydik hiçbir zevki kalmazdı yaşamanın. Buraları civcivli yapan şey o devasa bilinmezliği. Bu bilinmezlikte kimileri gelişine yaşarken, kimilerinin yediği ilk kazıkta gardı düşüyor, aman bırak yaa diyor. Ama kimileri var ki onlar asla ama asla iyi insan olmaktan vazgeçmiyor. 300 yıl boyunca sayısız defa farklı kötücül senaryonun içinde kalan Eleanor ne olursa olsun yine kurulan tezgaha uyanıyor ve Chidi’yi bulup iyi olmayı seçiyor. Michael gibi bir iblisin havlu atıp iyiliğin peşinden koşması bu yüzden. Bazıları çok inatçı. Bazıları her şeye rağmen iyi.
The Good Place’i izledim. Henüz bir parmak şıklatmasıyla her şeyi sıfırlayabilen Michael değilim ama evrendeki her sorunun yanıtını biliyorum. Çünkü Janet’in, Cennete Hoşgeldiniz tabelasından 800 kez geçse de kurmaca bir cennette olduğunu kısa sürede çözerek içinde bulunduğu duruma başkaldıran Eleanor’a dediği gibi; “ne kadar insan olursan her şey o kadar anlamını yitiriyor. Ama bu da eğlencenin bir parçası değil mi? Eğer evrenin nasıl işlediği sorusunun yanıtını biliyor olsaydık, hiç eğlencesi kalmazdı. Sadece makinelerin kozmik görevlerini yerine getirmesinden ibaret olurdu. Tıpkı koca aptal bir mutfak robotu gibi. Ama etrafında her şey anlamını yitirdiğinde, anlamı olan bir insana ya da bir şeye rastlamak, senin Chidi’yi bulman gibi, insanı mutlu ediyor.”
Bu rastlantısallık ve pandemonium‘da (kıyamet/cehennemin merkezi) senin için anlamı olan birini/bir şeyi bulmak mümkün. İşte bu yüzden ve hâlâ şu koca yaşlı şişko dünyada saçma olan her şeye rağmen umut var ve hayat yaşamaya değer. (Thanks Janet!) The Good Place’in sonu bahar mı Eleanor Chidi’ye kavuşabilecek mi bunu dördüncü sezonda öğreneceğiz. Bizim sonumuz bahar mı? İşte bunun için galiba kendi bilinmezliğimizi yani pandemonium’u (cehennemin merkezi) kucaklamak gerekiyor. Razı gelmekten bahsetmiyorum. Şu anda burada bulunmanın eşsiz deliliğinde mutluluğu aramalıyız/bulmalıyız. Tabii bunun için Eleanor kadar inatçı olmak da gerekiyor. Sonuçta bir iblisi karşı tarafa geçirmeyi başarmış bir dünyalıdan bahsediyoruz. 800 kez deneme şansımız olmayabilir, içine yuvarlandığımız sahte cennetlerin farkına ne kadar erken varırsak o kadar iyi…

Hayaller Paris, Hayatlar Öyle mi? | Yerli Dizilere Göre Biz

Her şey, altı bölüm polisiye dizisi izledikten sonra kendime “neden yabancı izleyince kendimde bir şeyleri değiştirmem gerektiği hissine ka...